Doğan Özgüden
21 Mayıs… Darbeler ve Kürtler…
Darbeler ülkesi güzel yurdumuzun yakın tarihinde 21 Mayıs, tam 56 yıl önce yenilgiyle sonuçlanan bir darbe girişiminin yıldönümü… 27 Mayıs 1960 darbesinde devrilen Demokrat Parti’nin mirasçısı Adalet Partisi’nin, İnönü başbakanlığındaki CHP-AP koalisyonu sayesinde giderek güçlenmesinden rahatsız olan askerlerin Talat Aydemir liderliğinde iktidara el koymaya teşebbüs ettikleri gün…
Kimi yorumlara göre gerek orduda, gerekse kamuoyunda yeterince ön destek sağlayamadığı için, bir başka yoruma göre de darbenin örgütlenmesinde ve uygulanmasındaki yetersizlik ve hatalardan dolayı yenik düşmüş bir darbe girişimiydi 21 Mayıs.
Türkiye siyasal hayatında yeni yeni sesini duyurmaya ve örgütlenmeye başlayan solun bu darbe girişimine karşı alacağı tavır açısından da ciddi bir sınavdı.
Türkiye’de devrimin işçi sınıfı öncülüğünde değil, ancak Mısır’daki Nasır, Suriye ve Irak’taki Baas hareketi gibi seçkinler öncülüğünde ve Atatürkçü ordunun vuruculuğuyla gerçekleşebileceğini savunan Yön hareketi, "tepeden inmeci" niteliğiyle doğal olarak Aydemir’in arkasındaydı. Üniversitelerde, medyada, siyaset dünyasında birçok önemli kişinin Aydemir’i desteklediği söyleniyordu.
Sola yönelik baskıların şiddetlenmesi ve İnönü Hükümeti’nin bu konuda tutarlı bir tutum takınamaması nedeniyle, TİP’e sempatizanı sol aydınların bir kısmı tarafından da Aydemir’in olası darbe girişimi bir çıkar yol sayılmaya başlamıştı.
Aybar’ın isteği üzerine İzmir’den İstanbul’a yeni geldiğim, gazetecilik ve sendikacılık faaliyetlerimin yanı sıra Türkiye İşçi Partisi’nin basın ve araştırma bürolarında görev üstlendiğim günlerdi. Gece Postası’ndaki mesleki çalışmamın yanısıra Turhan Tükel ve Süleyman Ege ile birlikte, TİP’in haftalık dergisi Sosyal Adalet’i yayına hazırlamakla görevliydim.
Partide büro çalışmaları başlamadan önce her akşam Aybar belli konuları yakın çalışma arkadaşlarıyla tartışmaya açardı. Bir akşam yine böyle bir ortamda Aybar’ın ortaya attığı bir soru hepimizi şoke etmişti: "Aydemir hareketi başarıya ulaşır ve bizden de destek isterse ne yapmalıyız?"
Söyleşide hazır bulunan herkes Aydemir darbesine destek verilmesine şiddetle karşı çıkmıştı. Bir işçi sınıfı partisinin mahiyeti belirsiz bir askerî darbeyi desteklemesi kabul edilebilir bir şey değildi. En azından komünist düşünce ve örgütlenmeyi yasaklayan TCK’nın 141-142. maddelerini kaldırtma mücadelesi verdiğimiz, konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götürdüğümüz bir dönemde demokratikleşme yollarını kapatacağı kesin olan bir hareketin desteklenmesi intihar olacaktı.
Aybar bu konuda çeşitli tepkileri dinledikten sonra, "Ben de farklı düşünmüyorum, dedi. Ama partinin başkanı olarak, bizim tercihlerimize aykırı siyasal gelişmeler olursa ne tavır almamız gerektiğini düşünmek ve tartışmak zorundayım. Gelişmeleri dikkatle izleyelim."
Aybar’ın o akşamki çıkışı, Aydemir’cilerin kendisiyle kurdukları özel bir ilişkinin sonucu muydu? Bunu hiçbir zaman öğrenemedik. Ancak 21 Mayıs’ın yaklaştığı günlerde Aydemir’cilerin sol da dahil tüm siyasi çevrelerle ve şahsiyetlerle yoğun ilişkiler kurdukları, tam desteklerini alamasalar da en azından nötr kalmalarını sağlamaya çalıştıkları bir gerçekti.
Bittabi, tüm askerî darbelerin ve darbe girişimlerinin öncelikle Kürt hareketini hedef alacağı tecrübeyle sabit olduğu için, Kürt dostlarımız "ilerici" etiket de taşısa her türden darbe girişimine karşıydılar.
