Yavuz Baydar
15 Temmuz'un anatomisi: Nurettin Baransel Kışlası'nda 54 saat!
Yazıya tam oturmuştum ki, Anadolu Ajansı'nın taze verileri düştü ekrana.
Türkiye'nin makus talihini karatıp iyice içinden çıkılmaz hale getiren 15 Temmuz darbe girişiminin güncellenmiş 'temizlik' bilançosuydu bu.
Adalet Bakanlığı verilerine göre, 154.694 kişa hakkında 'işlem' yapılmış.
Bunların 50.136'sı tutuklu.
Tutuklananlar arasında 6.982 TSK mensubu subay ve asker var.
Bunların 167'si general.
167 general!
Genelkurmay'ın 1 Nisan 2016 tarihli personel dökümüne göre, TSK'daki toplam general ve amiral sayısı 356.
Bu, ordunun emir-komuta zincirinin tepe noktasındaki kurmay subayların yüzde 47'sinin hapiste bulunması demek.
Bunlara, çeşitli NATO ülkelerinden siyasi sığınma hakkı istemiş generalleri de ekleyin.
Yani, TSK 'çatı'sının yarısı 'şüpheli' tanımlamasıyla içerde veya 'aranıyor' durumda.
Yani, kısmi felç geçirmiş - veya geçirtilmiş - en köklü Cumhuriyet kurumundan söz ediyoruz.
Bu hazin manzarayı, 15 Temmuz'un püskürttüğü kapkalın bir sis tabakası kaplı tutuyor.
Sonrasında ne olduğunu biliyoruz, ama o gece ne oldu, ne ne zaman nasıl ve neden başladı ve gelişti soruları hala masada.
Bir gazeteci için bundan daha heyecan verici bir hikaye olamaz. Ama Saray ve AKP iktidarı, çevresine doluşan taktisyen fırsatçı kesimle işbirliği halinde ortalıkta gazeteci bırakmadığı, ortada kalanlar da tir tir titrediği için haber yapılmıyor ve bu konuda halk bilgilendirilmiyor.
Dışarda konuşmaya hazır 'aranan' generaller var; ama nedense bu önemli tanıklarla sadece bazı Batı haber kuruluşları mülakat yapıyor. Türkiye'deki medya kuruluşları artık hiçbir şeyi merak etmiyor, sormuyor, ilgilenmiyor. Haberler uçağa iliştirilmiş haberci kılıklı stenografların Cumhurbakanı'ndan aldığı beyanatlarla veya iktidarın hiçbir editoryal süzgeçten geçmeden yayınlanan iddialarıyla sınırlı.
167 general.
İktidarın 10 aydır pompaladığı iddialar doğruysa, Ordu tepesinin yarısı Gülen Cemaati mensubu.
Mantık bu.
İnanmamız istenen de bu.
Milli Savunma Bakanı Fikri Işık, 2017 bütçesi görüşülürken geçen Kasım ayında yaptığı konuşmada şöyle demişti:
"150 general darbeye teşebbüs eder de karargâh nasıl bilmez? Bunu A Genelkurmay başkanına, B Genelkurmay başkanına fatura edip işin içinden çıkamayız!"
Geldi geçti o sözler.
Bakan 150 generali birden, düpedüz darbecilikle suçluyordu.
Ve, dolaylı olarak Genelkurmay'ın en yetkili kişilerini, Org Hulusi Akar'ı, Org Yaşar Güler'i ve kuvvet komutanlarını sorumlu ilan ediyordu.
150 veya 167, her neyse, bu kadar general bir kumpasın içinde olacak, ve bunu ne üstleri, ne de MİT bilecek.
Ya da, hadi hepsi demeyelim, NATO ittifakı içinde bu kadar kalın bir gövdenin varlığını kimse farketmeyecek ve NATO askeri kaynaklarının Gülen'den hazzetmeyen kesimleri bunu medyaya bunca yıldır sızdırmayacak.
Tarih, 13 Temmuz 2016.
Kartal'daki Nurettin Baransel Kışlası 2'nci Tugay Komutanlığı'na - kayıtlı görüntülere göre - saat 19.16 ve 19.45'te subaylar giriş yapıyor. Aralarında başka illerden gelen üst rütbeli subaylar da var. Bu ekipler, 11 Temmuz'da kışlada başlamış olan toplantılara katılıyorlar.
Bir faaliyettir gidiyor.
Bu arada kendi aralarında whatsapp grubu da kuruyorlar.
Toplam 54 saat sürüyor toplantılar.
Ta ki, 15 Temmuz gecesi 22.18 ile 23.10 arasında kışladan çıkıncaya kadar.
Ekipler 4 tank, 2 zırhlı personel taşıyıcı, 2 zırhlı muhabere aracı ve 1 personel taşıyıcı ile 'darbe'ye gidiyor.
Her nedense, herhalde 'gece karanlığı' olduğu için bu araçların plaka ve numaraları tespit edilemiyor.
Darbe davalarının Sabiha Gökçen Havalimanı'nın ele geçirilmesi ile ilgili olanının iddianamesinden aldım bu iddiaları.
Bu 'iddia'lar doğruysa, Kartal'daki o kilit kışla dört gün dört gece yolgeçen hanına dönmüş. Ne giren belli ne çıkan. Burada 54 saat darbe kurgusu yapılmış.
54 saat!
Bu kadar uzun süre birşeyler 'dönüyor' ve bundan belli ki ne bu subayların üstlerinin haberi var, ne TSK iç istihbaratının, ne de MİT'in.
Böyle bir şey mümkün olabilir mi?
Mantığa sığdığı söylenebilir mi?
Balyoz davası iddianamesinin ana omurga kanıtını oluşturan, Çetin Doğan komutasındaki 1'nci Ordu'da yapılan 'plan semineri'ni -yani darbe simülasyonunu- o zaman TSK'nın komuta kadrosu bilmekteydi.
Bu kadar kalabalık kadrolu, dışardan katılımlı toplantıların bilinmemesine imkan ve ihtimal olamaz.
Üstelik toplantı süresi 54 saat ise.
15 Temmuz'un anatomisini çıkarırken üzerinde sürekli olarak odaklanmamız gereken iki temel soru var:
Darbenin düğmesine kim veya kimler bastı?
Bu darbenin önlenmesi mümkün müydü?
İlk sorunun cevabının ortaya çıkması belli ki zaman alacak.
Bunun üç nedeni var.
Birincisi, baştan sona Saray'ın güdümünde faaliyet gösteren TBMM Darbe Araştırma Komisyonu'nun, en önemli dört tanığın (Erdoğan, Yıldırım, Akar ve Fidan) ifadelerinin yer almadığı güdük, adeta 'yok hükmünde' bir rapor yayınlamış olması. Belli ki bir perdeleme ve öteleme niyeti var iktidar çevrelerinde. O yüzden Yasama denetimi devre dışı.
İkincisi, şu ana kadar sergilenen 15 Temmuz darbe davaları formatlamasının, Türkiye'de önceki kitlesel siyasi davalarda olduğu gibi hukuksal kaygılardan uzak, siyaset egemenliğinde şekillenmiş olması. İşkence iddiaları, tehdit ve korkutmalar, sadece ifadelerin 'kanıt' olarak görülmesi, varılacak sonucu öncekilere (12 Eylül davası, faili meçhul davaları, Ergenekon-Balyoz gibi) benzer şekilde bulanık kılacak gibi görünüyor. Yargı bu kez de politize; yürütmenin güdümünde, Saray'ın menfaatlerine endeksli.
Üçüncüsü, bağımsız bir medyanın kalmamış olması ile genel korku atmosferi de sorunun cevaplarına ulaşmamızı geciktirecek unsurlar.
Gene de şu tespitler ardından soralım.
İcraatı her ne kadar alabildiğine acemice ve amatörce görünse de, 15 Temmuz'un arka planında bir öncü ve önder grup olduğu kesin. Mesela Baransel Kışlası'ndaki o toplantılarda herhalde 'evet, arkadaşlar hadi dışarı herkes kafasına göre takılsın' denmedi. Başıbozukluk söz konusu değildi, çünkü ortada bir 'Yurtta Sulh Konseyi' var, ve gece boyunca bir haberleşme ağı, bir emir-komuta zinciri var.
Darbeye katılan subayların profilleri, yekpare bir grubu asla işaret etmiyor. İki yıldızlı ve üstü generaller ile daha alt rütbedekiler farklı. Dolayısıyla bir karma katılım var.
