Ansızın geldikleri gibi aniden gidebilirler…

Seçimler yaklaşıyor ve sarayın durumu pek parlak gözükmüyor ya, elinde tutması gereken bazı “kozlar” olduğunun son derece bilincinde.

İnsanın başına gelebilecek en büyük felaket milliyetçiliktir. Hangi topluluk adına, hangi türden olursa olsun…

Daha çocukluğumdan milliyetçilik denilen illetle karşılaşmış, maruz kalmış, hatta o çocuk aklımla mahallede (8-10 yaşlarımda) Rum çocuklarına karşı milliyetçi aşağılamalara ve böbürlenmelere önayak bile olmuştum. Arnavutköy’le Bebek arasında yer alan bizim mahallenin yukarısındaki, ta Bizans’tan kalma ahşap evlerde yaşayan Rumlara karşı arkadaşlarımla birlikte "Kıbrıs Türktür" hezeyanları örgütlediğimi, mahalleden geçen Rum çocuklarına karşı iki çubuğu haç gibi tuttuktan sonra yere atıp üzerinde tepindiğimi hatırladıkça hâlâ utançtan yüzüm kızarır. Çocukluk arkadaşım Cemil Aytulun, eski arkadaşlar olarak birkaç yıl önce buluştuğumuzda, ilkokulda da aynı sınıfta okuduğum arkadaşım Hasan Toka’ya, "sen bakma, Gün o zamanlar enikonu milliyetçiydi" dediğinde, 8 yaşındaki Gün adına yerin dibine geçmiştim. Çocuktuk tabii, çocuklukta yapılan saçmalıkları yıllar sonra gülümseyerek hatırlamak daha mantıklıdır ama bu, o zamanlardan kalma bir travmadır bende yine de.

Üstelik aile içinde de milliyetçi "eğitim"den geçmiş falan değildim. Annemin tarafı Balkanlardan göç etmiş Rumelili Bektaşilerdendi. Babamın tarafı, Kafkaslardan göç etmiş Çerkesdi. Turgay ağabeyim her şeyi alaya alan, nihilist karakterde bir gençti. Buna rağmen, 6-7 Eylül’de Turgay ağabeyim toplumsal histeriye kapılıp Akıntı Burnu’ndaki Rum lokantalarının buzdolaplarını bir güruhla birlikte nasıl denize attıklarını heyecanla anlatıyordu ki, babam sözünü kesip yaptığının saçmalık olduğunu söylemişti. Ağabeyim, "ama baba, milli duygularım galeyana gelmişti" deyince de, babam onu, "başlarım şimdi senin milli duygularından" diye azarlamıştı.

Delikanlılık dönemimde, çocukluğun yol açtığı bilinçsizlikten bir ölçüde kurtulmuş olmalıyım ki, Arnavutköylü Rum gençlerinden arkadaşlarım, Rum kızlarından flörtlerim oldu. O sırada, sanırım MTTB adlı milliyetçi öğrenci örgütünün, 1930’larda açılmış, devlet destekli "vatandaş Türkçe konuş" kampanyasını yeniden canlandırma girişimleri vardı. Sokakta Türkçe konuşmayan Rumlara ya da Ermenilere para cezası kesilecekti. Bu kampanyaya pek kimse itibar etmedi ama milliyetçi hezeyanlara prim veren bu tür girişimlerin özellikle İstanbul’da yaşayan Rum, Ermeni ve Musevileri nasıl yaraladığını, tedirgin ettiğini tahmin etmek zor değildir.

Bizim mahallenin otobüs durağı çok rüzgâr aldığından, 1960’ların başlarında mahallenin gençleri olarak Akıntı Burnu’nun az ilerisine kapalı durak yapılması için ev ev dolaşıp imza toplamaya çıkmıştık. Bizim yaşlarımızda, Marika adlı çok güzel bir kız vardı. Bize şöyle uzaktan baktı ve "Gün, sizin neden imza topladığınızı biliyoruz" dedi. "Nedenmiş, kız?" diye sormuştum. "Bizi buralardan attırmak için…" demişti. Bizim eylemimiz böyle bir şey değildi ama Marika’nın kuşkusunun nedenleri vardı. Nitekim, 6-7 Eylül 1955’ten başlayan süreç içinde, Kıbrıs bahane edilerek, İstanbul’daki kadim Rum halkı Yunanistan’a göçe zorlandı. İlk büyük göç 1964, sonuncusu ise, 1974 Kuzey Kıbrıs işgalinden sonra gerçekleşti. Artık o Bizans’tan kalma ahşap evlerde Rum yerli halkı yaşamıyor. Bakkal Koço’nun su faturası hâlâ onun adına gelse de…

Son zamanlarda en ünlü dizesi dillerden düşmeyen "Bir gece ansızın gelebilirim" şarkısının bestecisi Rüştü Şardağ, Hüsnü (İnal) amcamın eşi Lütfüye Hanım’ın ağabeyiydi. Kendisini Ankara Dedeman Oteli’ndeki bir düğünde tanımıştım. Öylesine şair ruhlu bir insandı ki, o yaz akşamı, elinde rakı bardağı, Dedeman’ın taraçasından, Ankara’nın kızıllaşmakta olan ufkuna doğru şiirler okuyordu. Nereden bilsin, tutkulu bir aşkın ürünü olan şarkı sözlerinin komşu ülkelere karşı bir saldırı olarak kullanılacağını? Rüştü Şardağ, kendisini yürekten çağıran sevgilisine;

Bu kadar yürekten çağırma beni
Bir gece ansızın gelebilirim

diye seslenmekteydi. Oysa milliyetçi saldırganları çağıran kimse olmadığı halde, onlar bu güzelim dizeyi saldırganlıklarını ilan etmek ve komşularını tehdit etmek için kullanmaktadırlar.

