Doğan Özgüden
400 yıl sonra Hızır Paşa zulmü!
Sürgün yaşamı sadece geride bırakmak zorunda kaldığın ülkenin sorunlarını ve de onun acılarını paylaşmakla sınırlı değil… Yaşamını sürdürdüğün ülkede her gün beraber olduğun, sıcak dostluk kurduğun yerlilerin ve çeşitli kökenlerden sürgün ya da göçmenlerin sorunlarını da, acılarını da paylaşmak zorundasın.
İnci'yle birlikte 40 yıllık Belçikalı komşumuz olan 81 yaşındaki Marie-Claire Missotten Uccle'deki krematoryumda yakılarak son yolculuğuna çıktı. Kendisiyle 20 yıl Etterbeek'te işyeri, 20 yıldır da Schaerbeek'te konut komşuluğumuz vardı. Yıllardır tekerlekli sandalyeye mahkum olmasına rağmen ülkesinin olduğu kadar dünyanın ve Türkiye'nin sorunlarına da son derece duyarlı, apartman yönetiminin hatalı uygulamalarına karşı hep başı çeken bir mücadeleciydi.
Üç hafta önce de yine bizim bloktan 80 yaşındaki komşumuz Jean-Claude de Kerchove'yi sonsuzluğa uğurlamıştık. Aristokrat bir aileden gelmesine rağmen tek başına mütevazi yaşıyor, ayağını sürüyerek yaptığı gezintiler sırasında karşılaştığımızda Belçika, dünya ve de Türkiye konularında söyleşiyorduk.
Tıpkı parkta sık sık karşılaşıp dertleştiğim, emeklilikte gün sayan Türkiye, Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Kosova, Fas, Cezayir çıkışlı dostlarımla olduğu gibi…
***
Acı bir şey ama her ikisi de yaşça benden daha küçük bu iki Belçikalı dostun ardarda ölümü bana ilk kez Nazım Hikmet'in Ölüme Dair sorgulamasını anımsatıyor:
Bir gün
kar yağarken,
yahut
bir gece,
yahut
bir öğle sıcağında,
hangimiz ilkönce,
nasıl
ve nerde öleceğiz?
Hangimiz ilkönce
nasıl
ve nerde ölürsek ölelim,
seninle biz
birbirimizi
ve insanların en büyük davasını sevebildik
-dövüştük onun uğruna -,
yaşadık
diyebiliriz.
Josaphat Parkı'nda bu yıl aşırı sıcaklar nedeniyle kızılcıklar meyvelerini erken döktü… Şiddetli bel ve diz ağrıları artık yerden toplamama olanak vermediğinden, meyveleri çiğnememek için sakına sakına yürüyorum. Daha ileride erken düşen kurumuş atkestanesi yaprakları… Onları büyük bir hırsla çiğneyerek büroma dönüyorum.
Bilgisayar karşısına çöktüğümde ekrana ardarda hep ölümle ilgili haberler, yorumlar düşüyor.
Evet, bundan 91 yıl önce, 23 Ağustos 1927'de ABD kapitalizmi iki İtalyan işçisini, Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti'yi elektrikli sandalyede katletmiş…
O yıl ben daha dünyada değildim, belleğimde o günlere ilişkin bir şey yok. Ama sosyalist mücadeleye girdiğim 50'li yıllarda onların katledilmesine ilişkin o kadar çok şey okudum ki, anıları hep belleğimde… Hele zorunlu sürgün İnci'yle beni Belçika'ya sürüklediğinde, bu ülkede o kadar İtalyan yoldaşımız, meslekdaşımız oldu ki, erkeğiyle kadınıyla hepsi benim için birer Sacco-Vanzetti'ydi. Hele hele yerli Belçikalıların inmeyi reddettikleri Marcinelle'deki Bois du Casier madeninde 136 İtalyan işçisinin grizu kazasında can verdiklerini öğrendikten sonra…
Joan Baez'in söylediği o gerilim ve isyan dolu Sacco-Vanzetti baladını Youtube'dan indirip tekrar tekrar dinliyorum…
***
Ama yine ABD'de, elektrikli sandalyede bir başka ikili idam var ki gazetecilik yaşamımın ilk büyük acılı anılarındandır… Julius ve Ethel Rosenberg adında iki ABD komünist parti üyesi bilim insanı nükleer silah yapımıyla ilgili sırları Sovyetler Birliği'ne sızdırdıkları iftirasıyla Sing Sing hapishanesinde 19 Haziran 1953'te katledilmişlerdi...
50'li yıllar, 1946'da Missouri Zırhlısı'nın "badanalanmış kerhane"lerle ağırlanmasından sonra ABD bağımlılığının hızlandığı ve Kore'ye 4500 kişilik tugay gönderme ödülü olarak NATO'ya alındıktan sonra da İzmir'in en nadide köşelerinin ABD militaristlerine peşkeş çekildiği günlerdi...
Böylesi bir ortamda Türk medyasının Rosenberg'lerin idamını anti-komünizmin bir zaferi olarak alkışlayarak vermesi hiç de şaşırtıcı değildi.
Ama gerçeği haykıran aydınlar da vardı... Melih Cevdet Anday'ın 1956’da yayınlanan Yan Yana adlı kitabındaki dizeler artık biz solcu gençlerin ağzından asla düşmeyecekti:
Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma
Nerdeyse gün doğacaktı
Herkes gibi kalkacaktınız
Belki daha uykunuz da vardı
Geceniz geliyor aklıma
***
Bu yazıyı yazmaya koyulduğum sırada sosyal medyaya TC ırkçılığının ve faşizminin bir başka yıldönümünü anımsatan paylaşımlar düştü.
Evet bundan tam 49 yıl önce, 23 Ağustos 1969'da, Dersim'de Pir Sultan Abdal oyununun sahnelenmesi Valilik'çe yasaklanmış, bu yasağa direnen halka ateş açılmış, iki yurttaş katledilmişti.
Arşivlere daldım... Bu olaylar üzerine 2 Eylül 1969 tarihli Ant Dergisi'nde şunları yazmışım:
"Bundan tam dörtyüz yıl önce bir halk ozanı, ceberrut Osmanlı yönetiminin halk düşmanı zalimlerine şöyle meydan okuyordu:
Yürü bre Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir!
"Pir Sultan Abdal, Padişah'ın mutemet adamı Hızır Paşa tarafından yakalanarak idam ettirilmişti. Ama idam edilmekle Pir Sultan Abdal'ın ismi, mücadelesi ve şiirleri unutulmamış, aksine günden güne büyüen bir efsane halinde sadece Alevilerin değil, tüm ezilen Anadolu halklarının gözünde zulme karşı savaş bayrağı olmuştu. Nasıl bir Şeyh Bedrettin'in unutulması mümkün değilse, Pir Sultan Abdal'ın da unutulması mümkün değildi."
Genç tiyatro yazarı Erol Toy'un yazdığı Pir Sultan Abdal oyununun Halk Oyuncuları tarafından Dersim'de sahneye konulması Demirel'in uşağı dönemin Tunceli Valisi tarafından yasaklanmış, direnen halka ateş açılmış, Mehmet Doğan Kılan ve Aziz Günel adında iki yurttaş katledilmiş, 6 kişi yaralanmış, kentte tam bir insan avı başlatılarak yüze yakın yurttaş gözaltına alınmıştı.
O dönemde HDP yoktu, ama Kürt ve Alevi vatandaşların faşizan iktidara karşı mücadelesine destek veren, Kürt ilerici ve demokratlarının da yönetiminde yer aldığı Türkiye İşçi Partisi vardı.
Olaylar sonrası Halk Oyuncuları'ndan Aşık Nesimi Çimen, Ayberk Çölok, Tuncer Necmioğlu, Yüksel Topçugüler'in yanısıra TİP adayı Avukat Kemal Burkay, TİP İl Başkan Ali Gültekin, TİP il yönetim kurulu üyeleri A. Erdoğan ve Hasan Ali Arslan polis merkezinde günlerce engizisyon sorgusundan geçirilmişlerdi.
Olaylardan sonra İstanbul'da yeni örgütlenmekte olan Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO)'nun kurucusu Necmettin Büyükkaya ve arkadaşları Ant'ta tam netnini yayınladığımız protesto bildirisinde isyanlarını şöyle dile getirmişlerdi:
"Bu davranışlar, buradaki halkın ayrı bir etnik özelliğe sahip olmasından ileri geliyor. Halkın bu masumane ve haklı isteğine kusarcasına mermi yağdırmakla, gelmiş geçmiş hükümetlerle birlikte bu hükümetin de bölgecilik ve bölücülük suçunu bizzat işlediği apaçık ortadadır. Bu davranışları üzerine Elazığ ve Tunceli valisini halk ve kültür düşmanı ilân ediyoruz.
"Türkiye halkı bu farklı ve keyfî davranışlara ses çıkarmazsa güvenliğimizi tehlikede sayacağımızdan, farklı muamele görenlerin evlâtları olarak üniversiteleri bırakıp mağaradaki kardeşlerimizin yanına koşacağız. Öleceksek orada ölelim."
Sevgili Necmettin 1984 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde işkenceden geçirilerek katledildi.
***
Sadece Necmettin mi?
1968 Temmuz'unda ABD 6. Filosu'nun İstanbul'u ziyaretine karşı direniş sırasında İstanbul Teknik Üniversitesi yatakhanesini basan polisler tarafından katledilen Vedat Demircioğlu ile başlayıp hain tuzaklarda, idam sehpalarında, polis baskınlarında, hapishane operasyonlarında, kent, kasaba ve köy yıkımlarında öldürülen daha binlerce direnişçi…
12 Mart darbesinden sonra, 12 Eylül darbesinden sonra, Özal'ın, Demirel'in, Çiller'in, Yılmaz'ın, Erbakan'ın, Ecevit'in, Gül'ün, Davutoğlu'nun ve de Erdoğan'ın başını çektiği sözde sivil hükümet dönemlerinde…
Canlı tanık mı gerek?
İşte Cumartesi Anneleri…
1995 yılından bu yana gözaltında kaybolan çocuklarının akıbetini sormak için her hafta İstanbul Galatasaray Meydanı’nda oturma eylemi yapan Cumartesi Anneleri, yarınki cumartesi günü 700. kez bir araya gelecek.
Sadece onlar mı? Türkiye'nin dört bir yanında ve Belçika dahil dünyanın çeşitli ülkelerinde yarın Cumartesi Anaları'yla dayanışma eylemleri var.
Türkiye'de Türk-İslam faşizminin giderek daha da kurumsallaştığı günümüzde Cumartesi Anaları'nın 700. protestosu ve paralel dayanışma eylemleri birilerini bir nebze uyandırır mı?
Göreceğiz.
Kasım 2015 seçimlerinden sonra HDP ve DBP üyelerinden 14.200 kişi gözaltına alınmış, bunlardan 5.530’u derhal tutuklanmış bulunuyor.
HDP’den tutuklanan 2.830 kişinin 634’ü il, ilçe veya parti yöneticisi, 10’u da milletvekili. DBP’den tutuklanan 2.700 kişinin 450’si il, ilçe eşbaşkanı veya yöneticisi…
Gelecek belediye seçimlerini belli kent ve kasabalarda HDP'li, CHP'li muhalefet adayları götürse ne olacak?
Sevgili Baskın Oran'ın önceki gün Artıgerçek'te yayınlanan "Belediye seçimleri yaklaşırken 'Tek Hesap' ve Kürt meselesi" başlıklı yazısı Türkiye'yi tam bir karanlığa gömme sürecinin yeni bir perdesini tüm çıplaklığıyla açığa vuruyor.
Mart 2019'da yapılması öngörülen belediye seçimlerinde halen kayyuma bağlı Kürt belediyelerinin yeniden halkın seçeceği kişilere iade edileceği umut edile dursun, 9 Ağustos günü Resmî Gazete’de yayınlanan Cumhurbaşkanlığı 17 sayılı kararı ve ilgili yönetmelik, bundan böyle tüm belediyeleri, hangi partinin yönetiminde olursa olsun, Erdoğan'ın tam vesayeti altına sokuyor.
Ve yine Oran'dan son derece gerçekçi bir teşhis:
"Şimdi de belediyeler, bakanlığın iznini almadan artık borçlanamayacak bile. Aslında buna, bir kamu tüzel kişisini 'vesayet altına almak' değil, hacir altına almak demek daha doğru! Bu tersine gidiş, Kürt meselesini korkunç bir hale getirecek. Türkiyeli Kürtleri bu ülkeden iyice koparacak."
Baskın Oran son derece haklı…
Hızır Paşa zulmüdür bu, sadece Kürtleri değil, Türk-İslam Sentezi diktasından "illallah" diyen Türkleri de, azınlık statüsündeki diğer halkların her şeye göğüs gererek kalabilmiş olanlarını da kopartır bu ülkeden…