Alp Altınörs
Ayasofya: Devlet dininden din devletine
Ekonomide kötü veriler üst üste geliyor. Türkiye tarihinin en büyük işsizleşme dalgası yaşanıyor. DİSK-AR'a göre nisan ayında iş kaybı önceki yıla göre %52 düzeyinde! Merkez Bankası'nın bastığı bol karşılıksız paralar ve bankalar eliyle pompalanan bol tüketici kredileri geçici bir rahatlama yaratsa da üretimde buna denk gelen bir canlanma yaşanmadığı durumda bir finansman krizine yol açması kaçınılmaz.
Yılbaşından bu yana %24 artan kredi hacmi 3,3 trilyon doları buldu. Bunun adı kredi afyonudur. Geçici bir rahatlama yaratır. Ama yaralar iyileşmemişse, bir süre sonra etkisini kaybeder. Dahası, ödenemeyen krediler bankaların sırtına yük olarak biner.
FİNANSMAN KRİZİNE DOĞRU
Merkez Bankası rezervlerinin swaplar hariç ekside seyretmesi, finansman krizinin öncü bir göstergesi. Yabancıların elindeki Türk hazine bonoları 2013 başında 70 milyar dolar iken, bugün 10 milyar doların altında. Türkiye gibi, mali ekonomik bakımdan emperyalist merkezlere bağımlı ülkelerde, dış döviz finansmanı olmaksızın ekonominin çarkları dönemez. AKP iktidarının bölgesel yayılmacı, fetihçi politikalarının altında bu sıkışma yatıyor. Neticede gelinen noktada Katar ve Libya (Trablus hükümeti) AKP iktidarını mali yönden destekliyorlar. Ama neye yeter!
Euro’nun 8 TL’ye sıçraması, ilk alarm zilini çaldı. Dolar kuru, kamu bankalarının sürekli dolar satmasına karşın 6,85 düzeyinde tutulamıyor. Oysa dünyada dolar değer kaybeden bir para konumunda, dolar endeksi düşüyor. Neredeyse tüm dünya paraları dolara karşı değer kazanırken, aynı dolar TL’ye karşı değer kazanıyor. Altın görülmedik bir artış içerisinde. Bütün bu veriler TL’nin çöküşünden başka bir anlama gelmiyor. Eylül-Ekim döneminde derinleşmesi beklenen bu değer kaybı, nihayet yeni bir mali krize ve onu takip eden yeni bir üretim daralmasına götürecek. Siyaseti de bu parametreler içerisinde tartışmakta fayda var.
KAPİTALİZMİN KURALI
Doğu Akdeniz’deki doğalgaz paylaşım rekabetine bodoslama dalmak, Suriye’de Esad rejimini devirmek için izlenen politikalar, Libya İç Savaşı’na taraf olmak, Suudilere karşı Katar’ın hamiliğine soyunmak, Mısır’a karşı Müslüman Kardeşler’i sahiplenmek, Ermenistan’ı savaşla tehdit etmek, Yunanistan’la denizde Navtex gerilimi, hep bundan. Neo-Osmanlıcılık denen şeyin özü, enerji kaynaklarına askeri güçle erişmekten ibaret. Bunun için tek yanlı askeri güç kullanımı, AKP iktidarının içinde debelendiği, debelendikçe daha derine battığı bataktır.
Fakat kapitalizm böyledir. Pasta küçülünce askeri yöntemler devreye girer. Sermaye içeride sıkıştıkça, yeni hakimiyet alanları elde etmek için yüzünü dışarıya döner. Yayılmak, fethetmek ister. Militarizmi yükseltir. Doğalgaz kaynaklarına, petrol kuyularına gözünü diker. Bu uğurda oluk oluk kan akıtmaktan asla çekinmez. Oysa dünyanın bütün petrolleri tek bir gencin canı etmez.
ALİ ERBAŞ’IN ELİNDEKİ KILIÇ
İşte böyle bir ortam içerisinde Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, yeniden camileştirilmiş Ayasofya’nın minberine kılıçla çıktı. O kılıç hem Ortodoks milletlere (başta Rusya, Yunanistan, Ermenistan), hem Arap halklarına hem de Türkiye halklarına ‘derin’ mesajlar içeriyordu. İçeride ve dışarıda Osmanlıcı siyasetin bir kez daha ilanıydı. Hiç kuşkusuz Ali Erbaş orada saray adına konuştu.
Ayasofya’yı tekrar fethetmek, bir yandan 10 yıllık Osmanlıcı fütûhat maceralarının başarısızlığının ilanından başka bir şey değil. Şam’da Emevi Camii’nde namaz kılamayan, Gazze’de miting yapamayan, Libya’da petrol kaynaklarını elde edemeyen, Balkanlar’da Kosova ve Makedonya dışında pek dikiş tutturamayan, Kırım’ın yanına bile yaklaşamayan AKP maceracılığı, nihayet çareyi Ayasofya’yı ‘yeniden fethetmekte’ buldu. Doğu Akdeniz’deki doğalgaz paylaşımı rekabetine kutsal bir örtü örtülmüş oldu. ‘Kılıç hakkı’ gibi ortaçağ mirası bir kavram, 21. Yüzyıl Türkiyesi'nde günlük siyasette kullanıma sokuldu.
DEVLET DİNİNDEN, DİN DEVLETİNE
Ayasofya’nın camileştirilmesi, politik İslamcı hareketin Türkiye’de 50 yıllık hayali idi. Aslında Kemalizmin ‘devlet dini’ çerçevesindeki laikliğiyle hesaplaşmanın bir sembolü idi. Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin dini kontrol etmesinin, dahası Sünni İslam ekseninde bir ‘devlet dinini’ (diğer inançlar aleyhine) örgütlemesinin organı olageldi. Ancak işte gün geldi, aynı Diyanet, bu kez AKP’nin elinde din devletini örgütlemenin bir aracına dönüştü. 24 Temmuz 2020, devlet dininden din devletine doğru geçişin sembol bir tarihidir. Eline kılıcı alan Diyanet İşleri Başkanı, artık adı konulmamış bir Şeyhülislamdır. Ayasofya’yı müze yaptığı gerekçesiyle Mustafa Kemal’in "lanetlenmesi" de bu içeriğin tabii bir yansımasıdır.
Ekonomi bozulurken, maceracı dış politika tecrit olmayı ve türlü başarısızlıkları beraberinde getirirken, halk kitleleri AKP iktidarını sorgulamaktadır. AKP tabanı günden güne erirken, AKP yönetimi bunun karşısına "demokrasi şirktir" ilkesini koymaya hazırlanmaktadır. Ayasofya ile birlikte yandaş basında hızlanan "Hilafet" çağrıları, bir daha hiçbir seçimi kazanamayacakları korkusunun ilanından başka bir şey değil.
Bugüne değin demokrasiyi sandığa indirgeyen AKP, artık kendisinin çıkmadığı sandığı da tanımamanın yolunu yapmaya çalışıyor. Dış politikada Osmanlıcılık, kaçınılmaz olarak içeride de Osmanlıcı devlet biçimine dönüşü getiriyor. İktidara mutlak güç atfeden AKP söylemi, kaçınılmaz biçimde sandığın devreden çıkarılacağı bir devlet biçimine gidişi koşulluyor. Kürt halkının yönettiği belediyelere atanan kayyumlar kaçınılmaz biçimde tüm yönetime kayyum atanacağı bir süreci koşulluyor.