Erol Köroğlu
Aileyi beklerken
Ailenin tarihselliği diyorduk. Çok uzattım, biliyorum. Fakat korkmayın, başlığımdaki "Godot’yu Beklerken" göndermesi gibi olmayacak gidişat. Hemen konuya giriyorum.
O da ne? Yazıya bir müdahale var. Buyrun, bir şey mi vardı?
- Evet, bir dakika!
İçinde olduğumuz gündeme rağmen haftalardır uzatıp durduğunuz bu konuyu yazmaya devam mı edeceksiniz? Sadece Boğaziçi Üniversitesi’nin bir haftalık gündemi bile, artık bu konuyu bir kenara koyup güncelle ilgili konuşmanızı gerektirmiyor mu? Bir yıl önce işten çıkarıldığında hakkında ‘Can’ı Candan Usandıran Bir Kayyım Masalı’ başlıklı bir yazı yazdığınız belgesel sinemacı ve akademisyen meslektaşınız Can Candan, Boğaziçi Üniversitesi kayyımı Naci İnci tarafından yeniden işten çıkartıldı. Hem de bir önceki işten çıkartmanın hukuksuzluğu mahkeme tarafından tespit edildiği ve Can Candan’ın maaş kesintilerinden kaynaklanan maddi zararının karşılanması hükme bağlandığı halde, Boğaziçi kayyımlığı yine aynı yola tevessül etti. Bunu konuşmayıp ailenin tarihselliğini mi konuşacaksınız?
Doktoranızı aldığınız Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nün, enstitü akademik kurulu tarafından demokratik biçimde belirlenen ve görevini tamamlamasına daha 15 ay olan müdürü, son derece önemli bir 19. yüzyıl Osmanlı tarihçisi olan Prof. Dr. Cengiz Kırlı, okulun elektronik belge sistemi üzerinden gelen bir haberle görevden alındığını ve enstitünün inkılâp tarihi derslerini veren okutman kadrosuna dahil olup, bir süre önce profesörlüğe atanan bir başka kişinin yerine müdür olarak atandığını öğreneli daha bir hafta olmadı. Bir buçuk senedir "kabul etmiyoruz, vazgeçmiyoruz" diye savunduğunuz "özgür, özerk, demokratik, şeffaf ve hesap verebilir kamu üniversitesi" idealinin temelden yıkımına dönük en önemli hasarlardan biri olan bu olayı da bir yana bırakıp, yine de ailenin tarihselliğinden mi söz edeceksiniz?
Boğaziçi Üniversitesi’nin kurumsal tarihi ve geleneğinin bir parçası olarak, aldıkları üç otuz kuruşluk ödemelere aldırış etmeden uzmanı oldukları alanlarda Boğaziçi’nde ders açmaya devam eden pek çok emekli hocamızın derslerine kayyımlık onay vermedi. Direnişe destek verdikleri için cezalandırıldılar. Bu can acıtıcı saygısızlık ve kadir kıymet bilmezlikten söz etmek yerine ailenin tarihselliğini mi bahis konusu edeceksiniz?
Türkiye’nin gündemine hiç girmeyelim. Bu kadar önemli konu var! Hepsi bir yana, bir edebiyatçı olarak dünya gündeminde sizi ilgilendirmesi gereken, Şeytan Ayetleri yazarı, romancı Salman Rushdie’nin Amerika’da uğradığı bıçaklı saldırıda ağır yaralanması da mı ailenin tarihselliğinden daha önemsiz?
Sayın Köroğlu, siz edebi araştırma ve edebiyat eleştirisi çalışmalarınıza geri mi dönseniz acaba? Köşe yazarlığından biraz uzak gibisiniz. Gündemle ilgili görüşlerinizi sunmak ve okurların görüş oluşturmalarına katkıda bulunmak yerine, habire akademik alana kaçıyor gibisiniz. Sizden köşe kadısı olmaz. Olsa olsa köşe kadısı bilirkişisi olur."
Böyle diyor (tıpkı benim gibi kısa konuşamayan) iç sesim. Sanki okurlarım böyle derlermiş gibi çıkarımlarda bulunuyor. Haksız da değil. Benimkisi pek iyi bir köşe yazarlığı pratiği olmayabilir. Akademik yazarlığa çekilip duruyor da olabilirim. Fakat her şeye rağmen ben ailenin tarihselliği konusu üzerinde durmaya devam edeceğim. Çünkü bu konu daha önce yazdığım "Yeniden Çerçeveleme: Daha iyi Düşünmeye Giden Yol" ve "Bir Hakikat Sandviçi Yemez Miydiniz?" yazılarımda sözünü ettiğim George Lakoff kaynaklı "kavramsal çerçeveler" ve bunun siyasal alana yansıması olacak "yeniden çerçeveleme" çabasıyla yakından ilişkili.