Darbe girişimi yukarıda değindiğim nedenlerle kısa zamanda başarısızlığa uğradı… Hemen sıkıyönetim ilan edildi, darbeye adı karışan subaylar ve Harp Okulu öğrencileri tutuklanarak askerî mahkemelere sevkedildiler. 7 Haziran 1963–15 Eylül 1963 tarihleri arasında yapılan duruşmalar sonunda 7 idam, 30 mübbet hapis cezası verildi, diğer sanıklar da 3 ay ile 15 yıl arasında çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar.
Darbe girişiminden birinci derecede sorumlu tutulan iki subaydan Binbaşı Fethi Gürcan, 26 Haziran 1964 sabahı, Albay Talat Aydemir ise 5 Temmuz 1964 gecesi idam edildi.
Cezalandırılanlar arasında çok sayıda Harp Okulu öğrencisi vardı. Üstelik bu olaydan sonra Harp Okulu’nun iki yıl süreyle mezun vermesi engellendi.
Cumhuriyet tarihindeki geleneğe uygun olarak, darbe girişimiyle hiçbir ilgileri olmadığı, hatta askerî darbelere her daim karşı oldukları halde, sıkıyönetim terörü Kürtleri de hedef almakta gecikmedi.
Okurlarım diğer yazılarımdan anımsarlar, 27 Mayıs 1960 darbesinden dört gün sonra Kürt illerinde 485 kişi tutuklanarak Sivas Kabakyazı'da bir kampa sevkedilmişti. Kampta ağır koşullar altında tutulanların 55'i daha sonra, 19 Ekim 1960 tarihinde askerî yönetimin yasama organı olan MBK'nın kararıyla çeşitli illere sürgün edilmişlerdi.
Hiç unutmam… İzmir temsilcisi olduğum Öncü gazetesinin Ankara’da Rüzgârlı Sokak’taki yönetim yerinde bulunduğum bir akşam MBK’nin en genç üyesi Yüzbaşı Muzaffer Özdağ en mağrur haliyle içeri girmişti. Yanında da emir subayı görünümünde Mikail adlı genç bir teğmen.
Özdağ küçük dağları ben yarattım diyen Napolyon havasındaydı. Selam sabahtan sonra elindeki kırbacı koltuğunun altına kıstırmış salonun ortasında sert adımlarla volta atarken bir soru patlatmıştı: "Aydınlar, biz 27 Mayıs’ı neden yaptık biliyor musunuz?"
Yazı işleri müdürümüz Muzaffer Aşkın son derece sakin "Yüzbaşım, bugüne kadar bir sürü neden sayıldı. Acaba hangisi?" diye karşı soruyla yanıtlamıştı. Özdağ’ın buna yanıtı hepimizi şoke etmişti: "Biz 27 Mayıs’ı Doğu Anadolu’da hazırlanan bir Kürt isyanını önlemek için yaptık. Yoksa vatan bölünecekti. Biliyor musunuz ki, biz DP liderlerinden önce Kürt ağalarını tutukladık?"
21 Mayıs 1963 darbe girişimi olduğunda ben hâlâ Gece Postası gazetesinin genel yayın yönetmeniydim. Hemen sıkıyönetim ilan edilerek bir dizi yasaklar konulduğundan ne Gece Postası’nda ne de Sosyal Adalet dergisinde konuya ilişkin herhangi bir analiz ya da yorum yapmak mümkündü.
Bir ay kadar sonraydı… Darbeci subayların ve Harbiye öğrencilerinin duruşmaları devam ederken, İstanbul’da ilgimizi çeken bir gelişme oldu. Bâbıâli yokuşunu tırmanırken hemen her gün rastlayıp söyleştiğimiz bazı Kürt dostlarımız artık ortalıkta görünmüyordu.
Türkiye’nin basın ve kültür merkezi o yıllarda Bâbıâli’ydi. TİP’in genel merkezi de o sırada İstanbul Valiliği’nin hemen yanıbaşındaydı. Partiye ya da gazeteye gidip gelmek için Sirkeci’den başlayıp Divanyolu Caddesi’ne kadar uzanan "yokuş" her gün en az iki kez kat edilirdi. Bu kat edişlerde mutlaka Kürt arkadaşlardan bir ikisine rastlamak mümkündü. Konuşmalar da genellikle, o sırada yükseliş halinde olan TİP’in Kürt sorununa yaklaşımı üzerinde yoğunlaşıyordu.
