Psikolojinin pisliği (2) - Onur Yitimi faciadır aslında
Bir kişinin onuru başkasının onurunda denenir aslında. Mesela asimetrik güç ilişkisinde güçlü olan güçsüze onur kırıcı davrandığında güçsüzü değil kendisini onursuzlaştırır.
Onur, her insanda doğuştan itibaren ölene kadar var olduğunu saydığımız bir konstrüktür ve dokunulmazlığı gerekli görülen temel bir değerdir. Bu, farklı kültürlerde, inançlarda, sınıflarda ve eğilimlerdeki insanların en eşit olduğu noktadır. İnsan onurunun eşitlik fikriyle ilişkisi soyut bir kavram olmaktan öteye geçer; yaşam koşullarının onurlu bir hayat sürmeye uygun hale getirilmesi gerekliliğini de beraberinde getirir. Onurun bu ekonomik ve toplumsal bağlamı, materyalleştirilmeden, metalaştırılmadan ele almak güçtür.
Cynthia Fleury’nin Die Klinik der Würde (Onur Kliniği) adlı eserinde belirttiği gibi, onur, günümüzde insanı en çok inciten meselelerden biridir. Onur incinmesi, kişide derin narsistik yaralar açabilir. Bu yaraların yalnızca bireyin psikolojisi ya da kişiler arası sorunlarla sınırlı olduğunu düşünmek ise eksik bir yaklaşımdır. Onur incinmelerini anlamak ve önlemek için, yaşam koşullarını onurlu bir yaşamı mümkün kılacak şekilde yeniden düzenlemek gerekir.
Onuru ve onursuzlukları yalnızca psikolojikleştirmek, yani bireyin iç dünyasına veya bireysel ilişkilerine indirgemek, yapısal eşitsizlikleri ve toplumsal adaletsizlikleri görmezden gelmek anlamına gelebiliyor. Oysa onur incinmelerini önlemenin yolu, yaşam koşullarını onurlu bir yaşamı mümkün kılacak şekilde düzenlemekten de geçer. İnsan onurunu yoksulluktan, adaletsizlikten, eşitsizlikten ve çaresizlikten daha çok ne incitebilir ki! Onurlu bir yaşam için ekonomik olanaklar, toplumsal adalet ve eşitlik sağlanmalıdır. Bu, bireysel bir mesele olmanın çok ötesinde, toplumsal ve politik bir sorumluluktur.
Sonuç olarak, onur kavramını yalnızca bireysel bir hak veya içsel bir değer olarak değil, toplumsal düzenlemelerle desteklenmesi gereken bir insanlık meselesi olarak ele almak gereklidir. Onur, bireylerin eşitliği ve yaşam kalitesinin temel taşıdır ve bu nedenle toplumsal yapıların merkezinde yer almalıdır.
Onur ile mahremiyet arasında derin ve sıkı bir bağ vardır. Mahremiyet, insanın en özel ve en gizli alanıdır; mahremin sınırlarının çiğnenmesi, bireyin onurunu zedeler. Onur bir kurgu, bir teorik varsayım olarak görülebilir; ancak bu soyut kavram, insanın mahrem alanında somut bir yer bulur. İnsan, mahremiyetinde onurunu korur ve mahremiyetinin ihlali, onun onurunun da ihlal edilmesi anlamına gelir.
Terapi çok özel mahrem bir ilişkidir de. Terapilerde, bireyin özel hayatındaki mahremiyeti sıkça gündeme gelir. Terapik süreçte birey, kendi mahremiyetini görünür kılabilir ya da bu süreçte mahrem alanlarını yeniden tanımaya başlayabilir. Bu, terapinin doğal bir parçasıdır. Dolayısıyla mahremiyet ve onur, terapinin merkezi konularından biridir. Terapide bireyin mahremiyeti keşfetmesi veya paylaşması, kişisel iyileşmenin bir unsuru olabilir, ancak bu süreç, bireyin onurunun korunması ve saygı duyulması gerekliliğini de beraberinde getirir.
Örneğin, tutukluların çıplak aramaya maruz kalması sadece bireysel bir sorundan ibaret değildir. Bu durum, yalnızca çıplak arananların onurunu değil, aynı zamanda toplumsal mahremiyet ve onur anlayışını da zedeler. Bu tür bir ihlale karşı çıkmak, yalnızca mağdurların onurunu savunmak değil, aynı zamanda kendi mahremiyet ve onur anlayışımıza sahip çıkmaktır. Toplumdaki onursuzlukları ve tacizleri görmezden gelerek kendi onurumuzu korumak imkânsızdır; çünkü onur, bireysel olduğu kadar toplumsal bir değerdir ve bu değer ötekiyle/başkasıyla ilişkimde oluşur. Bir kişinin onuru başkasının onurunda denenir aslında. Mesela asimetrik güç ilişkisinde güçlü olan güçsüze onur kırıcı davrandığında güçsüzü değil kendisini onursuzlaştırır. Kişi ötekinin onur sınırlarına özen gösterebildiğince onurlu olabilir. Devlet azınlıklarının, hastalarının, yoksullarının, mahkumlarının onurunu koruyabildiği kadar onurludur. Gerald Hüter (Würde=Onur) kitabının alt başlığı olarak bir toplumu ve bireyi güçlü yapan şeyin onur olduğunu yazar.
Terapilerde toplumsal sorunların doğrudan çözülmesi mümkün olmaz. Ancak, bu sorunları görmezden gelmek, danışan ve terapistin sessiz bir iş birliğiyle gerçekliği inkâr etmesi anlamına gelebilir. Onursuzluğun yaygınlaştığı ve olağanlaştığı bir toplumda, terapi odalarının steril kalması mümkün değildir. Terapistler, bireysel sorunların ardında yatan toplumsal bağlamları dikkate almak zorundadır; aksi takdirde terapik süreç, bireyin iyileşmesini değil, toplumsal gerçeklikten uzaklaşmasını destekler.
Sonuç olarak, mahremiyet ve onur, bireysel ve toplumsal düzeyde birbirine bağlı kavramlardır. Mahremiyetin ihlali, yalnızca bireysel bir zarar değil, toplumsal bir değerin yitimi anlamına gelir. Bu bağlamda terapi, bireyin onurunu ve mahremiyetini korurken toplumsal bağlamı da göz önünde bulundurmalıdır. Toplumda onursuzluk ve mahremiyet ihlalleri yaygınken, terapinin bu gerçeklikten izole olması mümkün değildir ve olmamalıdır.
‘Pozitif olalım’ bir inkâr, bir saçmalıktır…
Son yıllarda “pozitif olalım” ve “mutluluğun sırları” olarak sunulan pozitif psikolojiyi eleştirel bir şekilde değerlendirmek gerekiyor. Bu, yüzeyde psikolojik bir yaklaşım gibi görünse de aslında bir ideolojinin psikolojik ambalajla sunulmuş halidir. Yıllar önce, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Psikologlar Birliği’nde Martin Seligman adında bir isim yükselişe geçti. Seligman, “pozitif psikoloji” adını verdiği tezlerini sundu ve bu tezler bir anda dikkat çekti. Ancak bu popülerleşme süreci, tamamen organik değildi. Edgar Cabanas ve Eva Illouz’un Das Glücksdiktat (Mutluluk Diktası) adlı eserinde belirttiği üzere, anonim bir avukatlık şirketi bu “değerli teori” için tam 1,5 milyon dolar destek sağladı.
Kısa sürede pozitif psikoloji, büyük bir kurumsal ağ oluşturarak yaygınlaştı. Liberallerden muhafazakârlara kadar geniş bir yelpazeden örgütler ve kurumlar bu akımı destekledi. Dahası, CIA ve diğer birçok vakıf, bu ideolojiye ciddi finansal kaynaklar aktardı. Böylece pozitif psikoloji, “mutluluk fabrikaları” gibi çalışmaya başlayan bir sistem yarattı ve bu sistem, insanları mutlu etme iddiasıyla üretime geçti.
Bu süreçte, pozitif psikoloji yalnızca bireylerin mutluluğunu artırma vaadiyle kalmadı; aynı zamanda ordu gibi kurumlarda da kullanıldı. Özellikle Amerikan ordusu, “mutlu askerler/katiller” yaratmak amacıyla bu psikolojiden yararlandı. Afganistan ve Irak’ta savaşan askerlerin moralini artırmak için kullanılan bu yöntemler, Seligman’ın “yenilmez ordumuz” ifadeleriyle savunuldu.
Pozitif psikolojinin mutluluk reçetesi, yalnızca ordu için değil, büyük şirketler için de cazipti. Coca-Cola gibi dev markalar, tüketicilerini daha “mutlu” hissettirmek amacıyla bu projelere yatırım yaptı. Ancak burada asıl önemli olan, bir fikrin ya da psikolojik konseptin kimler tarafından geliştirildiği veya hangi ülkede yaygınlaştığı değil; bu kuramın kime, nasıl ve ne amaçla hizmet ettiğidir.
Pozitif psikoloji, bir ideoloji olarak üretilip dünyaya psikolojik bir ürün şeklinde pazarlandı. Günümüzde bu ideoloji, milyarlarca dolarlık bir ticaret hacmine sahip. Ancak bu “mutluluk fabrikaları”nın arkasındaki gerçek niyetler ve sistematik manipülasyonlar, bu psikolojik konseptin aslında ne kadar problemli olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Mutluluk psikolojisinin yaptıklarını anlatan kitabı Eva Illouze ve Edgar Cabanas yayınladılar. Ben de bu kitabın bizdeki karşılığına bakmaya çalışacağım.
Pozitif olmak ve ucuz mutluluk reçetesi
Bu finansal akış ve hızlı örgütlenme, akademide de güçlü bir destek buldu. Kısa sürede mutluluk endüstrisinin ihtiyaç duyduğu ve beklediği sonuçlar, bilimsel ve akademik olarak onaylanmış gibi sunuldu. On binlerce makale ve “bilimsel” yazı, adeta bir furyayla piyasaya sürüldü. Artık mutluluk, bilimsel bir konu haline getirilmişti ve pozitif düşünce sayesinde pek çok sorun çözülebilir gibi görünüyordu. Ancak bu, aslında bir tutumu pazarlama çabasıydı: kendinden emin, mutluluğun formülünü bulmuş ve reçetesine sahip kişiler bu düşünceyi yaydı.
Bu durum öyle bir noktaya geldi ki, artık mutluluğu satmak için akademik ya da psikolojik bir arka plan gerekmiyordu. Koçlar, kişisel gelişim uzmanları, terapistler, danışmanlar, enerji satıcıları, astrologlar, hatta rüya tabircileri bile bu “mutluluk üretimi” sistemine katkıda bulunmaya başladı. Ancak bu kadar geniş bir “mutluluk fabrikası” varken ve yüz binlerce insan “insanlığa hizmet ederken,” mutsuzluğun artmaya devam ettiğine tanık oluyoruz.
Bu fabrikanın temel hammaddelerinden biri, bazı psikoanalitik kuramlar ve kavramlardır. Örneğin, bilinçaltı popüler bir ilgi alanına dönüştü. Bilinçaltına “girip tamir edenler,” onu “temizleyenler,” psikoanalitik kuramların belli kalıplarını araçsallaştırdı. “Çocukluğunuza inelim” gibi ifadeler, popüler ama derinliksiz bir anlatıya dönüştü. Çocukluğa inen bir “asansör” varmış gibi sunulan bu yaklaşımlar, insanlara mutluluklarının eksik olduğunu, negatif enerjilerden kurtulurlarsa iyileşebileceklerini ve pozitif enerjiyle dünyanın düzeltilebileceğini iddia ediyor.
Mutluluğu tanımlayıp ona ulaşmanın rotasını çizen bu söylemler, bazen absürt sonuçlar doğuruyor. Örneğin, “Sabah eşinize güler yüzle ‘merhaba’ derseniz, size pozitif enerji döner” gibi basit reçeteler sunuluyor. Buna göre, dünyanın tüm meselelerinin sorumlusu, eksik bir güler yüzlü “merhaba.” Daha da ötesi, bazı terapistler mutluluğun reçetesini cinsellikte buluyor: “Haftada iki kez seks yapmalısınız.” Peki, bu ölçümleri kim yaptı? Mutluluk gerçekten haftada iki kez seks yapmakla mı tanımlanır? Evli olmayanların mutlu olma şansı yok mu? Ya da evlilik dışı seks, mutluluğu sağlamaz mı?
Seksin zararları
Aşk kolektif kültürlerde bireyselleşmeye imkân verir. Çünkü aşk, bir kişinin “A” kişisini istemesi ve “B” kişisini istememesinin gerekçesidir. Bireyseldir, çünkü kişi ailenin önerdiğini değil kendi istediğini seçer ve bu seçmeyi aşkla gerekçelendirir. Kadın-erkek ilişkilerinde aşk, kapitalizmin ilişki konseptinin adeta motoruydu. İlişkiler sevgiyle, aşkla değerliydi. Eş terapilerinde eşlerin birbirlerini sevip sevmediklerini sormak terapik anlamda çok önemli sayılıyordu. Kuşkusuz bu terapik anlamda önemlidir. Ama bu soru çok ideolojik de. Aşk o kadar gerekli ve olması gereken ve ilişkilerde kaçınılmazdı ki insanlar belirli bir yaşa geldiklerinde “aşk baskısını” hissediyorlardı adeta. Aşk bir ritüeldi ve bu ritüelin uygulama süreçleri vardı. Yani âşık olanlar akşamdan kafayı vurup uyumazlardı. Aşkın ritüeli, sürekli sevgiliyi düşünmek, uykusuz kalmaktı. Belirli bir yaşa gelip de aşkı yaşamayanlar yetersizlik, yoksulluk, değersizlik hissediyorlardı ve bu dönemde herkes âşık olmanın peşindeydi. Aşk öylesine abartılıyordu ki adeta bir ideoloji, bir din gibi sunuluyordu. Devrimciler, sevgiyi, aşkı devrimci eylemden sayarken; dinciler, kutsala aşkı önceliyorlardı…
Sonra sosyal medya ve bu mecralardaki flörtleşmeler ortaya çıktı. Sevişmek için meşakkatli aşk ritüeline gerek olmayan Tinder ve çeşitli “dating” hizmetleri devreye girdi. Dijital çöpçatanlık, sadece seks için buluşmalar… Seks için aşka gerek olmadığını öğrendi insanlar. Tüm bu gelişmelere rağmen aşk, bireysel bir ütopya olarak hâlâ revaçta. Gençler… şiirler, dizeler, türküler, ezgiler gibiydi. Ütopyaları vardı: Dünyayı kurtarmak. Sonra kurtarmayı tasarladıkları dünya üzerlerine yıkıldı. Önceleri dünyayı kurtarmak için uğraşan gençler, dünyanın çok büyük bir yer olduğunu ve halkların da kurtarılmaya pek niyetli olmadığını gördüler. İşte tam da bu noktada aşk, bireysel bir ütopya haline geldi. İnsanlar düş kırıklıklarını aşk ile onarmaya çalıştılar. Aşk, gerçekleşmesi mümkün bir ütopyadır.
Seksin kolay ve çabuk yaşanılabilir olmasıyla birlikte, “seks uzmanları” – daha doğrusu seksin nasıl yapılması gerektiğini anlatan uzmanlar – türedi. Kapitalizmde alıcısı olan her ürün satılabiliyordu. Bu uzmanlar seksin nasıl ve ne sıklıkla olması gerektiğini bilimsel olarak araştırdılar. Kim önde, kim arkada, kim üstte, kim altta olmalı, ‘bilimsel’ olarak açıklandı. Seks, mutluluğa giden en kısa yoldu. Doyumlu seks, biraz gayret gösterilir ve uzmana danışılırsa mutluluk yaratabilirdi. İşte ideal seksin nasıl olması gerektiği tanımlandığında, bu şablona uymayanlar da “defolu”, “sapık”, “yetersiz seks” olarak damgalandı ve yatak performansları üzerinden patolojiler üretilmeye başlandı. Mutsuzluğun nedeni seksteki niceliksel eksiklikti.
Burada kentleşme sürecinde keyif ve zevk alınan alanların daralması da etkili oldu. Müslümanların, ağırlıklı olarak “oral” ve “cinsel” alana sıkıştırılan bir haz dünyaları var. Cennetin “oral” bir mekân olarak tanımlanması, çeşitli ve sınırsız yemek ve cinselliğin sonsuz ve sınırsız yaşanacağı bir yer olarak varsayılması tesadüf değil. Bu anlatıya bazı gençlerin “Cennete gerek yok, bu dünyada başlayalım” arzuları da etki etti.
Eş terapistleri “seksin ilişkide çok önemli” olduğunu uzun uzun anlattılar. Sonra da kaç kez, nasıl, ne şekilde sevişileceği standardize edildi. Standarda ulaşamayan “hasta” ve “mutsuz” ilan edildi. Bu tanımlamalardan ötürü ne kadar insan mutsuz oldu bilemiyoruz, ama konulan çıtayı atlayamayanlar kendilerini depresyonda buldular. Mutluluk sekse bağlı ve bu performansı göstermeyenler madalya (mutlu) alamıyorlar.
Seksle olan ilişki ikilemli ve karmaşıktır. En mahrem ve en gizli olan, aynı zamanda en bariz olan şeydir. Sabah uyandığında annesinin soğuk kış günü duş aldığını gören genç, bunun sadece hijyenik bir mesele olmadığını bilir; çünkü baba da aynı zamanda gusül abdesti almak için sıra beklemektedir. Televizyonda bir öpüşme sahnesi çıktığında hemen kanal değiştiren anne ve baba, bir din programında hoca efendinin huriler ve yemek hikâyelerini ailecek hayranlıkla izleyebilir. Yoksullara, cennette yenilecek sonsuz ve sınırsız yemek hikâyeleri pazarlanır.
Terapistler bu ikilemli ve çatışmalı ilişkileri bilimsel ve tıbbi kavramlarla açıklarken, utanma duygusunu bilimin arkasına görünmeyecek biçimde park ediyorlar. Birkaç kez yazdım. Hammurabi Yasaları’nın çoğu eş, aile ve cinsellik üzerine. Yani bilinen ilk yazılı yasalar bile cinselliğe göre şekilleniyor. Dinler, tanrılar, devletler, otorite… Evlerde de bu otoritenin temsilcisi baba cinselliğin nasıl olması gerektiğini, kimin kiminle nasıl olacağını belirler. Yani tanrı, devlet, otorite mutlaka yasak/mahrem olana müdahale eder. Dinsel otoritenin sürekli cinselliğe dair açıklamaları bir tesadüf değil. İslam hazzı dar alana hapsediyor. Yani haz oralite ve cinsellik üzerinden yaşanabiliyor. Bu nedenle cennet fantezileri de sınırsız yemek ve seks vaadi içeriyor. Yani din otoritesi ‘kim’ ‘kiminle’ ve 'nasıl’a sürekli karışıyor. Ayrıca devlet, din bu kadar önemli konunun dışına kalmaz ve bu konuları politikleştirir. LGBT tartışması, dinsel bağlamdaki evlilik yaşı tartışmaları da bununla ilgilidir. Modern ülkelerde otorite, bu konularda biraz daha geride duruyor. Bu görevi terapistler üstlenmiş durumdalar. Örneğin Almanya’da seks terapileri, eş terapileri ve diğer birçok terapi türünde “kim, kiminle, nasıl, ne sıklıkla” soruları konuşuluyor.
İnsana ve insan ilişkilerine dair konular kuşkusuz psikolojinin kapsamına girer. Ancak terapistin, “doğruyu” bildiğini iddia ederek bu pozisyondan konuşması problemlidir. Çünkü tarih boyunca cinsel teknikler pek fazla değişmese de toplumun cinselliğe bakışı ve tutumu sürekli değişir. Viktoryen ahlak anlayışı ile günümüz arasındaki cinselliğe bakış farkı adeta bir uçurumdur.
Kişinin kendisi açıkladığı için değinebilirim: Sosyal medyada bir tiyatro oyuncusu, gördüğü işkence nedeniyle çocuğunun olmadığını, bu nedenle bazı çocukları evlat edindiğini gururla anlatıyordu. Evlatlıklarıyla yaşadığı mutluluğu paylaşıyordu. Şunu söylemeye çalışıyorum: İnsanın mutlu olmasının seksin dışında da imkânı var. Mahrem sadece yatak odalarında yaşanmaz. Paylaşmanın, dayanışmanın, direnmenin de insanı mutlu edebileceğini unutmayalım. Bir romanın, şiirin, tablonun bittiğinde sanatçının yaşadığı, tarif edilmesi kolay olmayan bambaşka bir mutluluktur. Sahnede alkışlanan tiyatrocuların yüzlerine bakınca mutsuz insanlara rastlamazsınız.
Televizyonlarda ve sosyal medyada, uzmanlar, haftada kaç kez sevişilirse sağlıklı olunacağı üzerine uzun uzun konuşuyorlar. Ayrıca, sevişmenin nasıl olması gerektiği, süresinin ne kadar olacağı gibi ayrıntılar da “sağlığa ve mutluluğa uygun” bir şekilde açıklanıyor. Ancak, bu kadar çok konuşulan, hakkında bu kadar bilgi edinilen ve sıkça deneyimlenen bir şeyin hala problem olması dikkat çekici.
Cinsellik, günümüzde adeta bir çamaşır makinesi programı gibi ele alınıyor. Uzun, hassas, kısa programlar var ve bir uzman size hangi programın uygun olduğunu söylüyor.
Mutluluk için yazılan reçetede önce beğenilecek, sevilecek, birlikte olunacak, sonra da terapi programına uygun şekilde sevişilecek… Aslında insanlar seksin olmadığı, yine de güzel ve doyumlu başka ilişkiler de tanıyorlar: Dostluklar, iyi akrabalık ilişkileri, arkadaşlıklar, yoldaşlıklar…
Burada dikkat çekmek istediğim nokta şu: Bize doğal ve normal gibi sunulan pek çok şey aslında oldukça saçma. Eş terapilerinde görüyorum ki, bir süre sonra çiftler (evli ya da değil) arasındaki cinsel ilişkilerde niceliksel ve niteliksel değişiklikler yaşanabiliyor. Bazı ilişkiler seks olmadan da sürdürülebiliyor. Bu durumda, ilişkinin “patolojik” olduğunu neye dayanarak söylüyoruz? İki insan arasındaki ilişkiyi yalnızca o iki kişi tanımlayabilir. Eğer onlar ilişkilerinde bir sorun görmüyorsa, “Seks sıklığınız yetersiz, bu ilişki sorunlu,” demek bir terapistin görevi değildir.
Terapistin görevi, bir ilişkiye dışarıdan kendi normlarını dayatmak değil; ilişkinin dinamiklerini anlamak ve bu dinamiklerin taraflar için tatmin edici olup olmadığını değerlendirmektir. Terapi, insanların ilişkilerine dair memnuniyetlerini keşfetmeye odaklanmalı, onların hayatlarına uymayan bir “doğru”yu dayatmaya değil.
Psikoloji çok önemli… Terapiler, uzun yolculuklar… Psikanaliz, dünyayı başka anlama/hissetme ve insanlarla başka ilişkilenme deneyimi… Terapi gereksizdir demiyorum. Terapistlerin yaptıkları işe sorgulayıcı ve eleştirel bakmaları gerektiğini anlatmaya çalışıyorum…
Devam edecek…