Bu yazılarda sözünü ettiğim üzere, Lakoff Amerikan siyaset dünyasının belirleyicileri olan muhafazakârlık ile ilericiliğin, tüm yaklaşımlarının altında yatan "aile çerçeveleri"nden yola çıktıklarını anlatır. Muhafazakârlar bir "katı baba dünya görüşü"ne dayanırken, ilericiler "besleyici aile dünya görüşü"nden hareket ederler. Kültürler arasında elbette farklılıklar ve uyuşmazlıklar olacaktır. O nedenle, Amerika’daki bu çerçeveler aynen Türkiye’de de geçerlidir demiyorum. Fakat buna benzer yapılarla karşı karşıyayız.
Türk tipi "katı baba dünya görüşü," tıpkı Amerika’da olduğu gibi kendisini tek hakikat olarak yansıtıyor. Bir Türk-İslam aile modeli var ve bu neredeyse ezeli ama her durumda ebedi olması için çaba harcanan bir model. Bunu geçen haftalarda tartıştım. Bu yasal ve idari yollar üzerinden değişmez hakikat olarak bizlere dayatılıyor. Eşi ve çocuklarının iyiliğini isteyen vefakâr ve cefakeş baba üzerinden tüm toplumsal hayat tasarlanmaya çalışılıyor. Başta cinsellik, her şey bu çerçeve üzerinden düşünülmekte. Erkek idareci ve üstün olan olduğundan, normu da o belirlemekte. Erkek denince cinsellik gelmiyor mesela aklımıza. Ama kadın denince, hemen cinselliğini hatırlıyor olsak gerek ki, "bayan" diye üstünü örtüyoruz. Bir takım diyanet imamları ya da tarikat/cemaat vaizleri, ortaya çıkıp çıkıp sokakta kadın görmekten duydukları rahatsızlığı ifade ediyorlar. Ortalıkta cinselliğini saklamadan dolaşan, yani erkeğin istediği gibi değil de kendi istediği gibi var olan her kadın erkekleri çileden çıkarıyor, erkekliği rencide ediyor. İşte o yüzden toplumun her yönü o "kutsal aile modeli" etrafında yeniden düşünülmeli, gereken ayarlar yapılmalı. İtaat etmeyenler cezalandırılmalı.
Sanki çelişiyormuş gibi gelebilir söylediklerim size. Cinsellikten söz ederken, kutsal aile modelinin cinsellikle ilgisi olmayan toplumsal rolleri belirler hale gelmesi nasıl olacak? Burada bir çelişki mi var?
Yok aslında. Kutsal aile modelinin altındaki katı baba dünya görüşü, tüm yaşamı birbirleriyle zıtlık içerisinde belirlenen ikili karşıtlıklar olarak görüyor. Uzak Doğu felsefesindeki yin ve yang gibi birbirini tamamlama özelliği de yok burada. İkili karşıtlıktan biri diğerine üstün. Erkek ve kadın gibi, gündüz ve gece gibi, pişmiş ve çiğ gibi, biz ve onlar gibi… Bunlardan biri mutlaka diğerine hâkim konumda olacaktır. Bu tahakküm ilişkisi üzerinden, bu ikili karşıtlıklar birbirini çağırarak ilerlerler ve erkekle kadın arasındaki eşitsiz ilişki her tür idare ve yönetim aşamasına da yansıyacaktır.
Bizim Boğaziçi Üniversitesi’nde bir buçuk senedir karşı çıktığımız durumu düşünün. Kayyım rektör, en büyük baba olan cumhurbaşkanı tarafından o role uygun görüldüğü için, sözünü dinlememizi bekliyor. Boğaziçi Üniversitesi ailesinin reisi, babası o. Hepimizin iyiliğini istiyor. Sözünü dinlemediğimizde de bizi cezalandırıyor. Çünkü kutsal bir ilişkiyi bozduğumuzu düşünüyor. Bunu yapan kim olsa cezalandırılmalı. Can Candan, üç ay hapis yatan öğrenciler, emekli profesörler… Örnek çok ve daha da çoğalacak. Hepimiz bu ailede yerimizi bilecek, ailenin düzen ve huzurunu bozmayacağız. Çünkü toplum bir ailedir, toplumun her parçası, her unsuru aile gibi işler ve ailede herkes yerini bilmelidir. Koca mısın? Karı mısın? Çocuk musun? Sınırları zorlama! Aile bir doğa kanunu, bunu bozma!
Alâkası yok tabii. Aile doğa kanunu filan değil. Burada muhafazakâr anlayışın ideolojik kavramsal çerçevesini bize dayattığını, zor ya da ikna yoluyla bir kültürel hegemonya oluşturmaya çalıştığını görüyoruz. Televizyonlar, sosyal medya, şu bu, her yer ve her şey aile temsilleriyle kaynıyor. Ekonomik kriz var diyoruz, sus aile diyorlar. Siyasal sorunlar nasıl hallolacak diyoruz, aileye zarar verirsin diyorlar. Kurumlara zarar veriyorsunuz diyoruz, iyi de aileyi başka nasıl koruyabiliriz diyorlar. Bir aile kısırdöngüsüne sıkışıp yuvarlanıyoruz. Yakında herhangi bir muhalif ses çıkarmaya kalkışacak olduğumuzda, öz denetim mekanizmaları işleyecek ve "fakat bunu dersem aileye zarar vermiş olur muyum?" deyip susacağız sanırım.
Lakoff’un önerdiği üzere yeniden çerçevelemeye gitmemiz ve bize özgü bir besleyici aile dünya görüşünü öne çıkarmamız lazım. Bunun siyasetini görünür kılmak lazım. Aile önemli ve bir deli gömleği olmak zorunda değil. Can Candan’ın ödüllü belgeseli Benim Çocuğum tam da bunu yapıyordu. Kutsal aile modeli, çocuğunuz LGBTİ+ ise bunu reddedin, onu aslında birer işkence olan terapilere sokun, "düzeltin" diyor. LGBTİ+ kimlikleriyle ilgili sürekli safsata ve hakikatimsi üretiliyor, topluma algı pompalanıyor. Benim çocuğum eşcinsel ya da trans ise, neden ona baskı yapacakmışım? O benim evladım. Onun mutluluğu ve kendi hayatını başarıyla kurması benim en önemli önceliklerimden. Onun kime arzu duyduğu, nasıl bir cinsel yönelime sahip olduğu beni neden ilgilendirsin? Can Candan, bunu görünür kıldığı, filminde toplumdaki önyargılara karşı çocuklarının yanında durmayı seçen ana babaları anlattığı için cezalandırılıyor bir yerde.
Aile denince heteroseksüel arzuya göre tanımlanan ve ataerkil bir yapı düşünmek zorunda değiliz. Böyle bir tasavvurun toplumun geleceği açısından bir zorunluluğu yok. Bu ideolojik bir seçim ve biz bunu seçmek zorunda değiliz. Biz kapsayıcı ve kimsenin dışlanmadığı, baskının temel belirleyici olmadığı aile tasavvurları için çaba harcayabilir, siyaset üretebiliriz. Tüm bireylerin mutluluğunu öncelemeyen bir siyaset olamaz. Özgürlük ve özgürleşme, bireylerin kendini gerçekleştirmesi üzerinden ortaya çıkan bir toplumsallık bu toplumdaki tüm ilericilerin önceliği olmalı.
Evet, hepsi çok güzel de, yazı yine sonuna yaklaştı ve ben hâlâ ailenin tarihselliği konusuna giremedim. Bence köşe yazarlığının en kötü yanı, köşenin hemen bitiyor olması.
Şaka bir yana, ailenin tarihselliği, bize doğa kanunu ya da inançsal nasmış gibi yansıtılan kutsal aile mitinin belirli bir dönemde, aşağı yukarı 1850’ler civarında gündemimize girmiş olduğunu bilmek, topluma dönük muhafazakâr tahayyülü kırmak ve dönüşüme açık bir yeniden çerçeveleme yapabilmek için çok yararlı olacaktır. Bu konu, artık alıştığınız üzere, gelecek haftaya kalacak ama yazıyı bu defa, tam da bu konuyla ilgili bir bilmeceyle bitireyim. Edebiyat kaynaklı bir soru soracağım sizlere.
Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Aliye, Ahmet Mithat Efendi’nin kol kanat gerip edebiyat dünyasına girmesine yardım ettiği ilk önemli kadın romancımızdır. Onun 1896 civarında yazıp 1899’da kitap olarak yayımladığı Udî başlıklı bir romanı var. Geçimini ut hocalığı yaparak kazanan Bedia adlı bir kadının yaşam öyküsü bu roman. Romanla ilgili ayrıntılı bir makalem var, ona da arzu ederseniz buradan ulaşabilirsiniz.
Fatma Aliye, romanın başlarında Bedia’nın babası Nazmi Bey’i bize tanıtırken şöyle bir ifade kullanır: "Bir aile müdiri, bir familya babası, bir hane erkeği." Sorum şu: Bu cümlede birbirinden virgülle ayrılan bu üç cümlecik aynı durumun değişik ifadeleri mi? Yoksa aralarında farklar var mı? Varsa bunu nasıl açıklarsınız?
Müsaadenizle, haftaya buradan devam edelim.