Son zamanlarda gazeteleri, televizyon kanallarını ve bu kanallarda yatıp kalktıkları izlenimi veren emekli generalleri fazlasıyla meşgul eden Yunanistan meselesinden söz ediyorum. Eğer bir komşunuzla kavga çıkartmak istiyorsanız bunun için çok bahane bulunur. "Vay bana yan baktın", "vay efendim, çöpünü kapıma bıraktın", "müziğin sesini fazla açtın" vb vb. Diyelim ki, bu konuların hepsinde haklı olsanız bile bu, komşunuzla kavga etmeyi gerektirmez. Her sürtüşmenin suhuletle hallolması olanağı vardır. Hele siz barışçı bir girişimde bulunun, bakalım karşı taraf nasıl davranacak? Yok canım, televizyonda ne zaman görsem gülmem gelen Bahçeli efendinin "ayranı kabarırsa" onu kimse tutamazmış. Komedi düzeyinde savaş kışkırtıcısı adam. Ya da beynelmilel külhanbeyi!

Tabii, bu "ansızın gelebiliriz" edebiyatının körüklenmesinin ardında başka hesaplar olduğunu görmemek için salak olmak lazım. Seçimler yaklaşıyor ve sarayın durumu pek parlak gözükmüyor ya, elinde tutması gereken bazı "kozlar" olduğunun son derece bilincinde. Bu "koz"lardan biri "terör" kozudur. Bunu 7 Haziran-1 Kasım 2015 döneminde başarıyla uyguladılar ve 7 Haziran’da kaybettikleri meclis çoğunluğunu 1 Kasım’da yeniden kazandılar. İkinci "koz"ları ise savaştır. Rojava’ya karşı bir harekâtı denediler, pek geçit bulamadılar. Öyle ki, Esat, AKP hükümeti adına kendisini ziyaret etmek isteyen D. Perinçek-E.Sancak hükümet heyetini bile kabul etmedi. O zaman geriye ne kalıyor? Müttefikleri Azerbaycan’ın Ermenistan’a saldırısına paralel olarak Irak topraklarında Kürtlere karşı sınır ötesi harekât ve Yunanistan’la ulusal sürtüşmeleri körüklemek. En kolay şey, Yunanistan’la ulusal ihtilaf konularını kaşımaktır. Ege adalarından söz etmek bile milliyetçi azgınlıkları tahrik etmeye yeter.

Azgın milliyetçiliğin bazı yan destekleri de var, örneğin ulusalcılık. "Milli davalarda" sağ milliyetçilikten hiç de geri kalmadıklarını göstermek için neler neler yapmaz bu ulusalcılar! Örneğin, İzmir’e bir "saldırı" olursa nasıl en önde çarpışacaklarını söylerler, İzmir Belediye Başkanı’nın yaptığı gibi. Aslında, "bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü" sözünü hatırlatacak bir saçmalıktır bu. İzmir’e saldırılması mı! Bundan Yunanistan’ın bile haberi olduğunu sanmıyorum!

Milliyetçi-ulusalcı saçmalıklardan biri de "anti-emperyalizm" kılığındaki, "NATO Yunan’ın arkasında" propagandasıdır. Günümüzün en "NATO aleyhtarı" partisi MHP’dir, Bahçeli "NATO üslerinin" kaldırılmasını bile talep etti. NATO, çıkarları için Yunanistan’ı kışkırtıyormuş! NATO, üyesi olan iki ülkenin birbirine girmesini neden istesin ki? Yok böyle bir şey. Ama şu var: Türkiye "bir gece gelebilirim" tehditlerini fiiliyata sokarsa, emperyalist çıkarların bekçisi NATO da "bölgesel istikrarı" koruma adına Yunanistan’ın yanında yer alabilir. Böyle bir durumda savaşa karşı toplumsal muhalefetin ise, Rusya’daki Zimmerwald muhalefeti gibi yenilgici bir tutum takınması kaçınılmaz olur. Başlangıçta savaş karşıtı toplumsal muhalefet dikkate alınmayacak kadar önemsiz olabilir. Ne var ki, savaş devam ettikçe, 1917 Rusya’sında olduğu gibi, tüm toplumun kaderini belirleyecek kadar büyük bir ağırlık kazanır. Savaşa güle oynaya giden askerler, sonunda tüfeklerini "kendi" hükümetlerine çevirirler.

Rüştü Şardağ’ın "Bir gece ansızın gelebilirim" şarkısını hatırlatan bir şarkı daha var: Yusuf Nalkesen’in "Gitmek mi zor, kalmak mı zor" şarkısı. "Gelebilirim" dediklerine göre, bir yerlere "gidecekler" demektir! "Kalmaları" zor görünüyor!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi