Sosyal medya yazıları (1) - Dijital çağın insanları/Analog çocukluklar
Sosyal medya, bireylerin gerçek hayatta kimlikleriyle yapamayacakları şeyleri sergileyebildikleri bir alan sunuyor. İnsanlar, kendilerinde bastırdıkları ya da sakladıkları yanlarını sosyal medyada bir şölen havasında yaşıyorlar.
Benim yaş grubumdaki insanların çocukluğu analog dünyada geçti. O dönemlerde tanışma ve arkadaşlıklar fiziksel mekâna bağlıydı. İnsanlar aynı köyde veya kentte yaşadıkları için birbirlerini tanıyabiliyor, ilişkiler genellikle bu sınırlı çevre içinde şekilleniyordu. Daha sonra mektup arkadaşlıkları yaygınlaşmaya başladı. Bu hem dil öğrenme çabası hem de egzotik hayaller kurma isteğiyle tercih edilen bir iletişim biçimiydi. Kendi hayatımızdan veya çevremizden hoşnut olmadığımızda, bu mektuplar aracılığıyla yarattığımız hayali dünyalara sığınır, bambaşka bir yerde yaşadığımızı düşlerdik. Şiirlerimiz, iletişim ve sembollerimiz başkaydı. Flörtler de. Yere düşürülen mendile yüklenen anlamlar… Duygulanımlarımız, kendimizi bulduğumuz dizeler de: ‘’ Selamın geçiyor besbelli / yeşerdi telgraf direkleri‘’ (Niyazi Akıncıoğlu)…
Bugün ise dijitalleşme, tanışma ve arkadaşlık süreçlerini kökten değiştirdi. Dijital arkadaşlıklar artık mekâna bağlı değil; dünyanın çok uzak noktalarındaki insanlarla bağlantı kurmak mümkün. Ancak bu yeni biçim, ilişkileri daha yüzeysel bir hale de getirdi. Arkadaşlık, bir isim listesinden ibaret gibi görünebiliyor ve bu listelerdeki ilişkiler genellikle “beğendim,” “beğenmedim” ya da “haberim yok” düzeyinde bir etkileşimle sınırlı kalabiliyor. Fiziksel mekâna dayalı yakınlık ve derin bağlar yerini, zaman ve mekân kısıtlamalarının ötesine geçse de daha az kişisel, daha hızlı tüketilen ilişkilere bıraktı. Bu değişim, arkadaşlık kavramını farklı bir boyuta taşıdı; daha erişilebilir, ancak aynı zamanda daha kırılgan ve yüzeysel bir hale getirdi.
Analog dünyada iletişim, genellikle mektuplar ve analog telefonlar aracılığıyla gerçekleşirdi. Postacının uğradığında bir haber getirmesi veya bir mektup okumak, yaşamın özel ve anlamlı anlarından biriydi. Telefon ise yalnızca belirli bir kesimin sahip olduğu bir ayrıcalıktı ve herkesin her an erişebileceği bir araç değildi.
Dijital dünyaya geçişle birlikte iletişim, e-posta ve mesajlaşma uygulamaları sayesinde zamandan ve mekândan bağımsız hale geldi. Artık herkes, her an erişilebilir durumda. Bu durum, bir yandan hayatı kolaylaştırırken, diğer yandan sürekli bağlantıda olma zorunluluğu ve bu bağlantıya bağımlılık gibi yeni sorunları da beraberinde getirdi.
Analog dünyada haber, olay gerçekleştikten sonra oluşurdu. Örneğin, bir araba kazası meydana gelir, gazeteciler olay yerine gider ve yaşananları, kazanın şiddetini yazarak aktarırdı. Günümüzde ise süreç tersine döndü: önce görüntüler geliyor, ardından bu görüntülere bağlı haberler oluşuyor. Artık önce film ya da görüntü, sonra olayın şiddeti gözler önüne seriliyor.
Geçtiğimiz günlerde düşen bir uçağın uçuş anını, yükseklik kaybettiğini ve saniyeler içinde yere çakıldığını hep birlikte izledik. Haber olacak olaydan önceki süreci adım adım görmüş olduk. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri ise 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısıdır (Fabian Bernhard, Rache). Önce uçakların kulelere yaklaşmasını, çarpışma anını, ardından yangını, en son ise kulelerin yıkılışını ve faciayı izledik.
Bu, haber ve olay algımızı tamamen değiştiren bir gerçeklik yarattı; artık yalnızca haberleri okumuyor, olayları neredeyse eş zamanlı olarak yaşıyoruz.
Analog dünyada önemli anlar genellikle fotoğraflanır ya da videoya çekilerek saklanırdı. Önemli olaylar ve anılar, bu şekilde korunurdu. Ancak dijital dünyada önemsiz olan şeyler, önemliymiş gibi sunuluyor. Örneğin, bir kişi yaptığı salatayı, süpürdüğü odayı ya da aldığı ayakkabıyı büyük bir olaymış gibi paylaşabiliyor. Önemsizin önemlileş(tiril)mesi, sansasyon yoluyla mümkün hale geliyor. Öyle ki, salatanın unutulan limon suyu bile bir sansasyon unsuru olabiliyor. Bu durum, önemli olanın da magazinleştirilmesini beraberinde getiriyor.
Burada popülizme hizmet eden bir problem ortaya çıkıyor: Gerçekten önemli olanlar gözden kaçıyor ve önem sıralamasında geriye düşüyor. Bu önemsizliği önemseyenler, narsistik kazanımlarını kaybetmemek için kıyasıya bir rekabete giriyor. Bu durum, dijital dünyada bir tür “dijital çöplük” oluşmasına neden oluyor.
Analog dünyada bir kişinin takip edilmesi, genellikle kriminal bir faaliyetti. Uzaktaki insanlar, bir kişiyi istihbarat amacıyla izler ya da sosyal denetim için birbirlerini takip ederdi. İmajiner takipler ise daha çok paranoyanın bir ürünüydü. Günümüzde ise bu durum tamamen değişti. İnsanlar narsistik nedenlerle adeta “Beni takip edin!” derdinde.
Artık insanlar, bir şeyleri karşılık beklentisiyle beğeniyor. Yani, beğenilerimiz samimi bir hayranlıktan çok, bir çeşit hesaba dayanıyor. Bir gönderiyi gerçekten beğendiğimiz için değil, daha çok “onlar da beni beğensin” diye beğeniyoruz. Bir süre sonra, her grup kendi içinde homojenleşiyor; aynı şeyleri karşılıklı olarak beğeniyor veya beğenmiyor. Bu süreçte, “gerçekten beğenmek” kavramı giderek değerini yitiriyor.
Bu durum narsisizmin de dönüşüm geçirdiğini gösteriyor. Mitolojik figür Narkissos, kimseye ihtiyaç duymadan yalnızca kendisini beğeniyordu ve bu ona yetiyordu. Ancak günümüzde narsistik denge, mümkün olduğunca çok beğenilmeye odaklanmış durumda. Beğenilmemek, adeta insanı çileden çıkarıyor. Modern narsisizm, dışarıdan onay ve hayranlık arayışına bağımlı bir yapıya büründü.
Ancak dijital dünya, gerçekten önemli olanın peşine düşenlere de sınırsız olanaklar sunuyor. Bu çift yönlü yapı, dijitalleşmenin hem risklerini hem de fırsatlarını bir arada barındırdığını gösteriyor.
