Şenay Aydemir
Zavallılar: Kendini yarattı kendinden!
Ülkesi Yunanistan adına Oscar adayı olan “Köpek Dişi” ile yakaladığı uluslararası şöhreti, “The Lobster” ve “Kutsal Geyiğin Ölümü” ile “İngilizce konuşulan” sinema evrenine taşımıştı Yorgos Lanthimos. Bu satırların yazarına göre hali hazırda en iyi filmi olan “Sarayın Gözdesi” Oscar ödüllerinde 10 adaylık elde ederek yönetmen için yeni bir dönemin de kapısını aralamış oldu. Kendi içinde ‘yıldız yönetmen’ üretmekte sıkıntı yaşayan Hollywood için aranan taze kanlardan birisi olabilirdi henüz ellisine gelmemiş bu yönetmen.
Mitolojinin doğduğu topraklardan çıkmış, sanat sinemasında rüştünü çoktan ispatlamış, Efthimis Filippou ile kaleme aldıkları senaryoları övgüler alan bu yeni soluk devasa bütçeli Hollywood yapımlarının dümenine geçmeye hazırdı. Eski ortağını geride bırakıp Deborah Davis ve Tony McNamara’nın kaleme aldığı “Sarayın Gözdesi”nin açtığı kapı el yükseltmek için yepyeni olanaklar sunuyordu kuşkusuz.
Alasdair Gray’in 1992’de yayınlanan ve büyük övgüler alan “Zavallılar" (1) (Poor Things) adlı romanı bu dünyaya adım atmak için çok doğru bir kararmış gibi görünüyor. Bir yandan Lanthimos’un oyuncaklı dünyasına çok yatkın bir hikaye, diğer yandan görsel olarak bir yönetmenin sınırlarını zorlayabileceği evren içeriyor çünkü roman. Önceki filmde 15 milyon dolar olan bütçesinin 35 milyon dolara çıktığı bilgisi eklendiğinde Lanthimos’un Hollywood’daki yerini sağlamlaştırması için bütün koşullar oluşmuş görünüyor. Hakkını yemeyelim bu fırsatı geri tepmemiş yönetmen. Bunu da Oscar ödüllerinde kazandığı 11 adaylıkla ispatladı zaten.
Alasdair Gray’in postmodern Frankenstein hikayesi olarak kabul edilen romanı, 19. Yüzyıl’ın sonlarında Britanya’da geçiyor. Tony McNamara’nın kaleme aldığı senaryoda hikayenin başlangıcı Glasgow’dan Londra’ya alınmış. Romanın anlatısına en sonda geleceğiz. Önce filme bakalım. Bilim insanı olan babası tarafından istismar edilmiş Dr. Godwin Baxter, çağının ruhuna uygun olarak uçuk kaçık deneyler yapan bir bilim insanıdır. İntihar girişiminde bulunmuş ama henüz yaşam fonksiyonları tam olarak sona ermemiş hamile bir kadın üzerinde özel bir deney yapar. Rahminden çıkardığı çocuğun beynini, kadının beyniyle değiştirir. Böylece bedeni yetişkin, ancak beyinsel fonksiyonları çocuk bir ‘varlık’ çıkar ortaya. Biz hikayeye bu aşamada dahil oluyoruz. Bella Baxter adlı bu kadının zihni zaman ilerledikçe gelişip serpilir, konuşması, düşünmesi olgunlaşmaya başlar. Dr. Godwin bu gelişmenin farkına varıp genç kadını asistanı Max McCandles ile baş göz ederek kontrol altında tutmak ister. Ancak başka dünyaları keşfetme arzusu ağır basan Bella, maceracı ruhlu Duncan Wedderburn’un peşine takılarak hem dünyayı hem de dünyevi zevkleri tatma fırsatı bulur. Genç kadın bu yolculuk boyunca, kendini inşa etmek için çabalayacak, bedeller ödeyecek deneyimlerden kaçınmayacak ve bambaşka birisi olarak evine dönecektir.
Mary Shelley’nin “Frankenstein”ı, bilimsel gelişmelerin rüzgarıyla yelkenlerini şişirmiş kapitalizmin doğa üzerinde tahakküm kurma iddiasından duyulan korkulara dairdi biraz da. Kapitalizmin yaratma ve hükmetme arzusunun modern insanı dönüştürebileceği ‘şeyi’ gösteriyordu öte yandan. “Zavallılar” bu önermeyi, erkekler tarafından yaratılmış bir kadının, hayatının erkekler tarafından biçimlendirilmesine karşı koyuşu ve kendini yeniden inşa edişi olarak yapılandırıyor. Bella’nın “Tanrı” olarak tanımladığı Dr. Godwin’in intihara sürüklenen genç bir kadının bedenine gelecek neslin aklını da sıkıştırması, ‘birbirine benzer kadınlar yaratma’ fikrinin alegorisine dönüşüyor bir noktada. Doktor, çocuğu daha doğar doğmaz kendisinden önceki kuşağın dünyasına hapsetmeyi tercih ediyor. Benzer bir biçimde zihin olarak genç bir kadın olduktan ve cinsel uyanış yaşadıktan sonra ‘nişanlısı’ Max’in tavırlarını da not düşebiliriz. Kimseye bağlanmamakla, maceracı ruhuyla övünen Duncan’ın Bella ile birlikte seyahat ederken genç kadının cazibesine kapılması ve giderek rahatsız edici bir adama dönüşmesi de bu gelişimin son halkası oluyor.
“Köpek Dişi”, “The Lobster” ve “Kutsal Geyiğin Ölümü” düşünüldüğünde Yorgos Lanthimos’un kitabın bu anlatısını öne çıkarması anlaşılabilir. Çünkü ailenin, kadınlık, erkeklik ve çocukluğun türlü biçimleri bu filmlerin temel meselesi olarak kurulmuştu. “Zavallılar” da, zamansal olarak 1800’lerin sonu, görsel olarak fantastik bir evren üzerine inşa edilse de “modern kadın”ın kendisini inşa edişini anlatıyor. Bunu da daha çok bugünün diliyle kuruyor açıkçası. Bu bakımdan Frankenstein anlatısının ‘klasik’ yorumundan ayrıştığını söyleyebiliriz. Orada bir yıkım söz konusuyken burada bir inşa ile karşı karşıyayız. Erkekler tarafından ‘yaratılan’ ama kendi bilincini kuşanıp, kendi hayatını inşa eden bir kadın var karşımızda.
Peki başka bir şey var mı? Filmin yumuşak karnı da burası bence. Bütün bu anlatıyı ‘cinsiyet’ üzerinden inşa etmeyi tercih ediyor Lanthimos. Arada küçük sınıfsal durumlara dikkat çekse de, temel meseleyi ‘erkekler ve kadınlar’ üzerinden kuruyor. Bu ilişkilenmenin kültürel, sınıfsal kodlarını dışlamak hem hikayenin ayaklarının yere sağlam basmasının önüne geçiyor hem de Bella’nın kendisini inşa ettiği dünyanın maddi temellerini zayıflatıyor bana kalırsa. Dönemin en büyük emperyalist gücünün, sınıf uçurumunun giderek büyüdüğü bir döneminde geçen anlatıda bunlara değinmemek hele de romanın bu olanakları fazlasıyla sunduğu düşünüldüğünde bilinçli bir tercih gibi duruyor.
Kuşkusuz yüklü bir romanı sinemaya aktarırken bu tür tercihler yapmak mecburiyet. Ama neyi içeri alıp neyi dışarıda bırakacağınız da basit birer seçim değil, tercih çoğu zaman. Hal böyle olunca, Bella’nın romandaki bakış açısını da tam anlatamayan bir uyanış öyküsü olarak kalıyor yapım. Lanthimos’un romanın gerçekliğini kurduğu masal evreninde soğurduğu, dönen kameranın, balık gözü görüntülerle de albenisini yükselttiği görsel atmosfer söz konusu.
“Zavallılar” romanın kimi olanaklarının yeterince kullanılmamasına rağmen, meramını anlatmakta mahir, görsel dünyası güçlü bir anlatı. Emma Stone’un Bella’da oldukça iyi olduğu yapımda Willem Dafoe ise Dr. Godwin Baxter karakteri için akla gelebilecek ilk isim gibi duruyor. Mark Ruffalo’nun hayat verdiği Duncan Wedderburn’in umursamaz serseriden kırılgan ergen erkeğe dönüşümü ne kadar eğlenceliyse bunun sonlara doğru abartılması da o kadar sorunluydu bana göre.
Yorgos Lanthimos’un ‘radikalliklerini’ törpüleyip kendi sınırlarını daraltırken, yeni soluklar arayan Hollywood’a nefes aldırabilecek, sınırlarını genişletecek bir ana akım film çıkarmış ortaya. Yönetmenin en görkemli, en büyük bütçeli, en çok konuşulacak ve belki en çok Oscar alacak filmi… En iyileri arasında anılacak mı? Daha öncekilerin gerisinde bana kalırsa.
Notlar:
(1) Romanın baskısı kısa süre önce İthaki Yayınları tarafından gerçekleştirildi.