Âdil miyiz, ahlâklı mı?

İslâm toplumunun uluslararası arenadaki ağırlığı; lüks saraylar yaparak, gökdelenler dikerek, altın ibrikten abdest alarak artmayacaktır.

Bu soruya kısa-uzun çeşitli cevaplar vermek mümkündür. Fakat sonda söyleyeceğimizi başa alırsak bu sorunun yalın ve doğru cevabı şu olacaktır; ne adîliz ne de ahlâklı!

Uzun uzadıya teorik izahlara başvurmadan, şu an tecrübe ettiğimiz sosyo-siyasal yaşamın herhangi bir kesitine bakmak da bizi hoşumuza gitmeyen bu sonuca götürecektir. Hatta yanı başımızda yığınlar oluşturan hak mağdurlarından sadece birisinin ah-u fizarını dinlememiz yahut herhangi birisinin acıklı mektubunu okumamız da yeterli olacaktır. Kısacası; Kanun Hükmünde Keyfiliklerle yönetilen bir devlete âdîl denilemeyeceği gibi bu durumu kanıksamış bir topluma da ahlâklı denilemeyecektir.

Nasıl oldu da; "Ben, güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim!" (Muvatta, Beyhakî) diye buyuran bir Peyğambere ümmet olma iddiası taşıyan İslâm toplumu özellikle sosyo-siyasal hayatta bu mesajın gerektirdiği erdemli davranışlardan hayli uzak, kötü bir profille arz-ı endam etmeyi önemsemez olmuştur!

Kur’an’ın ahlâka dair yaptığı onca vurguya ve Hz. Muhammed’in (a.s.m) yaşam boyu güzel pratiğine rağmen günümüz dindar toplumunda görülen hızlı ahlâki yozlaşmanın ve adaletsiz yönetimlere çakılmanın sebepleri üzerine ciddi kafa yormak gerekiyor.

Biri birisiz olamayan veya biri diğeriyle daha anlamlı daha güçlü-etkili olabilen ahlâk-adalet ikilisinden şimdilik ahlâkı merkeze alırsak; "Ahlâklı-ahlâksız" derken bir insanın davranış ve eylemlerini neye-kime göre güzel-iyi ve çirkin-kötü diye kategorize etmiş oluruz? Evrensel bir ahlâk yasasından bahsetmek mümkün müdür? Ahlâkın kaynağı Din midir? Kendilerini herhangi bir dinden saymamakla "övünen" insanların ahlâkîliklerini nasıl izah edeceğiz? Gibi ahlâk felsefesi tarihinde çokça tartışılan konulara ayrıntıları ile girmek iki-üç makalenin işi değildir. "Fakat bir bütünü elde etmeyen, bütünü de terk etmemelidir." Kaidesince;

Kürdler, Farslar ve Türkler Arapça’da huy, tabiat ve yaratılış manalarına gelen ‘hulk’ kelimesinin çoğulu olan ‘ahlâk’ kelimesini kullanmakta sözcük birliğine varmışlar. Batı toplumu ise, anlamını tam karşılamasa da Yunanca’da "ethos-etik", Fransızca’da "Moral(s)" kelimelerini kullanmayı tercih etmişler. Aslında ahlâk için moral, ahlâk felsefesi için etik kelimesinin kullanılması daha isabetli olur diyebiliriz.

Ahlâkın bir yaratılışa bakan, yaratılıştan gelen tabiî-doğal-fıtri boyutu bir de sonradan öğrenilen, değişen yapay-kültürel tarafı vardır.

Ahlâk denince hemen akıllara Din ve Fıtrat’ın da gelmesi üçü arasında güçlü bir bağın olduğunu gösterir. İlk insan Hz. Adem’in fıtratıyla beraber hem Din’in hem de ahlâkın yürürlüğe girdiğini belirtmek lazım. Demek oluyor ki fıtrat-yaratılışın meyyal olduğu, potansiyel olarak taşıdığı güzel ahlâk çekirdeklerini, Din de pratiğe çekerek, besleyerek, yeşerterek mükemmelleştirir. İşte Hz. Muhammed’in yukarıda andığımız çarpıcı mesajını da bu minvalde değerlendirmek gerek. Yani; "Sadece diğer Peyğamberlerin bıraktığı güzel ahlâk mirasını tamamlamaya değil bir de insan fıtratının yaratılıştan meyyal olduğu, meyve vermeye elverişli olduğu güzel ahlâk tohumlarını filizletip, tamamlayıp mükemmelleştirmeye geldim." demek istiyor.

Özellikle son iki asırdır Müslümanların uluslararası sosyo-ekonomik ve siyasal yaşamda ciddi bir ağırlıkları kalmamışsa bunun temel bir sebebini de erdem ve adalet endeksli kendi anlam dünyalarına yabancılaşmış olmalarında aramak gerekiyor.

Bu trajik yabancılaşmayı doğuran çeşitli etkenlerin başında hazırlıksız yakalandıkları modernite ile yaşamayı-çatışmayı ve İslâm toplumunun kendi tarihlerinin büyük zaman diliminde onsuz yolculuk yapamayıp, tüm gruplarıyla alıştıkları istipdatı; özellikle müstebid siyasal sınıf dediğimiz otoriter-totaliter iktidar sınıfının despot yönetimlerini saymak mümkündür. Altıyüz yıl önceden İbn-i Haldun’un da tespit ettiği gibi baskıyla, despotça idare edilen toplumlarda ne dini ne de sosyal herhangi bir yenilik, gelişme ve ilerleme kaydedilemez. İnsan iradesinin özgür olmadığı böyle toplumlar edilgen, korkak, tutucu, katı ve gerici olurlar.

Bebekli, lohusalı annelerin, akademisyenlerin, düşünürlerin, siyasetçi ve gazetecilerin hapse tıkatıldığı, satılan şeker fabrikalarının yerlerine koca koca cezaevlerinin yapıldığı adeta bir bütün olarak tutsak bir ülkede derinleşen siyasal ve ekonomik kriz bunu göstermeye yetse de son bir tespit de Oxford Üniversitesi’nden geldi. Yapılan araştırmada internet ortamında siyasi düşüncesini açıklamaktan en çok çekinen yani korkan toplumun Türkiye olduğu tespit edildi.

Yıl 2018’in sonları…

Biz daha suç ve cezanın şahsiliği dediğimiz hukukun en başta gelen evrensel ilkesini bile yargı sisteminde rayına oturtamamış; güzel ahlâkın, erdemli yaşamın olmazsa olmaz prensibi olan ‘doğruluk halatı’na yapışamamış, dahası ‘yalan’ı terk edememiş bir toplumuz! Bir çeşit helâk olan sistemsel yozlaşma ve çürümeyi değil de saygınlığımızın artmasını nasıl bekleyebiliriz?

İslâm toplumunun uluslararası arenadaki ağırlığı; lüks saraylar yaparak, gökdelenler dikerek, altın ibrikten abdest alarak artmayacaktır. Ancak; şiddet sarmalını ve istipdatı yenerek hukuk devletlerine ve ahlâki sorumluluklarımızın farkında olarak aktif hayırlı toplumlara evrilmeyi başarabilirsek barış yoksunu biçare coğrafyamızın saygınlığı ve ağırlığı artabilecektir.

Müslümanların nihayet yeni coğrafyalar fethetmeye sarf edecek enerjileri kalmadı ve zaten böyle bir ihtiyaç da yoktu! Artık vakitlerini ve tarihi tecrübelerini nitelikli bireylerden oluşan vasat toplumu inşa etmeye harcamaları yararlarına olacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Muhammed Salar Arşivi