Fadıl Öztürk
Yoksa ölüm düşmeyecek yakamızdan
Ağacın, ormanın, dağın ölümü...
Suyun, nehirlerin, derelerin ölümü...
İklimin, kıyıların, kutup ve buzulların ölümü...
İnsanın, kadir ve kıymet bilmenin, kısacası sözün...
Kelimelerin, cümlelerin, kitapların, yani yazının ölümü...
Gelecek kaygısının bize kurdurduğu ucu açık hayalin ölümü...
Uykunun, uykunun bize gördürdüğü rüyanın kabuslarla gelen ölümü...
Neşenin, hüznün, kederin, içe dökülmenin duyguların ölümü...
Bütün çiçeklerin ve en çokta rengini kırmızıdan alan gülün, gülün ülkesi gülistanın ölümü...
Ağacın dili olsaydı o da bunları kendinden yapılmış kâğıda yazardı. Suyun dili olsaydı, akarken değdiği kıyılara hayat bıraktığı kadar, derdini de hırçın dalgalarla vururdu kıyılarımıza. Dağın dili olsaydı, güneşi neden ilk karşılayan ve son uğurlayan olduğunu anlatırdı.
Kısacası dört yanımızı ölüm sarmış durumda. Sanki hepimizi toplu taşıma araçlarıyla evlerimizden alarak ölüme taşıyorlar. Korkunun ve kâbusun yurduna göç ettiriliyoruz ve bunu da kaderimizmiş gibi algılıyoruz. Daha kötüsü de, başka bir hayat yokmuş gibi bunların bize yaşatılması. Ölüm deyince sadece düzene muhalif olanların, fikrinin arkasında gidenlerin ölümü olarak algılamayın. Ölümle yatan ölümle kalkan ülke olduk adeta...
Zaten ilk öldürmeyle beraber alıştırdılar bizi o çoğul ölümlere. O ilk öldürülmeden sonra gelen her ölümle duygumuz da isyanımız da o oranda azalıyor. Karşı durma alanını umutsuzlukla birer birer terk edip, kendi ölümümüze razı olacak hale doğru yol alıyoruz sanki. Katliamlar o ilk ölümlerden sonra geliyor; Soykırımlar, doğanın tümden talan edilmesi, insanın insanlığını terk etmesi o ilk öldürmeyle başlıyor. Taylan Özgür, Vedat Aydın, Musa Anter ya da Ethem Sarısülük her biri farklı zamanlarda olsa da bu gözdağı öldürmelerinin sonu gelmiyor bir türlü. Boyut ve biçim değişerek sürüyor. Kentlerin ölümü desem ne dediğimi anlarsınız...
Ölüm sadece canlıları kapsamıyor. Dilin ölümü, doğmakla kazındığımız hayat hakkının ölümü, hayal ve rüyanın ölümü, kabullenmemenin, karşı durmanın, kendi geleceğine yüzünü dönmenin, direnmenin ucunda sallanan ölüm. Yürüyüşün, gösteri yapmanın, sokakta kendini ifade etmek dışında başka seçenekleri kalmamışları bulan ölüm. Karşılamanın ve uğurlamanın, samimiyetin, dar zamanda birbirimizin yardımına koşmanın, el uzatmanın ölümü...
Herkes Hrant gibi yüz üstü yere kapaklanmıyor vurulunca. Vurulup yere düştüğünde göğe bakanı, yanında vurulmuş arkadaşına bakanı, mülteciler gibi denizde boğulunca balıklara bakanı, tank ve topla yıkılmış kentinde yıkılmış duvarında gözü kalanı var...
Gürül gürül akan hayatı yaşayarak öğrenmek varken, ölümle beraber büyümek kalıyor çocuklara. Kahramanlık bu yüzden, şehitlik bu yüzden giriyor hayatımıza. Bayraklar bu yüzden asılıyor yoksulların evlerine. Silah bu yüzen sevdiriliyor, mermiler bu yüzden durmadan dolduruluyor şarjörlere. Mezarlıklar bu yüzden genç ölümlerle doluyor. Bu ağrılar bir bedene girdiği gibi, çıkıp gitmiyor hiçbir yere. Bu yüzden insanlık ailesinin içinde korkunun ülkesi olarak anılıyoruz...
Hayat ölmeyi beklemek dışında bir işe yaramıyor bizim gibi ülkelerde. Gün ölümle doğuyor üstümüze, gece ölüm örtüyor üstümüzü. Haberlerin haber değeri bile ölü sayısının çokluğu, azlığıyla ölçülüyor artık. Hayatımızda ölümsüz geçen günlerin değeri yok sayılıyor adeta.
Her insanla beraber sevinçlerimiz bir bir tutuklanmış, gülümsemelerimiz batırılmış, ağırlaşarak taşınmaz hale gelmiş hayatımız. Şiddetin kol gezdiği ülkede yaşamak sadece nefes alıp vermek olarak anlaşılıyor artık. Kurşunların, işgalin, hakkı olmayana göz dikmenin dilinden başka bir dil konuşulmuyor. İstiyorlar ki herkes kendi derdine düşsün, bir araya gelerek hakkını aramasın hiç kimse. Bu korku ikliminde mahpushanelerin doluluğundan bahsetmek bir kenara her birimiz kendi içimizde tutuklanmış durumdayız.
Peki bunca çektiklerimiz, çektiklerimiz karşısında var olma mücadelemiz neden bir türlü örgütlü özgürlüğe dönüşmüyor? Boşuna mı bunca ölüm, tutuklanma ve sürgün? Boşuna mı bunca ağacın kuşsuz, kuşun ağaçsız kalması?...
Boşuna değil elbet, teneffüs zilini bekleyen öğrenciler gibi hevesle fırlayacağız bizi tuttukları yerden dışarı. Harcı insan olan insanlık mücadelesi gün gün örülerek yükselir. Bir şehir olarak İstanbul bizi nasıl bir araya getirmeyi başardıysa; Hırpalanmış yüzüyle Kaz Dağları bizi nasıl yollara düşürdüyse; Kayyum atanan şehirlerden Diyarbakır, Van ve Mardin bizi sokakta nasıl buluşturduysa, günü geldiğinde bir ırmağın yatağını baharla beraber temizlediği gibi süpüreceğiz bunları. Yeter ki, insanı diline, inancına, rengine ve yaşadığı yere göre tasnif etmeyelim yoksa ölüm düşmeyecek yakamızdan.