Analog dünya, somut nesnelere ve onların görünürlüğüne dayanıyordu. Fotoğraflar, albümlerde saklanan ve dokunarak hissedilen anılardı. Kitaplar, işaretlenip kitaplık raflarına konulurdu. Para, fiziksel bir varlık olarak cüzdanınızda taşınıp alışverişte elden ele verilirdi. Ancak dijitalleşme, bu somut nesneleri soyut birer veri haline getirdi. Fotoğraflar dijital arşivlerde saklanıyor, kitaplar dijital cihazlarda okunuyor, para ise artık bir ekran üzerinde görünen sayılardan ibaret. Müziğin de benzer bir dönüşüm geçirdiğini görüyoruz; kasetler, plaklar ve CD’ler gibi dokunulabilir nesnelerin yerini, dijital dosyalar aldı. Bu “eşyasızlık” durumu, hayatı kolaylaştırırken, aynı zamanda bizi maddi nesnelerden koparıp tamamen dijital bir bağımlılığa sürükledi.
Dijital bağımlılığın en hassas yanı, güvencesizliktir. Fiziksel dünyada bir nesneye sahip olmanın verdiği güven duygusu, dijital dünyada yerini sürekli bir kırılganlığa bırakıyor. Örneğin, bir virüs programı ya da sahte bir mesaj, tüm dijital varlıklarınızı tehlikeye atabilir. Telefonunuz bozulduğunda bankadaki paranıza ulaşamayabilir, hatta kapı kilidiniz dijital bir şifreyle çalışıyorsa kendi evinize bile giremeyebilirsiniz.
Dijitalleşme, bize birçok kolaylık sunsa da aynı zamanda sistemlerin düzgün çalışmasına ve güvenliğine bağımlı hale gelmemize neden oldu. Bu durum, teknolojinin getirdiği konforun yanı sıra, hayatımızı şekillendiren önemli bir kırılganlığı da beraberinde getiriyor.
Çoğu hayat, kahramansız düşünülemez. Dijital dünya da kahramanlığa bir alan tanıyor. Robin Hood, zenginlerden alıp yoksullara dağıtıyordu; Kadir İnanır’ın raconunda ise her zaman yoksuldan yana olmak vardı. Dijital dünya, bu kahramanlık konseptlerini kendine uyarladı. Ancak yoksullukla mücadele etmek yerine, yoksullara yardım etmek, en tehlikesiz ve en çok takdir edilen kahramanlık tipi haline geldi.
Fenomen olarak adlandırılan kişiler artık sadece fenomen değil; aynı zamanda kampanyalar düzenliyor, yoksullara yardım ediyor, kimsesizlere yemek dağıtıyor. Bu az tehlikeli kahramanlık biçimi, politikacıların da hoşuna gidiyor. Ramazan çadırları, makarna dağıtımları ve benzeri yardımlar, bu “kolay kahramanlık” anlayışını destekliyor. Bu söylediklerimle yoksullara yardımdan vazgeçilsin demiyorum. Ancak düzen eleştirisi yapanların hapiste, sürgünde ya da mezarda olduğu bir dünyada, bu tür yardımlar en az risk taşıyan kahramanlık biçimi haline geliyor.
Ancak bu tür yardımlar, yoksulluk gibi derin toplumsal sorunların köküne inmek yerine, sadece geçici bir çözüm sunuyor ve aynı zamanda sistemin sürdürülebilirliğine katkıda bulunuyor. Dijital dünya, bu kolay kahramanlık biçimini yaygınlaştırırken, kahramanlık kavramının anlamını da dönüştürüyor.
Sosyal medya
Sosyal medya, günlük hayata özgü yeni ritüeller oluşturdu. Sabah uyanıldığında ilk iş olarak belirli uygulamalara göz atmak, sosyal medya üzerinden yapılan “günaydın” selamlaşmaları, doğum günü kutlamaları ya da ölenler için önceden hazırlanmış taziye mesajları gibi alışkanlıklar artık hayatın bir parçası haline geldi. Ancak bu ritüellere rağmen, ayakları yere basan bir ahlaki tutum gelişmiyor. Çünkü sosyal medya, genellikle çalmak, soymak, kendine ait olmayanı bölüşmek ve toplumdaki ahlaksız olanı çekici kılmak gibi eğilimlere zemin hazırlıyor.
Bir başka mesele de çocuğun, toplumdaki değerleri içselleştirerek bir ahlaki sistem (üst-ben) oluşturmasıdır. Yani, toplumun dışındaki değerlerin birey tarafından benimsenip içselleştirilmesi ve daha sonra bu değerlerin, dışarıda karşılaşılan durumlarla karşılaştırılarak bir değerlendirme sürecine tabi tutulması ahlakın temelini oluşturur. Örneğin, “hırsızlık kötüdür” değerini içselleştirdiğinizde, bir hırsızlık vakasıyla karşılaştığınızda bu durumu kendi iç değerlerinizle karşılaştırırsınız. ‘Ayakkabı kutuları’na baktığınızda, içsel değerleriniz bu durumu sorgular. Ancak, başınız belaya girmemesi için bu sorgulamayı manipüle edebilir, görmezden gelebilir ya da inkâr yoluna gidebilirsiniz. Bu, ahlaki sistemin bireyde ve toplumda nasıl zedelendiğine işaret eder.
Burada bir diğer önemli mesele sosyal medya. Sosyal medya, sınırsız fotoğraf, bilgi ve ileti ile dolu. Her gün yüzlerce, hatta binlerce bilgi, haber ve görselle karşılaşıyoruz. Ancak, bu kadar hızlı ve yoğun bir bilgi akışı, gördüklerimizi anlama, kavrama ve içimizdeki değerlerle sağlamasını yapma fırsatı tanımıyor. Bu durum, ortak ahlaki değerlerin yitirilmesine yol açıyor. Yani, toplumun ortak değerleri ve ahlaki ölçütleri, bu hızlılık ve yoğunluk içinde anlamını kaybediyor.
Başka bir mesele de otoriter toplumlarda her tartışmanın kaçınılmaz olarak ahlaki bir tartışmaya dönüşmesidir. Örneğin, cinayet gibi hukuk sistemine ait bir mesele bile ahlaki açıdan tartışılır hale geliyor. Bu, otoriter yapıların ahlakı bir kontrol aracı olarak kullanmasından kaynaklanır. Hukuki normların ve objektif düzenlemelerin yerine, bireylerin ahlaki yargıları ön plana çıkarılır. Sonuç olarak, bireyler ve toplum, hukuki olanı değil, ahlaki olanı tartışmaya başlar ve bu da ortak bir zeminin kaybına neden olur. Cinayetleri bile hukuk ve kriminalite çerçevesinde değil, ahlak çerçevesinde tartışıyoruz.
Sosyal medyada insan ya kendini ya da başkasını sömürüyor. Kişi, kendine ait olanı, mahremiyetini teşhir etmeyi bir haz kaynağına dönüştürüyorsa aslında kendini sömürüyor demektir. Bu süreçte utanma duygusu, utanmazlığa dönüşebiliyor. Bu durum, gerçekliğin deforme olması anlamına geliyor. Teşhirci-röntgenci dinamiğinde, bir tarafın bilmezliği ya da fark etmezliği temel bir unsurdur. Röntgenci, birinden haz alırken, haz alınan kişinin bu durumdan habersiz olması dinamiğin gerilimini ve hazzını artırır. Bu gizlilik ve yasaklılık, süreci daha çekici hale getirir. Ancak, sosyal medyada teşhirci-röntgenci dinamiğinde her iki taraf da bu durumun farkındadır. İşte bu farkındalık, gizliliğin eksikliğini doğurur ve tarafların haz almak için daha fazla abartmaya, saçmalamaya yönelmesine yol açar. Bu da hem izleyeni hem de göstereni daha uç noktalara sürükleyen bir döngü yaratır.
Yemek bile bir lezzet ve tat deneyimiyle değerlendirilmesi gereken bir şeyken, sosyal medyada yalnızca görüntüye indirgeniyor.
İnsanda, bebeklikten itibaren görülmek, fark edilmek ve ilgi görmek gibi temel gereksinimler vardır. Ancak, herkesin aynı anda bu istekleri taşıdığı bir ortam, adeta bir kalabalık ve cangıla dönüşüyor. İnsanların kendini duyurmak için haykırdığı bir karmaşa içinde, bireysel görünürlük arayışı giderek daha yorucu ve rekabetçi bir hale geliyor. Sosyal medyanın sunduğu bu olanaklar, aynı zamanda toplumsal ilişkilerin yüzeyselleşmesine ve gerçeklik algısının zedelenmesine yol açıyor.
Sosyal medya, bu tür ritüellerle yalnızca iletişimi değil, aynı zamanda bireylerin kendilerini ifade etme biçimlerini ve sosyal ilişkilerini de yeniden şekillendiriyor.
Buna karşılık, analog kültürde büyüyen yaşıtlarım, lise yıllarındaki fotoğraflarını sosyal medya profillerine koyuyor. Dijital dünyada kimlik yeniden inşa edilirken, analog kültür, geçmişin izlerini daha sabit ve somut bir şekilde taşımaya devam ediyor.
Analog ve dijital flörtler
Karacaoğlan’ın türkülerinde su ve suyun etrafındaki karşılaşmalar anlatılmıştır. Su, yaşamın temel kaynağıdır ve tarih boyunca kültür havzaları su kenarlarında oluşmuştur. İnsanlar, diğer canlılar gibi, suya giderken veya gelirken sosyal ilişkiler kurmuş, bu ilişkiler zamanla türkülere yansımıştır. Örneğin, “Helkeler kolunda suya gidiyor” dizelerinde su başında karşılaşmalar, aşklar ve flörtler anlatılır. Çeşme başları, kadın ve erkeğin bir araya gelebildiği, aile veya toplum baskısından uzak ender mekânlardan biriydi. Ferdi Tayfur’un söylediği “Susadım çeşmeye” gibi şarkılar da bu geleneği hatırlatır.
Eskiden, kadın ve erkeğin birbirini tanıyabileceği alanlar sınırlıydı. Çeşme başı flörtlerinin yanı sıra toplu ritüeller —cenazeler, düğünler, şenlikler— bu tür karşılaşmalara zemin oluştururdu. Ancak modernleşme ve kentleşmeyle birlikte suyun köyün ortasından evlere taşınması, bu gelenekleri tarihe karıştırdı. Artık çeşme başı flörtleri, bakışmaları yerini yeni ilişki dinamiklerine bıraktı.
Kentleşme, kadın ve erkeğin aynı ortamlarda bulunmasını artırdı; eğitim merkezleri, okullar ve iş yerleri yeni flört alanları haline geldi. Arkadaşların düzenlediği partiler, sınıf veya iş arkadaşlıkları üzerinden tanışmalar yaygınlaştı. Ancak günümüzde, bu tür toplu etkinliklerin de azaldığını görüyoruz. Örneğin, en son ne zaman 20-30 kişi bir araya gelip birlikte yemek yedik? Toplu yemek ritüelleri, tanışmalar, tartışmalar ve hatta küsmeler gibi sosyal etkileşimler azalırken, bu ihtiyaç bir şekilde sosyal medyaya kaydı. Artık yapılan bir çorbanın fotoğrafını paylaşmak ve sosyal medyadaki “afiyet olsun” yorumlarını almak, adeta modern bir toplu yemek ritüeline dönüştü.
Flört de bu dönüşümden nasibini aldı. Flört, bir kişinin diğerine olan ilgisini ve beğenisini ifade etmesi, karşılıklı bir duygusal bağ kurma çabasıydı. Eskiden flört, evliliğe giden yolun ilk adımı olarak görülürdü. Bu süreç, duygusal eğilimlerin ifade edilmesi, buluşmalar, söz kesme, nişan, evlilik ve nihayetinde aile kurma gibi adımları içerirdi. Bu yol haritasını insanlar zamanla kendilerine özgünleştirme, bireyselleştirme eğilimi gösterdi ve bu bireyselleştirme çabası, geleneksel kalıpların içine yeni yaklaşımların entegre edilmesine yol açtı. En umulmadık yerlerde, alışılmadık şekillerde gerçekleşen evlilikler de aslında bu özgünleşme arzusunun bir yansımasıdır. İnsanlar, ilişki ve evlilik süreçlerini yalnızca toplumsal normların belirlediği çerçevede değil, kendi kişisel ihtiyaçları, arzuları ve hayata bakış açıları doğrultusunda şekillendirme isteğiyle hareket etmeye başladılar. Bu durum, geleneksel planların esnekleşmesine ve ilişkilerin daha çeşitli biçimlerde yaşanmasına olanak tanıdı. Ancak günümüzde, cinselliğin evlilik kurumu dışında da yaşanabilir hale gelmesi, flört ve aşk gibi kavramları dönüştürdü, hatta bazı durumlarda lüzumsuz hale getirdi.
