Süleyman Soylu’nun Diyarbakır Barosu’yla derdi

Diyarbakır Barosu’nun sahip olduğu itibar birkaç yıllık ya da iftiralarla zayıflayacak kadar küçük değil. Özerkliğini koruyarak mücadele eden ve bunun için ağır bedeller ödeyen bir kurum.

Yine Diyarbakır Barosu’nu hedef aldı Süleyman Soylu (S.S.). Üstelik Diyarbakır Barosu’yla ilgili herhangi bir konu gündemde bile değilken. 7 Eylül 2019 tarihinde Dersim’deydi ve bir gazetecinin kendisine Diyarbakır’daki HDP il binasının önünde oturma eylemi yapan insanlarla ilgili bir soru sorması üzerine şunları söyledi:

"Diyarbakır Barosu yöneticileri için söylüyorum. Bu Diyarbakır Barosu içerisinde daha da küçülecekler, mini minnacık olacaklar. Çünkü herhangi bir şey olunca seslerini terör örgütünün paralelinde çıkarmayı çok seviyorlar. Ben vicdanlarından yoksun olduklarını, hukuk bilgisinden de yoksun olduklarını, insanlıklarından da yoksun olduklarını düşünüyorum. Ne zaman terör örgütü onlara, ‘Konuşun’ dediği zaman, Diyarbakır Barosu konuşuyor. Ne zaman terör örgütü, ‘Bir söz söyleyin, bir eylem yapın.’ dediği zaman Diyarbakır Barosu eylem yapmaya çalışıyor. Burunlarının dibindeki bir feryada, bir acıya ses çıkaramayacak kadar zavallılar, zavallılar, zavallılar..."

S.S. yaklaşık olarak 1 yıl önce de Diyarbakır Barosu’nu şu sözlerle hedef göstermişti:

"…Diyarbakır Barosu PKK'ya müzahir bir Baro'dur. Çok açık ve net söylüyorum PKK'ya müzahir bir Barodur. Bütün eylemlerimizde olaylarımızda hukuka dahil olan bütün olaylarımızda PKK sesini çıkarmadığı zaman Diyarbakır Barosu sesini çıkartır."  

Diyarbakır Barosu bunun üzerine S.S. hakkında suç duyurusunda bulunmuş ve şu fani ömrümde beni en çok etkileyen cümlelerden biriyle kendisine cevap vermişti:

"Tahir Elçi’yi aldığınız yerdeyiz!" 

Bunun üzerine S.S. yine Baroyu tehdit etmiş, "Gereğini yapacağız zaten. Nasıl milletvekillerinin terör örgütüne yardım ve yataklık yapması sebebiyle gereğini yapmışsak. Onların da gereğini yerine getireceğiz. Hiç kimsenin endişesi olmasın." demişti.

Diyarbakır Barosu’na ve/ya üyelerine bir operasyon yapılabileceğini düşündüren bu açıklamadan sonra 25 baro S.S.’nun tehditlerine karşı Diyarbakır Barosu’nun yanında olduğunu açıklamıştı. Şimdi şaşıracaksınız ama Metin Feyzioğlu da bir açıklama yaparak S.S.’nun sözlerini eleştirmişti. 

S.S.’nun Diyarbakır Baro’sunu hedef gösteren 7 Eylül tarihli son açıklaması üzerine ise Feyzioğlu bir açıklama yapmadı. Feyzioğlu’nun son dönemdeki ahvalini düşününce S.S.’nun tehdidine tepki vermemesi normal zira ‘mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır’ gibi cümleler kurmakla meşgul bu aralar. Türkiye’nin fındık sorunundan tutun S400 krizine, bulunduğu mevkiyi ilgilendirmeyen ne kadar konu varsa onlara kafa yoran ve yargının bağımsızlığı, avukat hakları ve savunma hakkı konusunda bir şey yapması gerektiğini düşünmeyen Feyzioğlu’nun Diyarbakır Barosu’na yönelik tehdit konusunda bir söz söylememesi hiç şaşırtıcı değil. Geçen yıl Ankara’da katıldığım bir toplantıda dostum diye bahsettiği Tahir Elçi’ye insan hakları ödülü verirken yaptığı konuşmaya rağmen bile şaşırtıcı değil. Herkes şu süreçte kendine verilen rolü hakkıyla yerine getiriyor ne de olsa.

12 Eylül günü Kocaeli’de toplanan Adalet Nöbeti’nde bir araya gelen baro başkanlarının bazıları S.S.’nun Diyarbakır Barosu’na yönelik tehdidini kınadılar ama bana kalırsa bundan daha fazlasını yapmaları gerekiyordu. Paris Barosu’ndan bile bir kınama açıklaması gelmişken Türkiye’deki barolardan bu konuya ilişkin özel bir açıklamanın gelmemesi büyük bir eksiklik. Ayrıca başka sivil toplum kuruluşlarından (STK’lar) ve bireylerden de daha fazla destek gelmeliydi Diyarbakır Barosu’na. 24 Ocak Tehlikedeki Avukatlar Günü’nde Galatasaray Meydanı’ndan İstanbul Barosu’na yürürken taşınan "Avukatların Sesi Kesilirse Yurttaşların Nefesi Kesilir" yazılı pankart bu konuda söylenmesi gereken her şeyi söylüyordu. Bir grup avukatın sesi kesilirse diğer avukatlarınki de vatandaşlarınki de kesilir. Bunu hatırlatmak gerekiyor belki de herkese.

(Kaynak: BIANET)

S.S.’nun Diyarbakır Barosu’nu bu şekilde hedef almasının nedeni oldukça açık kanımca. Temmuz 2016’da OHAL’in ilan edilmesinden sonra ülkede iktidara demokratik yollarla muhalefet etmekte kullanılabilecek bütün araçlar neredeyse yok edildi. Bağımsız medyayı ortadan kaldırmak için çok şey yapıldı mesela. Medya kuruluşlarının bir kısmı kapatıldı; gazeteciler hapsedildi. Bazı medya kuruluşları ise ‘satıldı’. Kısıtlı olanaklarla ayakta durmaya çalışan ve epey risk alarak bağımsız gazetecilik yapmaya çalışan sınırlı sayıda kurumu ve kişiyi bir yana bırakırsak, büyük oranda başarılı da olundu. Ana akım medya diye bir şeyin kalmadığı ülkede televizyon kanalları ve gazeteler tek sesli koroya dönüp iktidara güzellemeler yapan şarlatanlara döndüler.

Aynı dönemde akademik hayata büyük bir darbe vuruldu.  Akademik özerkliğe sahip olmayan üniversitelerin en azından bir kısmı var olan düzenlemeler ve olanaklar ölçüsünde gerçek anlamda bir akademik kurum olmak için çabalamaktaydı. Mantar gibi ülkenin dört bir yanında türeyen ve zaten kadro yetersizliğinden muzdarip olan üniversitelerin varlığı yetmezmiş gibi akademisyenlerin KHK’lar ile ve hukuka aykırı olarak işten çıkarılmaları üzerine rüştünü ispat etmiş üniversiteler bile çoraklaştılar. Bu da yetmezmiş gibi bazıları açıkça iktidarın yanında durduklarını gösterdiler.

İnsan haklarının korunması için mücadele veren STK’lar da büyük bir darbe aldılar. Bazıları KHK’lar ile kapatılırken bazılarının üyeleri hapsedildi. Önce Büyükada’da STK’ların temsilcilerinin, daha sonra Osman Kavala’nın tutuklanması çok sayıda STK’yı kampanya ve savunu yapmayan, kamusal olarak çok da ses çıkarmayan bir pozisyona sürükledi. Elbette yaşananlar ve hala devam etmekte olan baskıya rağmen bazı insan hakları örgütleri büyük riskler alarak çalışmaya ve mücadele etmeye devam ediyorlar ancak genel duruma baktığımızda tablo hiç de iç açıcı değil. STK’lara finansal destek veren kurumların bir kısmı dahi Türkiye’deki çalışmalarını ya askıya aldı ya da hibe verme politikalarını ve öncelik alanlarını gözden geçirdi.

Hal böyleyken henüz ciddi bir şekilde müdahale edilmeyen ve iktidara muhalefet etme kapasitesine sahip kurumların başında meslek örgütleri yer alıyor. Bunlar arasında insan haklarını korumakla yükümlü olan yegâne kurumlar ise barolar. Avukatlık Kanunu’nun 76. Maddesine göre baroların amaçları arasında hukukun üstünlüğü ile insan haklarını savunmak ve korumak yer alır. Yine Kanuna göre barolar, çalışmalarını demokratik ilkelere göre sürdüren tüzel kişilik sahibi, kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarıdır. 30 avukatın bulunduğu her ilde herhangi bir izne veya onaya tabi olmaksızın bir baro kurulabilir. Barolar kuruluşlarını Türkiye Barolar Birliği’ne bildirmekle tüzel kişilik kazanırlar. Ülkedeki durum göz önüne alındığında baroların görece özerkliğe sahip oldukları da söylenebilir. Bu da günümüz Türkiye’sinde iktidarın pek bayıldığı bir durum değil elbette.

Üstüne üstlük, 2018 yılında gerçekleşen baro seçimlerinden sonra çok sayıda baronun yeni yönetimleri iktidarı da Feyzioğlu’nu da eleştiren pozisyonlar alıyorlar. Son olarak 52 baro külliyede düzenlenen adli yıl açılış etkinliğine katılmayacağını duyurdu. Bu barolara üye olan avukatlar ülkedeki tüm avukatların yüzde 90’ını oluşturuyor. Bu oldukça önemli bir oran. Pek çok ilde sivil toplumun sesi epeyce kısılmışken baroların yüksek sesle adalet ve yargı bağımsızlığı talep etmesi, insan haklarını korumaya yönelik çalışmalar yürütmesi ve gerektiğinde iktidara karşı açık bir tutum alması iktidarı epey bir rahatsız ediyor olmalı. Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın barolara müdahale edilebileceğine dair açıklamada bulunması şaşırtıcı değil. 

Bu tablo içinde S.S.’nun, yani devletin, başka baroları değil de Diyarbakır Barosu’nu hedef göstermesinin ‘anlaşılır’ ekstra sebepleri var elbette. Yalnızca Avukatlık Kanunu kendisine böyle bir görev verdiği için değil, kendisi insan hakları mücadelesi vermeyi şiar edindiği için Diyarbakır Barosu on yıllardır Türkiye’de insan haklarının korunması için çokça iş yaptı; yapmaya da devam ediyor. Sıkıyönetim mahkemeleri, devlet güvenlik mahkemeleri, OHAL’ler döneminde ağır hak ihlalleriyle mücadelede, insan hakları ihlallerinin belgelenip raporlanmasında, adalet arayışında önemli çalışmalara ev sahipliği yaptı. Çok zor koşullarda, hayatlarını tehlikeye atarak, işkence görmek pahasına tarihe yazılan savunmaları yapan avukatların bazıları çok şükür ki hala aramızdalar. Bu avukatların mücadele ve direniş abidesi olarak ayakta durmaya devam etmeleri avukatlık mesleğini sürdüren nice insana ilham vermeye devam ediyor.

Demem o ki, Diyarbakır Barosu’nun ülkede sahip olduğu itibar birkaç yıllık ya da iftiralarla zayıflayacak kadar küçük değil. S.S.’nun iddia ettiğinin aksine, hukuk bilgisiyle, adalet duygusuyla ve vicdanla, tüm siyasi gruplara karşı bağımsızlığını ve özerkliğini de koruyarak mücadele eden ve zaman zaman bunun için ağır bedeller ödeyen bir kurum Diyarbakır Barosu.

Üstelik, neredeyse 4 yıl önce katledilen Başkan Tahir Elçi’nin kanı hâlâ yerdeyken, bazı üyeleri hâlâ yargılanmaktayken ve mevcut yönetimine yönelik tehditler devam ederken mücadele etmeye devam ediyor.

Geçen yıl söylendiği gibi, Tahir Elçi’yi aldıkları yerde Diyarbakır Barosu. Cesaretleri varsa gelsinler!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Nurcan Kaya Arşivi