O halde, düğmeye basan/lar kimler? Kim kimi ikna etti, veya etmedi ise, kim kimin peşine takıldı, kim kimin 'oyununa' geldi?
Gülenciler mi öndeydi, başkaları mı?
Daha basit soralım: FETÖ mü, NATO mu?
İkinci sorunun cevaplarına daha yakınız.
Darbe davalarından birinde tanık olarak dinlenen Özel Kuvvetler Komutanı Korgeneral Zekai Aksakallı yankılar yaratan şu tesptitiyle bize bu konuda yardımcı olmakta:
"Silahlı Kuvvetlerde kriz ve olağanüstü durumlarda haber alınır alınmaz ilk tedbir olarak ‘Personel kışlayı terk etmesin’ emri verilir. Birlik komutanları kışlalarında, mesaiye devam edilir. Her zaman uygulanan bu temel ve basit kural 15 Temmuz’da ilk haber alındığı zaman uygulanmamıştır. Uygulansaydı, darbe girişimi baştan açığa çıkardı."
Bu çerçevede Binbaşı O.K'nın 15 Temmuz günü 14.30'da Ankara MİT merkezinde verdiği ifade önemli:
''Gelen 2 kişiye (MİT’teki ilk sorgulamayı yapanlar) ‘Bir helikopter Hakan Fidan’ı alacak, diğer helikopterin ne yapacağını bilmiyorum’ dedim. Bana ne olabileceğini sordular. Ben de büyük bir faaliyet olabileceğini hatta darbe faaliyeti olabileceğini söyledim. Bu kişi bana ‘Hakan Fidan’ı almaktan kasıt ne?’ diye sordu. Ben de ‘çok kan akacak’ dediklerine göre bu faaliyetin iyi niyetli bir faaliyet olmadığını kendilerine söyledim. Hatta kendilerine YAŞ kararlarında FETÖ’cülere karşı büyük bir temizlik olabileceği sürekli yazılıyor, bu nedenle YAŞ öncesinde bir darbe faaliyeti olabileceğini söyledim."
Binbaşı O.K. böyle diyor.
Ama bu ifadesini irdeleyen - ve ülkede darbe girişiminin arka planını araştıran çok az sayıdaki gazeteciden biri olan - Mehmet Yılmaz'ın, kendisini ertesi gün aradığını söylediği bir Genelkurmay yetkilisi 'darbe faaliyeti demedi' şeklindeki yalanlaması da ilginç. Yalancıların başkenti haline gelen Ankara'da bu tür yalanlamalara da son derece ihtiyatlı bakmak gerek.
Kaldı ki, darbe lafı etmemiş olsa dahi bu binbaşının Fidan'la ilgili ihbarı bile güvenlik ve askeri kurumları (Fidan kısa zaman sonra Karargah'a gidip Akar'la görüşmeye kapanacaktır) teyakkuza itmek için yeterli olmalıydı.
14.30 ile 22.30 arasında neler olduğunu hala bilmiyoruz, ve bu ancak uzun bir zaman sonra, belki 'normalizasyon' ardından ortaya çıkacak.
Ama bizim işimiz sormaya devam etmek.
Genelkurmay'da ve MİT'teki 'refleks eksikliği' nereden kaynaklandı?
Bu noktada, Mehmet Yılmaz'ın sorularından anlamlı olanlarını kayda geçirelim:
"Darbecilerin eylem yeteneklerini mi küçümsediler? Darbeci kalkışmanın sadece Kara Havacılık ile sınırlı olduğu kanısına mı vardılar? Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı, niye böyle davrandıkları konusunda bir açıklama yapmaktan neden imtina ediyorlar?
Ancak bu konuyu açığa çıkarmak için etkin bir soruşturmanın yapılmadığı da bir gerçek. Neden bundan imtina ediliyor, bu bir muamma.
Öte yandan Kara Havacılık ile ilgili iddianamede, Binbaşı O.K.’nın ifadesi de yer almıyor.
Bu köşede daha önce yazmıştım, Binbaşı O.K.’nın ifadesinin alınmasına MİT’in izin vermediği konusu da vardı. Ama Binbaşı, MİT kadrosuna alınmadan önce zaten ifade vermiş. Bu ifade neden herhangi bir iddianamede yer almadı?''
Bir sonraki yazısında başka sorular da soruyordu Yılmaz.
Onların önem taşıyanlarına da bakalım:
''Birinci soru: Binbaşı O.K., darbe ihbarı yaptı mı?
Genelkurmay’dan bir yetkilinin, Binbaşı O.K.’nın, MİT’e sadece "MİT Müsteşarı’na yönelik bir operasyon" ihbarı yaptığını açıkladığını dün bu köşede yazmıştım.
MİT’in, TBMM Araştırma Komisyonu’na gönderdiği raporda da O.K.’nın darbe ihbarında bulunmadığı, MİT Müsteşarı’na saldırı ihbarında bulunduğu belirtiliyor. Şöyle bir bölüm de var bu raporda: "MİT tarafından daha önce dış makamlarla paylaşılan notlarda, FETÖ/PDY’nin darbe girişiminde bulunabileceği bildirilmiş olmakla birlikte, TSK bünyesinde istihbarat toplanamadığından, darbe girişiminin tarihi konusunda net bir istihbara daha önceden ulaşılamamıştır."
İkinci soru: Genelkurmay Başkanı ne zannetti?
Binbaşı O.K.’nın, MİT Müsteşarı’nı kaçırmaya ya da öldürmeye yönelik üç helikopterin katılacağı bir operasyon yapılacağı ihbarını alan Genelkurmay Başkanı, bunu ne zannetti?
Böyle bir ihbar, zaten bir darbe girişiminin ipucu sayılmamalı mıydı?
Normal olarak bir ülkenin askerleri, taarruz helikopterlerini de kullanarak ülkenin istihbarat başkanını kaçırmaya tevessül etmezler. Bu bir anormalliğin olduğunun işareti değil midir? Genelkurmay Başkanı, bunu bir "fidye isteme" olayı olarak görmemiştir diye düşünüyorum.''
Gelelim CHP liderinin 'ipliğini pazara çıkaracağız' diye başlayıp 'kontrollü darbe' diye devam eden tespitlerine.
CHP lideri ne biliyor?
Bilerek konuşuyorsa, neden kamuoyuna açıklamıyor?
Dava duruşmalarında ifadeleri toplayıp büyük resme baktığımızda, CHP liderinin bilerek veya bilmeyerek ima ettiğine yakın bir tezin hızla güçlendiğini görüyoruz.
Erdoğan, YAŞ yaklaşırken 2016'nın ilk aylarından itibaren bir huzursuz kıpırdanma olduğunu biliyordu, ayrıca Kürt operasyonları ve Suriye fiyaskosu nedeniyle TSK tepesi Haziran ayı itibarıyla karpuz gibi ortadan yarılmıştı, bunu da duymamış olmasına imkan yoktu. Herşeyi göze alarak beklemeyi, ama karşı tedbirlerini alarak beklemeyi tercih etti. Ve kazandı: Ordu içindeki anti-Batı kesimi de yanına alarak diğer kesimleri 167 generale varıncaya kadar tasfiye etti.
Veya Eser Karakaş'ın Artı Gerçek'te ifade ettği gibi:
''Sayın Kılıçdaroğlu’nun "kontrollü darbe" ifadesi ile neyi kastettiğini çok net bilemiyorum ama muhtemelen 15 Temmuz’un Erdoğan ve ekibi tarafından düzenlendiğini kastetmiyor. Bu ifadeden benim anladığım, Kılıçdaroğlu muhtemelen bunu ima ediyor, 15 Temmuz darbe girişiminin çok önceden istihbar edildiği, Erdoğan ve ekibinin bir ölçüde küçük bir risk de alarak süreci kontrollü bir biçimde kendi akışına bıraktığı ve gerekli anda da müdahale ederek Türkiye’yi yönetmek, birilerini tasfiye etmek için arzuladıkları OHAL düzenini kurduğu.''
Bu gibi hallerde, sonuçlar sebeplerin üzerine ışık tutar.
Bir askeri darbe, bir günden kısa bir sürede sivil darbeye dönüşmüştür.
Şimdilik burada duralım.
Nasıl olsa mevzuya geri döneceğiz.