Aileyi (romanlar aracılığıyla) nasıl anlasak?

İyi yazılmış bir roman sadece dünya ve hayatla ilgili bilgiler sunmakla, açıklama yapmakla kalmaz, bu bilgiler üzerinden dünyayı ve hayatı nasıl anlayabileceğimizi de bize göstermiş olur.

Olaylarla dolu bir hafta daha geri kaldı. Yeni haftaya başladığımız şu Pazartesi sabahı, adeta geçen haftanın olaylarının altında kalmış, şimdiden yorgun düşmüş gibi değil miyiz?

Acaba yukarıdaki ilk cümlemi değiştirsem daha mı doğru olur? Şöyle mesela: Olaylarla ilgili, olaylardan yola çıkan ya da olayların ne olduklarını ortaya koyma iddiasındaki medya, sosyal medya ve gerçek hayat yorum ve görüşleriyle dolu bir hafta daha geride kaldı. 

Çeşitli kanallardan durmaksızın akan yeni, eski, birbirine benzeyen ve farklılaşan, ileri ve geri görüş ve yorumların inanılmaz miktarı bizi bitkin düşürüyor. Beğenelim beğenmeyelim, enformasyon bu. Tepemizden sağanak halinde enformasyon yağıyor. Enformasyon dikkat gerektirir. Dikkatinizi talep eder ve zihinsel süreçleri, bilişi idare eden dikkat, tek kanallı bir yoldur. O size anlamlı gelmeyen tivit ya da feysbuk yorumu dikkatinizi celp eder ve sınırlı dikkat kapasitenizi tüketir. 

Güzel Türkçemizle az ve öz ifade etmeyi denersem şunu demek istiyorum: Tv, medya ve sosyal medyaya baka baka salağa dönüyoruz. O kadar salağa dönüyoruz ki, sanki bilmem ne partisinin sözcüsüymüş gibi, gündeme düşen her konuda görüş paylaşmaya çalışıyoruz. Önemli olaylarda, bayramlarda, felaketlerde, kraliçe öldüğünde herkes bir şey söyleme derdinde. Twitter’ın simgesindeki kuş gibi ötüyoruz. Fakat bu cümlenin devamında, nazik bir insan olduğumdan, kuşlar ve beyinlerle ilgili sözcüğü de anıverme cesareti göstermeyeceğim.

Bu gidişatın bizi varoluş ve hayatın en önemli zihinsel etkinliklerinden olan anlama çabasından uzaklaştırdığını düşünüyorum. Anlamak emek ister, yorucudur, çabalamadan anlayamazsınız. Anlayabilmek için sürekli yeni (ve anlamlı) şeyler öğrenmeniz gerekir. 

Eski Yunan’dan bugüne gelen en önemli öğretilerden biri "kendini bil" cümlesinde özetlenir. Şu anda ayrıntısına giremeyiz ama kendini bilmek, sürekli bir anlama ve anlamlandırma çabası gerektirecektir. "Dur, kraliçenin ölümü üzerine ben de bir espri patlatayım ya da yorum kasayım" iştiyakı, herhalde kendini bilme çabasına en uzak noktalardan biri olsa gerek.

20. yüzyılın ünlü Fransız filozoflarından Paul Ricoeur "eleştirel yorumsama/hermenötik" yaklaşımının başyapıtı diyebileceğimiz Zaman ve Anlatı’da şöyle bir cümle kuruyor: "Dünya, okuduğum, yorumladığım ve âşık olduğum her türden betimleyici ya da poetik metin tarafından açılmış göndermeler setinin bütünüdür." (İngilizce çeviri Time and Narrative’in birinci cildinin 80. sayfasından benim çevirim. Kitap, Yapı ve Kredi Yayınları tarafından dört cilt olarak yayımlandı.) 

İzninizle biraz açayım: Ricoeur, edebi ve edebiyat dışı metinleri okur, ne anlama geldiği hakkında akıl yürütür ve bu süreç sonunda bunların bazılarına âşık oluruz diyor. Bu metinlerin her biri yaşayan ya da ölmüş, bizim gibi bir insan tarafından yazılmıştır. Dolayısıyla her metin, yazarının dünyayı nasıl gördüğünü yansıtır. Biz bir metne âşık olduğumuzda, dünyaya artık sadece kendi gözlerimizle değil, o metnin bütünü veya icabında bir cümlesinde beliren yorum üzerinden de bakmaya başlarız. Yani dünyaya bakışımız asla yekpare değil, üzerimizdeki pek çok etki üzerinden çoklu ve parçalıdır.

Yani medya ve sosyal medyadan üzerimize yağan enformasyonla serseme dönen bizler kadar, gelmiş geçmiş en etkileyici zihinlerden birine sahip Ricoeur gibi bir filozof da etki altında ve algıları manipüle edilmiş halde.

Evet, en temelde öyle tabii ama bunu fazla abartmayalım: Çünkü ortada bir sindirim sorunu var. Metinleri bazen defalarca okuyup çalışıyor, bu sırada onlara bağlanıp, hatta âşık oluyorsunuz. Fakat onlardan size gelen bilgiyi ancak uzun sürede hazmediyor, bünyenizin parçası haline getiriyorsunuz. Olgular ve enformasyon gözünüzün önünden 'feysbuk taymlayn'ı (eski dilde "film şeridi") gibi akıp gitmiyor. Önünüzde sadece bir sürü elekten geçmemiş "açıklama" yok. Bundan ötesi, yavaş yavaş oluşturulmuş bir "anlayış" var. İşte bu kıymetli olan. 

Biliyorum, sabırla bekliyorsunuz, sabırsızlığın bende pek işe yaramadığını anlamış saygıdeğer okurlarım olarak, geçen hafta söz edeceğim dediğim, Halide Edib’in 1910’da yayımladığı Seviye Talip romanından söz etmemi. Bu roman üzerinden ailenin bir kural olarak değil, bir süreç ve hatta sorunsal olarak anlaşılması gerekliliğini tartışacağım. Oraya geliyorum. Her zamanki gibi, biraz daha sabır.

Yukarıda söylediklerim doğrultusunda, bu kıymetli bir çaba. "Aile ve evlilik şöyle şöyle olmalıdır" diye tümdengelimci ve kural dayatmacı bir yaklaşıma sahipseniz bile, bu olgular bu romanda nasıl ele alınmışı düşünmek size zarar vermez. Bu noktada, bir romanın dünyayı anlayışımıza nasıl katkıda bulunacağına dair Amerikalı etikçi Martha Nussbaum’dan da bir alıntı yapacağım: 

"Roman bizi metaforları yorumlamaya çağırır. Aslında daha fazlasını da yapar: Roman kendini bir metafor olarak sunar. Dünyayı oradan değil, buradan gör diye öneride bulunur. Şeylere bu hikâyede anlatıldığı gibi bak, sosyal bilimin tavsiye ettiği diğer yollardan değil. Romanı okuyarak bu belirli dünyayı tahayyül etmemizi sağlayacak somut bir dizi imge edinmekle kalmayız, aynı zamanda ve daha önemlisi, kendi dünyamıza yaklaşmamız için genel bir düşünüş şekli de ediniriz." (Poetic Justice: The Literary Imagination and Public Life, 1995, s. 43-44. Benim çevirim.)

Yani bir roman, hele ki, iyi yazılmış, üzerinde emek harcanmış bir romansa, sadece dünya ve hayatla ilgili bilgiler sunmakla, açıklama yapmakla kalmaz, bu bilgiler üzerinden dünyayı ve hayatı nasıl anlayabileceğimizi de bize göstermiş olur. Romanın bakışına katılmak zorunda değiliz. Fakat böyle bir bakışın mümkün olduğunu da öğrenmiş oluruz.

Halide Edib, Seviye Talip’i 1909’da yazıyor ve bundan bir sene sonra yayımlıyor. Farklı Osmanlıca ve daha sonra Latin harfli yayımları mevcut. Ben Can Yayınları’ndan 2020’de çıkan ve İpek Hüner Cora ile İclal Vanwesenbeeck’in özenle yayına hazırladığı baskıyı okumanızı tavsiye ederim. 

Öncelikle romanın öyküsü çok ilginçtir. Birazdan spoiler da verebilirim ama bu romanla ilgili konuşurken bu bir zorunluluk. Romanın baş karakterlerinden olan Fahir, aynı zamanda romanın ben anlatıcısıdır. Olup biteni hep onun sesinden dinleriz. Fahir hala kızı Macide ile evlendikten bir süre sonra İngiltere’ye eğitim almaya gitmiş ve gidişinden altı ay sonra bir çocukları olmuştur. Romanın başında Fahir, gidişinden üç sene sonra, 1908 yaz sonunda, İkinci Meşrutiyet’in ilanının ardından İstanbul’a dönmektedir. Fahir karısını okumaya sevk eder ve kendisini geliştirmesini sağlar. Bu sırada, çocukluk arkadaşı Numan üzerinden, bir diğer çocukluk arkadaşları olan Seviye ile yolları kesişir. Çok güzel bir sese sahip Seviye, Numan’ın amcası Talip Bey’le evlenerek onun adını almıştır. 

Burada bir Osmanlı uygulaması var. Kadınlar evlenene kadar babalarının, evlendikten sonra kocalarının adını ikinci ad, bir nevi soyad olarak alıyorlar. Örneğin Halide Edib, bu romanı yazarken Salih Zeki ile evli olduğu için, kapakta adı Halide Salih olarak geçiyor.

Romanın sorunsalı tam da Seviye Talip adındadır. Çünkü Seviye, bir süre sonra kocasından boşanmak istemiş ama şerî kanunda boşanma hakkı kocada olduğu için, kocası buna razı olmamıştır. Bunun üzerine Talip Bey’i terk eden Seviye, müthiş bir cüret göstererek âşık olduğu eski müzik hocası Cemal ile yaşamaya başlar. Talip Bey inat etmekte ve yeni çiftin nikahları olmadığı için taşındıkları her mahalleden kovulmalarını sağlamaktadır.

Fahir romanın anlatı zamanı içinde Seviye ile karşılaştığında, kadın fiili olarak Seviye Talip değildir ama kocanın çözüme razı olmaması nedeniyle bu isimle yaşamak zorunda kalmaktadır. Fahir yavaş yavaş, belli ki çocukluğundan beri çok etkilendiği bu kadına çılgınca âşık olur. Oysa Seviye, son derece namuslu bir kadındır ve Fahir’e asla cesaret vermemiştir.

Bir noktadan sonra Fahir delirecek dereceye gelince, Numan eşliğinde Mısır’a yollanır. Orada, Fahir’e tesadüf eseri Seviye’ye çok benzeyen bir İngiliz opera sanatçısı âşık olur ama Fahir de buna cevap vermez. İstanbul’a geri döndüklerinde, Fahir’in bir gece çılgınca Seviye’ye gittiğini ve üstü kapalı olarak anlatılacak biçimde, ona tecavüz ettiğini görürüz. Seviye’nin "namusu" Fahir tarafından "kirletilmiştir." Fahir’in bu eyleminin acısıyla, 31 Mart Ayaklanması’nı bastırmaya gelen Hareket Ordusu’na katıldığını ve çatışmalar sırasında şehit düştüğünü anlarız. Yol açtığı felaketi ancak ölüm temizleyecektir.

Romanın sonu, ben anlatıcı Fahir’in yazdıklarından değil, olaylara yukarıdan bakan üçüncü tekil şahıs anlatıcı tarafından anlatılır. Camide şehitler için mevlüt okunmakta, Macide oğluna babasının bir kahraman olduğunu söylemektedir.

Tüm bunlar romanın görünen öyküsü ve bizim kullandığımız bir tabirle olay örgüsüdür. Fakat metnin anlamı ve özellikleri bundan mı ibarettir? Halide Edib bize, topluma meydan okuyan bir kadının trajedisini, verdiği kararların ceremesini çekmesini mi anlatmaktadır? 

Bu konuya haftaya devam edeceğim. Ancak bu kadar spoiler sonrasında, şuncağız bilgiyi de eklemiş olayım: Tecavüzün gerçekleştiği sırada, Talip Bey boşanmayı kabul etmiş, Seviye ile Cemal nikah kıymışlardır. Yani Seviye artık Seviye Cemal’dir, aile ve evlilik yapısına bir tehdit olmaktan çıkmıştır. Öyleyse neden Fahir’in tecavüzüne uğramaktadır? Bunu nasıl anlamlandıracağız? Bu son ve bütünü açısından bu roman evlilik ve aile sorunsalıyla ilgili bize nasıl bir bakış açısı, nasıl bir anlayış sunmaktadır?

Haftaya görelim…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi