“Yüzyıllık Apartheid”: Tamam mı, Devam mı?

Taner Akçam'ın “Yüzyıllık Apartheid”'da öne sürdüğü en önemli tez Türkiye’de bir Apartheid rejiminin olduğu ve bunun Kurtuluş Savaşı yıllarında başladığı. Akçam'ın tespitleri Türkiye’yi “demokratik cumhuriyet” kavramı üzerinden düşünenler için çok önemli.

Taner Akçam’ın son kitabının başlığı, “Yüzyıllık Apartheid”. Kitabın bir de alt başlığı var: 1918- 1923 Türkiyesi: Bağımsızlık ve Apartheid Rejiminin İnşası”. Aras yayınlarından çıkmış, tamamı 151 sayfadan oluşan bu “hacmen küçük” kitabın, Türkiye’nin siyâsî geleceğini “demokratik cumhuriyet” kavramı üzerinden tasavvur etmek isteyenler bakımından büyük önem taşıyan tezleri var.

Akçam’ın bu kitaptaki birinci tezi, “Türkiye’de bir Apartheid rejiminin var olduğu ve bu rejimin temellerinin Kurtuluş Savaşı yıllarıyla birlikte atıldığıdır.” İkinci tez, “Kurtuluş Savaşı”nın bir “anti-emperyalist savaş” olmayıp, bir “iç savaş” niteliği taşıdığı ve esas çatışmanın Osmanlı Devleti’nden ardakalan topraklar üzerindeki “egemenlik hakkı”nın kime âit olacağı üzerinde cereyân ettiğidir. Üçüncü tez, “kuruluşun hemen ardından temellerin atılmaya devam ettiği 1938’e kadar olan dönemin tarihinin vatandaş eşitliği perspektifinden yeniden yazılmak zorunda olduğudur.” Dördüncü ve son tez, demokratik bir cumhuriyet inşâ edebilmek için “Apartheid rejiminin kurucularıyla araya mesafe koyma[nın] şart” olduğudur.

Kanımca birinci tez, asıl tezdir. İkinci tez, birincinin, yâni yüzyıllık kalıcı Apartheid rejiminin formasyon sürecini anlatmaktadır. Üçüncü tez, resmî ve eleştirel olmayan, anaakım akademik târihyazımının “Atatürk dönemi” diye de adlandıracağı dönemin târihinin Apartheid perspektifinden yeniden anlatılması gerektiğini vurgulamakta ve bu dönemin ve kişilerin siyâsî olarak atfedilen kutsîyetlerinden arındırılarak târihî yerlerine oturtulmalarını önermektedir. Bütün bunlar, insan haklarına dayalı, eşit vatandaşlık kavramına tâvizsizce bağlı bir demokratikcumhuriyetin ön koşulları olarak sunulmaktadır.

APARTHEİD TERİMİ

Apartheid, bilindiği üzere, Güney Afrika’da geçerli olan ırkçı rejimin adı olarak ünlenmiş bir terimdir. Güney Afrika’da bu rejime başkaldırı 1994’ten îtibâren bu rejimi yıkmış ve çok önemli bir anayasa yapım süreci ile birlikte, dikkât çekici ölçüde demokratik bir yeni rejim inşâ edebilmiştir. Akçam, kitabının hemen başında, Apartheid sözcüğünün Fransızca’dan türetilmiş olduğunu ve “ayırmak, ayrı tutmak” anlamına geldiğini belirtmekte ve bir politika olarak Apartheid’ın “insanları ırksal veya etnik kriterlere göre ayırma fikri üzerine kurulu” olduğunu vurgulamaktadır. Buna göre Akçam, araştırmalarının kendisini, Türkiye’de insanları ırksal veyâ etnik kriterlere göre ayırma fikri üzerine kurulu yüzyıllık bir rejimin vâr olduğu sonucuna ulaştırdığını söylemektedir.

DİNİ VE ETNİK AYRIMCILIK OLARAK APARTHEİD ÖRNEKLERİ

Acaba bu doğru mudur? Yâni Türkiye’de gerçekten insanları ırksal veyâ etnik kriterlere göre ayıran bir politikanın varlığından, hattâ bu politikanın -Akçam’ın târihlendirmesiyle- 1918’den îtibâren uygulanan bir “rejim” niteliğinde olduğundan söz edilebilir mi? Merak uyandırıcı veyâ okuru kitabı okumak ve içeriği üzerinde yeniden düşünmeye sevk edici anlamında “tahrik edici” bulduğum asıl soru budur.