Onların görüşleri, eleştirileri ve uyarılarıdır ki, gerek TİP içindeki mücadelelerde, gerekse daha sonraki yıllarda yönettiğim Akşam gazetesinde ve Ant dergisinde, sınıfsal sorunların yanı sıra Türkiye’nin halklar sorununu, özellikle de Kürt sorununu ön planda ele almamda büyük rol oynayacaktı.
Seçkin Kürt aydını Enver Aytekin’le, dostluğun ötesinde, tıpkı geçenlerde ölüm yıldönümünde andığımız Kürt felsefeci Selahattin Hilav gibi, Türkiye İşçi Partisi’nin bilim ve araştırma kurulunda birlikte görevliydik, partinin 1964’te toplanacak ilk büyük kongresinin onayına sunulacak parti programını hazırlıyorduk.
Dahası, Sosyal Yayınlar kurucusu Enver, her akşam evine gitmeden önce benim de görevli olduğum Sosyal Adalet redaksiyonuna mutlaka uğrar, özellikle solun geçmişine ilişkin ilginç anılar anlatır, biz gençlere de moral verirdi. Söyleşiler bizim için de, onun için de öylesine keyif vericiydi ki, arada bir köstekli saatini çıkartıp bakar, "Eyvah yine vapuru kaçırmışız" diye yeni bir konuya girerdi.
Darbeden bir ay kadar sonra Enver de partiye ve Sosyal Adalet’e gelmez olmuştu.
Haziran sonlarında Gece Postası’nda bir esnaf derneğinin hiç de siyasal yanı olmayan kongre çağrısını ilan servimiz sıkıyönetim izni olmaksızın gazeteye koyduğu için bir sabah vakti mevcutlu olarak önce Sansaryan Hanı’na, oradan 1. Ordu Komutanlığı’na götürüldüm, ardından da Balmumcu’daki sıkıyönetim askerî mahkemesine sevkedildim.
Balmumcu’da asker nezaretinde sorgu sıramı bekliyordum. Arada bir başka askerler de mahkeme salonunun bulunduğu kata çıkıyor, bana nezaret eden askerlerle aralarında Kürtçe konuşuyorlardı. Ne konuştuklarını anlamıyordum, ama konuşmada Enver Aytekin’in ismiyle birlikte başka bazı tanıdık isimler kulağıma takılıyordu: Musa Anter, Medet Serhat, Edip Karahan, Sait Elçi, Yaşar Kaya, Doğan Kılıç… Karargâhın alt katında gözaltındaymışlar.
Bu isimlerin her tekrarlanışında askerlerin gözleri parıldıyor, yüzlerinde belirgin bir hayranlık ve mutluluk ifadesi okunuyordu. Belli ki sözünü ettikleri kişiler, Kürt halkının varlıklarından ve mücadelelerinden gurur duyduğu çocuklarıydı.
Mahkeme salonuna alındığımda ilginç bir sürprizle karşılaştım.
Askerî hakim, İzmir’de Milliyet Gazetesi temsilcisiyken NATO Karargâhı’ndan tanıdığım bir kurmay albaydı. NATO’ya ve ABD hegemonyasına karşıydı. Beni sanık olarak karşısında görünce bir an şaşaladı, sonra dava dosyasına dahi bakmadan, "Nasıl olur, senin gibi idealist bir genç gazeteci nasıl derdest edilir?" diyerek peşin tavır koydu. Ardından da suçlamanın tamamen formalite ihmaline ilişkin olduğunu görünce beni derhal serbest bıraktırdı.
Kürt dostlar neden tutuklanmıştı?
Irak ve Suriye’de Kürt toplumuyla ilişkileri bulunan Hamewendi adlı bir Arap emlakçi Türkiye’de tutuklandığında üzerinde Musa Anter ve Doğan Kılıç’ın adları yazılı bir kağıt bulununca önce 13 kişi tutuklanmış, onu daha sonra 10 kişinin daha tutuklanması izlemişti. "Müstakil bir Kürdistan Devleti" kurmaya giriştikleri iddiasıyla tutuklanan 23’ler, idam talebiyle yargılanırken iddiayı doğrulayacak hiçbir delil bulunmadığı için 1964’te tahliye edilmişlerdi.
Değerli tarihçi Ayşe Hür’ün 20 Eylül 2018 tarihli Gazete Fersude’de yayınlanan Musa Anter üzerine bir yazısında naklettiği anekdot son derece ilginçtir:
"23 kişi, Talat Aydemir ve ekibiyle aynı hapishaneye konulmuştu. İddialara göre darbeci subayların çoğu iyi eğitimli olduğu halde Kürt sorunu ile ilgili ve bilgili değillerdi, ancak bir seferinde Talat Aydemir, 23’ler, Mahabad Kürt Devleti’nin milli marşı olan ‘Ey Raqip’ söylerken koğuşa girmiş, marşı duyunca hazırola geçmişti."
21 Mayıs darbe girişiminin önde gelen isimlerinden ikisi, Talat Aydemir ile Fethi Gürcan, 1964 yazında idam edildiler. Onların asılması sırasındaki gayriinsani tavırlarıyla ünlü Orgeneral Cemal Tural daha sonra Demirel tarafından genelkurmay başkanlığına yükseltildi. Silahlı kuvvetlerin başına geçer geçmez de ünlü "Cuma emirnameleri"ni yayınlamaya başladı, daha sonra bunları "Komünizmle Mücadele Elkitabı" adı altında bir araya getirerek tüm ordu birliklerine "başemir" olarak dağıttı. Mücadelenin hedeflerinden biri de o sırada benim genel yayın yönetmenliğini yaptığım Akşam gazetesi idi.
Tam da o günlerde Talat Aydemir’in, Hava Harp Okulu’nda öğrenciyken okuldan uzaklaştırılan oğlu Metin Aydemir beni ziyarete geldi. "Babamın katilleri ordunun başına geçiriliyor, dedi. Ortada o denli yalan, alçaklık ve ikiyüzlülük var ki, artık babamın anılarının yayınlanması zamanının geldiğini düşünüyoruz. Anıların tahrifata uğramadan yayınlanması konusunda ailece sadece size güveniyoruz" dedi.
Ben Aydemir’le hiç karşılaşmamıştım. İnci iyi tanıyordu. Hür Vatan ve Kim’in muhabirliğini yaptığı yıllarda çok sık görüşmüştü. Düşüncelerini paylaşmasa da, Aydemir’in 22 Şubat 1962’de ve 21 Mayıs 1963’te İsmet Paşa tarafından nasıl komploya uğratıldığını çok iyi görmüştü. Aydemir’in insani dramını İnci’den çok dinlemiştim.
Aydemir’in not defterlerine yazmış ya kasetlere sözlü kaydetmiş olduğu anılarını İnci’yle birlikte bir aylık yoğun çalışmayla yazı dizisi haline getirdik. Dizi Akşam gazetesinde yayınlanınca hem İnönü ve çevresini, hem de faşist general Cemal Tural’ı son derece rahatsız etmişti.
Tural, Aydemir’in anılarını yayına hazırlamamdan dolayı bana olan hıncını çıkartmak için ordu şefliği otoritesini suiistimal etmekte gecikmedi 1967 başında yayınlamaya başladığımız Ant dergisinin ilk sayılarından birinde ABD’nin talimatıyla Doğu Anadolu bölgesine atom mayınları döşeme projesini açıklamıştık. Cemal Tural derhal 1. Ordu Askerî Savcılığı’na çift aylı bir emirname göndererek benim "vatana ihanet" suçlamasıyla askerî mahkemede yargılanmamı emredecekti.
"Atom mayınları" döşenmesinden amaç, yeni bir savaş çıkması halinde Sovyet Ordusu doğu sınırından Türkiye’ye girecek olursa bunları patlatarak batıya ilerlemesini engellemekti.
Bu ise, Doğu’da özellikle Kürt halkının topyekun imhası demekti. Bizim açıklamamız üzerine gösterilen tepkiler sonucu o proje gerçekleşemedi…
Ama Kürt halkına karşı baskı ve zulüm 1963 darbesini izleyen tutuklamalarla kalmayacaktı. Nisan 1970'de Diyarbakır, Mardin ve Siirt illerinde jandarma ve komando birlikleri Kürt halkına karşı korkunç bir terör operasyonuna girişecek, birçok köyün sakinleri ağır işkencelerden geçirilecekti. Bu operasyonun tüm ayrıntılarını da Ant’ın Nisan 1970 sayısında "Bir Utanç Raporu" başlığı altında açıklayacaktık.
Sözün özü… "Darbe" dendi mi, ister gerçekleşmiş, ister girişim düzeyinde kalmış olsun, en büyük bedel ödeyenler her daim Kürtler oldu.
12 Mart ve 12 Eylül darbeleri sonrasında da… Hatta ve hatta, 2016’nın çakma darbesi sonrasında da… İktidarıyla, ana muhalefetiyle, Yenikapı Ruhu’nun göz bağlayıcılığında…
Hele bir bekleyelim, bakalım Kılıçdaroğlu ve Perinçek’in de büyük tantanayla biat ettikleri Samsun Ruhu neler getirecek?