Artık, “Birlikte kahve içelim mi?” gibi bir teklifin yerini, “Sevişmeden önce mi yoksa sonra mı kahve içeceğiz?” sorusu alabiliyor. Bu değişim, flört, aşk ve sevgi kavramlarını farklı bir noktaya taşıdı. İnsanların bireyselleşen hayatlarında, bu kavramların anlamı da dönüşüm geçirdi. Modern yaşamda flörtün işlevi ve yeri, geçmişteki kadar net veya gerekli olmayabilir; ancak bu, ilişkilerdeki duygusal bağın önemini tamamen yitirdiği anlamına gelmez.
Dating App
Kimlik, geleneksel olarak aile tarafından kişiye verilir. Ancak sosyal medyada kişi, kendini yeniden doğuruyor ve kimliğini kendi seçiyor. Eskiden kimlik, anne-babanın ya da tanrının insana verdiği bir armağan veya yük olarak görülürdü. Günümüzde ise birey, kendini yeniden yaratabiliyor.
Kimlik, bir insanın bedeni ve yüzünde somutlaşır. Ancak beden ve yüz, estetik ameliyatlarla değiştirilebiliyor. Dijital dünyada ise kişi, fotoğraflarını filtrelerden geçirerek ya da dijital işlemlerle dönüştürerek yeni bir kimlik yaratıyor. İmajiner olan, neredeyse gerçekmiş gibi algılanıyor. Örneğin, yapay zekâ sayesinde Orhan Veli ile bir diyalog kurabiliyorum; bu, gerçeklikle imajiner olanın karmaşıklaştığı bir alan yaratıyor. Bu tür uygulamalarda, kayıt işlemi sırasında sorulan sorular ve sunulan yanıt seçenekleri nedeniyle profil bilgileri birbirine benzerlik gösteriyor.
Gerçek hayatta, misafir geldiğinde evdeki halimizi toparlarız; çünkü normal ev halimiz, dağınıklığımız, bizim mahremiyetimizin bir parçasıdır. Ancak sosyal medyada mahremiyet, bir tür Big Brother’a (biri bizi izliyor) dönüşüyor. Artık mahremiyet pazarlanabilir bir ürün haline geliyor. Mahremin teşhiri ve bunu bir haz kaynağına dönüştürme durumu ortaya çıkıyor. Bu süreçte izleyici, adeta röntgenci yanını tatmin ediyor.
Bazı kimlikler, sözde “doğallık” iddiası üzerine inşa edilmiştir. Örneğin, şalvarlı fenomenler ya da sürekli yayın yapan bir Big Brother formatındaki içerikler, bu “doğallık” söylemini öne çıkarır. Ancak bu durum, “doğallığın” kendisinin bile yapay bir performansa dönüştüğünü göstermektedir. Bir yandan, gelenekten tamamen kopamama ve yasak-günah anlatısı, diğer yandan ise “içimizde kalmasın, her şeyi deneyelim” çabası arasında bir gerilim mevcut. Günümüz kültüründe, “Benim neyim eksik?”, “O yapıyorsa ben de yaparım” ya da “Sakın ha geri kalmayayım” gibi rekabetçi bir eğilim hâkim. Bu rekabet, sürekli bir basitleşme ve değişim döngüsüne yol açıyor. Bu durum, erken dönem kapitalizmi anımsatan ve “platform kapitalizmi” olarak adlandırılabilecek bir yapıyı işaret ediyor. Üstelik bu yapı, henüz ahlaki normların oluşmadığı bir zeminde gelişiyor.
Sosyal medya, bireylerin gerçek hayatta kimlikleriyle yapamayacakları şeyleri sergileyebildikleri bir alan sunuyor. İnsanlar, kendilerinde bastırdıkları ya da sakladıkları yanlarını sosyal medyada bir şölen havasında yaşıyorlar. Toplumdaki yasaklar, sosyal medyada eğlenceye dönüşüyor. Ancak burada zalimlik, saldırganlık ve cezasızlık da ön planda. Bir süre sonra, kişinin reel kimliği ile sosyal medya profili arasındaki mesafe kapanıyor. Bu durum, günlük hayatta densizleşme, kabalaşma ve zarafet kaybına neden oluyor. Özellikle sosyal medyanın yoğun olduğu bir ortamda, bu etkiler daha da belirginleşiyor.
Geçmişin “uygun bulma/görme” kültüründe, insanlar birilerini diğerine layık görür ve önerilerde bulunurdu. Namzet, adeta bir ön seçim süreci sonrasında belirlenirdi. Günümüzdeki dating appler, benzer bir mantıkla çalışıyor. Johanna L. Degen’in “Swipe, Like, Love” adlı çalışması, bu uygulamaların nasıl kurumsallaştırıldığını ve kâr amacıyla nasıl kullanıldığını detaylı bir şekilde ele alıyor.
Dating appler, narsistik incinme riskini azaltma konusunda önemli bir işlev görüyor. Eskiden birine ilgimizi belirtmek cesaret gerektirirdi ve reddedilme riski taşırdı. Reddedilmek ise narsistik bir incinme anlamına geliyordu. Bu uygulamalar, kullanıcıların özelliklerini filtrelerden geçirerek ve eşleşme sayılarını artırarak bu riski minimize etmeye çalışıyor.
Ancak bir başka mesele daha ortaya çıkıyor: Bu kadar çok seçeneğin bulunması, insanlar üzerindeki riski dağıtıyor. Riskin azalması ve seçeneklerin artması, ilişkiden beklentileri ve ilişkiye dair umutları da azaltabiliyor. Bu durum, daha fazla seçeneğin her zaman daha fazla tatmin getirmediğini, aksine ilişkilere olan bağlılık ve beklenti düzeyini düşürdüğünü gösteriyor.
Bu uygulamaların bir avantajı da var. İnsanlar genellikle gelir durumları, etnik kökenleri, alışkanlıkları, meslekleri ve ikamet ettikleri yerler nedeniyle belirli sosyal çevrelerde bulunuyor ve yalnızca bu ortamlardaki kişilerle tanışma imkânı bulabiliyorlar. Ancak bu uygulamalar sayesinde farklı mesleklerden, farklı şehirlerden ve farklı geçmişlerden insanlar birbirleriyle tanışabiliyor.
Örneğin, Berlin’deki bir doktor Paris’teki bir sosyologla, bir gecekonduda oturan boyacı başka bir kentten bir arkeologla tanışabiliyor. Artık bir bankacıyla bir postacının aşkı, şaşırtıcı bir durum olmaktan çıkıyor.
İnsanların birbirlerini iş, okul ya da hobiler dışında tanıyabilecekleri sosyal fırsatların sınırlı olduğu bir dünyada, sosyal medya üzerinden başlayan aşklar önemli bir imkân sunuyor. Ancak bu uygulamalar aracılığıyla tanışmaya çalışanlar, bir süre sonra umutsuzluk ve birikmiş bir hayal kırıklığı hissiyle karşılaşabiliyor.
Bu uygulamalar konusunda Eva Illouz çok kapsamlı bir çalışma yaptı. Onu başka bir yazıda anlatacağım.
Devam edecek…