Belgelere, yâni olgulara dayalı ciddî bir târihçi olarak Taner Akçam, bu Apartheid tezini kanıtlamak üzere pek çok kanıt göstermektedir. Hepsini burada sıralamam mümkün değil fakat şu noktayı kesin olarak belirtebilirim ki Akçam, TBMM’nin kuruluşundan hemen sonra çıkardığı “bir dizi kanun ve kararname ile Hıristiyan vatandaşlara karşı “ırkçı-ayrımcı” uygulamaların temelini attığını örnekleriyle göstermektedir. Bunlar arasında, örneğin, “İstanbul Meclisi’nde olup Ankara’ya gelemeyen mebuslar yerine yapılan seçimlere Hıristiyan vatandaşların katılmasının yasaklanması” veyâ Ermenilere karşı işlenmiş olan yağma, hırsızlık, cinâyet gibi suçların fâillerinin affedilmeleri, Ermeni mallarına el konulması ile ilgili 1915 kanununun ve ilgili yönetmeliğin yeniden yürürlüğe konulması gibi örnekler dikkat çekmektedir.

Akçam, bugün yaygın olarak “Cumhuriyet’in tapusu” diye kutsanan Lozan Barış Andlaşması’nı Apartheid rejiminin kurulmasında önemli bir merhale olarak görmektedir. Burada, Lozan’daki Türk hey’etinin azınlıklar konusunu “mübadeleyle halledilmesi” direktifiyle hareket ettiğini ve bunun da sâdece Rumların değil Ermenileri de kapsayacak şekilde uygulanmak istendiğini göstermektedir. Ermenilerin mübadelesi olmayınca, başka yollara başvurulduğu da görülmektedir. Sonuçta, gayrimüslim vatandaşların mübadele ve diğer “cebrî” yollarla ülke dışında kalmaya mecbur edilmeleriyle, Anadolu Hıristiyanlarının nüfusunun soykırımdan îtibâren nasıl hızla düşürüldüğü çıplak bir gerçekliktir.

Bu bağlamda, “seyrüsefer talimatnameleri”yle başlayıp, çok sayıda örneği olan “ırkçı kanunlar ve seyahat yasakları” ile örneğin “Ermeniler köylerde ve kırsal alanlarda yaşayamazlar” diye özetlenen yasaklamalar, fişlenmeler, mal varlıklarının kayıt altına alınması ve Akçam’ın “şiddet kullanarak kovma” diye özetlediği, Hıristiyanların, özellikle de Ermenilerin zorla ülke dışına çıkarılmaları politikasının tâkip edildiği gerçeğini belirtmeliyiz.

"ÜÇLÜ KAST SİSTEMİ"

Akçam, Apartheid rejiminin Türkiye’de “üçlü kast sistemi” olarak adlandırdığı bir kast sistemi ürettiğini vurguluyor. Burada en alttan en üst basamağa doğru sıralanan “hiyerarşik” bir gruplandırma mevcut. Hiyerarşinin en altında “Hıristiyanlar ve Yahudiler”, bir üst basamağında, “ara kademe” olarak “asimilasyon” düzeyine bağlı bir biçimde en üst basamağa çıkma şansı bulunan Aleviler ve Kürtler ile Çerkesler, Lazlar, Pomaklar yer almakta. Üçlü kast sisteminin en üstünde ise “ırk, kan ve köken birliği olarak Türklük” içinde yer alanlar bulunuyor. Akçam, bu üçlü kast sistemi içinde, asimilasyonun da en üst basamağa atlamak için yeterli olmadığını örnekliyor ve ilginç bir nokta olarak, “Türk olmayan Müslümanların fişlenmesi” gerçeğine dikkat çekiyor.

Malûm, gayrimüslim vatandaşlar, sayıları süreç içinde en aza indirilebilmiş olmalarına rağmen, devlet kayıtlarında kodlanmaktaydılar. Akçam, benzeri bir politikanın, örneğin 1927 ve 1928’de, “Tatarlar, Boşnaklar, Kürtler, Aleviler ve Müslüman Romanlar” hakkında, daha sonraki yıllarda Çerkes, Arap, Laz gruplarını da içine alacak şekilde genişleyen uygulamalarda karşımıza çıktığını gösteriyor. Örneğin 1929 ve 1930 yıllarına âit nüfus çizelgelerinde “Gayri Türk anasır” sıralanmakta ve böylece Müslüman ama Türk olmayan grupların kayıt altına alındıkları görülmektedir.

BİR DEĞERLENDİRME

Taner Akçam’ın bu son eserini okurken, yine Akçam’ın 2004 yılında İngilizce yayınlanmış olan
“İmparatorluktan Cumhuriyete Türk milliyetçiliği ve Ermeni Soykırımı” kitabını hatırladım.
Akçam, o kitabının başlarında şu satırlara yer veriyor:

“Türkiye toplumu hâlâ daha aynı [mevcut] siyâsî sınırlar içinde yaşayıp yaşamadığı veya yaşamak isteyip istemediği sorusuna cevap vermek zorundadır. Ve eğer Türkiye toplumunun bâzı kesimleri, bireyler ve gruplar olarak birlikte yaşamak isterlerse, Türkiye Cumhuriyeti diye adlandırılan bu varlığa hangi temeller üzerinde ne gibi şartlar empoze edebilecekleri konusunda ortak bir anlayışa erişmiş değillerdir. Onları Cumhuriyet’in sınırları içinde birarada tutması gereken ne gibi bir âidiyet duygusunun mevcut olduğu ve bunun da hangi temele oturduğu soruları yanıtsız olmaya devam etmektedir.”

“Yüzyıl Apartheid”, kanımca bu satırların hâlâ geçerli olduğunun bir başka ve biraz daha keskin bir ifâdesi. Sonuçta, bugün elimizdeki rejim, Osmanlı’nın sona erip Cumhuriyet’in kuruluşuna doğru evrilen süreçte ve sonrasında, devletin cebri gücünü elinde tutan bürokrasinin politik tercihlerinin kurduğu bir rejim. Bu rejimin meşrûiyetini dayandırmak istediği topluma, kendi tasavvuruna göre bir biçim vermeye kalkıştığı da açık. Bu tasavvurun, kendi içinde farklı nosyonlara sâhip olsa da, Türk milliyetçiliği” olduğu ve bu temelde bir “etnik, dinsel” ve eklemek gerekir ki süreç içinde belirginleştiği üzere, cinsiyetçi bir ayrımcılık rejimini inşâ ettiği de ortada.

Bu inşâ sürecinde ve bugün gelinen noktada, toplumun ciddî büyüklüklere sâhip bâzı kesimlerinin de artık bu rejime destek olma noktasında bulunduklarını da görmekteyiz. Bu toplumsal destek, mevcut baskı rejiminin taraftarları açısından Türk-İslâm devletinin bekasına endekslenmiş durumda. Buna karşılık, Kürt özgürlük hareketi dışında kalan muhalif kesimler açısından görünense, “eski demokratik Türkiye’yi restore etmek” diye formüle ediliyor. Oysa, Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir zaman bırakın demokrasiyi, doğru anlamıyla bir hukuk devleti bile olamadığı ortada. Bu görülemediği için, muhalif gibi görünen bireyler ve gruplar, kritik konularda mevcut iktidarla yanyana durabilmektedirler.

Ben, kendi payıma, “Yüzyıllık Apartheid” nitelemesini yanlışlayacak bir argüman üretmenin neredeyse imkânsız olduğunu düşünmekteyim. Türkiye’nin siyâsî geleceğini eğer “demokratik cumhuriyet” kavramı üzerinden tasavvur edeceksek, bu tasavvurun içinde, Akçam’ın işâret ettiği gibi, yeni bir târih anlatısına, yeni bir kuruluş öyküsünün oluşturulmasına ihtiyaç var. Burada bir parantez açıp, Akçam’ın kitabında Apartheid rejiminin kuruluş sürecinde bir örnek olay olarak ayrı bir yer ayırdığı Şeyh Sait İsyânı ile ilgili tesbitlerine değinmek isterim.

Genelgeçer târih anlatısında kâh Sovyet kışkırtması, kâh İngiliz teşviki gibi “dış mihraklar”a bağlanan bu isyan, sonuçta “gerici” bir ayaklanma olarak tescil edilmiş ve hattâ Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması, Takrir-i Sükûn Kanunu ve Şark Islahat Plânı’na haklılık zemini oluşturacak ölçüde kullanılmıştır. Taner Akçam, ilginç bir bulgu olarak Şeyh Sait İsyanı’na katılan ve öldürülen Süryanilerin (ve dolayısıyla Anadolu Hıristiyanlarının) ve ayrıca bu harekete destek vermek için çaba gösteren Çerkesleri (ve tabiî Çerkes Ethem’i) ve Alevileri zikretmektedir. Akçam’ın bu gerçeklerden hareketle vurgulamak istediği nokta şudur ki, bu harekette “özgürlük ve eşitlik arayışı, bir grup insanı etnik-dini kimliklerinin ötesindeki saiklerle bir araya getirmiştir.”

Akçam’dan hereketle, bu ihtiyâcın bağlamını şöyle de ifâde edebilirim: Kurtuluş Savaşı veyâ Millî Mücâdele, Osmanlı bakiyesi olan bu coğrafya üzerindeki egemenlik hakkı ile ilgiliydi. Egemenlik hakkı, 1920/21’de “halka/millete” âit kılındı ama halk/millet kavramları birbirlerinin yerine geçecek şekilde kullanılırken, aslında Apartheid rejiminin zeminini oluşturacak biçimde çarpıtıldı. Şimdi, Akçam’ın gösterdiği izlekleri tâkip ederek, halk kavramını çoğullaştırma, devleti de, halkların birarada eşit vatandaşlar olarak yaşamayı mümkün kılacak koşullar üzerinde uzlaştıkları bir siyâsî birlik anlamında gerçek bir cumhuriyete dönüştürerek yeniden inşâ etme zamanıdır. Bu zamanın en önemli gereklerinden biri “geçmişle hesaplaşma”, “geçiş adâleti” gibi kavramlarla da ifâde edilen ciddî bir târih sorgulamasıdır. Evet, “Yüzyıllık Apartheid” ve sorumuz şu olmalı: Tamam mı, devam mı?


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi