Alaturka narsizm

Narsizm insan olmanın kaçınılmaz hali. Problemli sayılan narsizm ise beğenme ve sevme yeteneği olmayanların takdir edilme uğraşılarıdır. Eğer insanların “sağlıklı” bir narsizmleri yoksa, tatminlerini başkalarının ezerek, onları değerszleştirerek yaşarlar.

Narsizm, bugünlerde pop kültürün en popüler konusu. Sosyal medya narsist avcıları ve narsisti nasıl yakalayabileceğimiz/tanıyabileceğimiz, onlardan nasıl kurtulacağımız, nasıl etkisiz hale getireceğimiz hakkındaki bir yığın nasihatlerle dolu. Buralardan “okuduklarımızdan ve duyduklarımızdan” çıkardığımız sonuca bakarsak etrafta narsist olmayan pek yok galiba.

Christopher Lasch, yaşadığımız çağı “narsistik dönem” olarak adlandırıyor.[1] Psikanalist Horst-Eberhard Richter de Tanrı kompleksi’yle günümüz insanlarının kendilerini yeniden yaratma derdinde olduklarını ve bu anlamda kendilerini tanrı yerine koyduklarına, yani tanrısal bir narsizme, dolayısıyla her şeyi yapabileceği kanısına kapıldıklarına gönderme yapar.[2] Axel Honnet insanların takdir edilme rekabeti içinde olduklarını ayrıntılarıyla anlatır.[3] Takdir edilme mücadelesi narsizm içindir de. Kısacası narsizm, sadece popüler psikolojinin, yaşam koçlarının, danışmanların, falcıların, medyumların meselesi değil...

Narsizm insanın beğenme yeteneği ile beğenilme ve takdir edilme arzusu ekseninde seyrediyor. Narsizm insanın psikolojik gelişiminde çok önemli bir dinamik ve sosyal medyada söylendiğinin aksine “kötü” bir şey değil. Narsizm insan olmanın kaçınılmaz hali. Problemli sayılan narsizm beğenme ve sevme yeteneği olmayanların takdir edilme uğraşılarıdır. Eğer insanların “sağlıklı” bir narsizmleri yoksa, takdir edilme ve beğenilmeyi başkalarının üzerine basarak, onları değersizleştirerek yapmaya çalışırlar.

Yani başkalarının da değerli olması bir telaş yaratıyor. “Sadece ben değerliyim…” Benim bu toplumda sıkça tanık olduğum bir durum var: Takdir etme/edebilme cimriliği/fukaralığı. İnsanlar yeryüzüne geldiklerinde temel gereksinimleri güvence, kabul görme, bağra basılma… Anne-çocuk (burada anne derken bir işlevi üstlenen kişiyi kastediyorum) ilişkisinde çocuk sevildiğini hissettiği için sevilmeye değer olduğunu, değerli olduğu duygusu yaşar. Bu duyguyu içselleştirerek kendini değerli sayar. Annenin/babanın en değerlisi, en sevdiğidir. İşte bu en’i insan kendisine ekler.

En güzel çocuk o’dur, hatta en akıllı da. Çocuğun sevilmek için hiçbir şey yapması gerekmez. Onun varlığı sevilmesi için yeterlidir. Zamanla çocuğun hayatına realite girer. Freud’un sözünü ettiği insanın gerçekle sınanması. Çocuk dünyanın kocaman bir yer olduğunu, bu dünyanın güzel çocuklara dolu olduğunu, başka çocukların da akıllı olduğu gerçeğiyle karşılaşır. Başka ailelerin çocukları da o aileler için en’dir. Burada çocuk kendi en’ini relative eder, gerçekliğe yakınlaştırır.

Narsizm en kaba biçimiyle kişinin kendisini beğenmesidir. Gerçekliğin kabulü insan için çok zordur. Çoğu insan genelde gerçeği kabul etmiş görünür ya da gerçeğe boyun eğer. Narsistik incinme dediğimiz durum olur. En’in sınırlı olduğu ve muhteşemlik ve yüceliğin sınırlarını kavrama. Ama insanın “en” olma ve “en” kalma arzusu bütünüyle kaybolmaz… İşte narsizmin kaynağı buralara kadar uzanır. Çocukluktan çıkarken insan kendisini olduğu gibi kabul görüp sevilmeyeceğini, sevilmek için çaba göstermesi gerektiğini kavrar.

Narsistte genelde bebekçe tavır vardır: Beni olduğum gibi sev, takdir et, ben bunun için çaba göstermeyeyim. İşte narsistin gösterdiği çaba bu durumu, yani bütünüyle, sadece o olduğu için takdir edilme içindir. Takdir edilmek ve beğenilmek için kendisiyle uğraşacağına, takdir edilecek işler yapacağına enerjisini sevilmek için başkalarını manipüle etmek için harcar. Yani kendisiyle değil de ötekiyle uğraşır. Mesela çok güzel şiir yazıp beğenilmeyi denemek değil de yazdığı berbat şiiri en güzel şiirmişçesine algılamamız için uğraşır, başkasının güzel şiirlerini karalar. Ya da bir konuda derinlemesine bilgi edinmek yerine Google uzmanlığıyla yetinmek ve kendini bu şekilde bir alim saymak…

Sosyal medyadaki “narsizm uzmanlığı” da aslında çok narsistik bir durumdur. Satın aldığımız aletleri kullanabilmemiz için hazırlanmış kullanma kılavuzlarını bilirsiniz. Oysa insan bir alet değil, her insanın hayat hikâyesi aynı değil, aynı ortamda yaşanan bir olayı her insanın algılayışı, yorumlayışı, olay karşısındaki duygulanımı farklı… İnsan ve toplum genellemeleriyle kurulan her cümle biraz sorunlu zaten. Bu bağlamda psikolojiyi insanları törpüleme yöntemi olarak görmek çok can sıkıcı.

Çocukluktaki beğenilme ve sevilme beklentimiz yetişkinlikte de sürer ve insan bunun derdine düşer. Narsizm bu çabanın adıdır biraz da. Kişi kendisini kendi ilgi odağı yaparken ötekini ve dış dünyayı görmezden gelir, umursamaz. Psikanalist Bela Grunberger, çocuğun ilk cennetinin ana rahmi olduğunu söyler.[4] Ana karnında çelişki, sıcak, soğuk, yeme, içme, üzülme, sevinme durumu yoktur. Çocuk en korunaklı durumdadır. Bebeğin tüm gereksinimleri giderilir. Bebek anneye bütünüyle bağlı bir “parazittir.”[5]

Doğum sonrası anne-çocuk arasında çok mahrem ve yoğun bir ilişki oluşur. Anne hayatını bebeğe paralelleştirir. Uyku, beslenme vd. Anne bebek odaklı bir hayata kurar ve eylemlerini bebeğe yakın yerlere taşır. Bebek konuşamamasına rağmen gereksinimlerinin giderildiğini görür ve bunu kendi gücüyle (mutlak güçlülük hissi=Allmacht) açıklar. Annesinin kendisine hızlıca tepki vermesini, ağladığında yanında olmasını kendi değerliliği ve gücüyle ilişkilendirir. İnsanın bu cennet durumu özlemi hep diri kalır. Ekmek elden su gölden ve harmoni içinde bir yaşam.[6]

İnsanların ölüm sonrası düşündükleri cennet biraz da bebeğin yaşadığı bu döneme özlemin ölüm sonrasına projekte edilmesidir. Aynı zamanda insanların dinler, ideolojilerle sorunsuz bir dünya kuracakları hayalleri de bu narsistik arzuyla ilişkilidir. Psikanalist Salman Akhtar, narsistlerin özelliklerini şöyle sıralar: Bu kişiler çok bağımsızmış intibahı bırakırlar.[7] Beğenilmek için başkasına bağımlı olduklarını gizlerler ve çabuk incinirler. Bağımsız görünme çabasında aslında narsistik hassasiyetin inkârı da vardır.

Narsistler asalak olabilecekleri, narsistik talan edebilecekleri insanlarla ilişkiyi tercih ederler. Bir insanın kutsal için ölmesi bir insanın canının feda edilmesini göze almak anlamı da taşıdığından kutsal için ölümlerin narsistik boyutunu ve narsistik kötüye kullanımını gözden kaçırmamak gerek. Bazen narsistler çok sosyal uyumlu görünürler. Özelikle politikada başarılı olanlar, yönetim kadrolarında olanların bu özellikli vardır. Sosyalleşmeden çok sosyal biri rolü oynamadır aslında. Sanatçılar, politikacılar, kamusal alanda öne çıkan insanlar, sosyal medya yıldızları, bir kısım gazeteciler, hayranlık dilencileri gibi görülebilir. Bunu başarmak sanki toplumsal sorunlarla ilgileniyormuş gibi davranınca da mümkün oluyor.

İnsan uzmanı sayılan psikologlar ve insanlar yardım eden mesleklerde de (mesela psikanalistlerde de) narsizmi doruklarda görürsünüz. Özellikle psikoterapi eğitimi sırasında yıllarca süren ve kişisel deneyime sahip olmayan ve kendi narsizminin farkına varmayan ve de bunu sorgulamayan psikoterapistlerde narsizmi çok belirgin gözlemlersiniz. Yani kendi özgüven duygusunu estetik ameliyatlar ve botoksla düzenleyen psikoterapistin televizyonlarda özgüven, özdeğer dersleri vermeleri de bu deneyime sahip olmamalarıyla ilgili.

Psikanalist Neville Symington, insanın kendi narsizmiyle yüzleşmesinin korkunç olduğunu yazar.[8] Terapide mucize vaadi de tanrısal bir narsizme işaret eder. Mucize birçok insanı ayartır. Altına kaka yapan bebek huzursuzdur. Huzursuzluğunu belli eder. Anne bebeği temizleyerek huzursuzluğunu çabucak giderir. Ya da acıktığı için ağlayan bebeği annesi sadece meme vererek sakinleştirir, doyurur. Anne bir mucizedir bebek için.

İnsanoğlu mucize beklentisinden vazgeçmiyor. Mesihler, tanrılar, şeyhler, koçlar, büyücüler, hızlı iyileşme vaat eden terapistler işte bu bebeklikten kalma arzuyu doyururlar. Toplumsal krizlerde toplumda bir kurtarıcı aranması, başbuğ, reis, önder özlemi… Peygamber, hatta yeni bir Atatürk özlemi. Mucize yaratacak ve bizi bir çırpıda düzlüğe çıkaracak lider. Erdoğan’dan kurtulmak isteyenlerin özlemi de çok benzer.

Jörg Willi’nin kullandığı bir kavram var: tamamlayan/bütünleyici narsist.[9] Mesela bir kişi önemsizlik, değersizlik duygusu yaşıyor. Bu kişi önemli biriyle yakınlık kurarak, onun gölgesinden yararlanıyor. Mesela sahne sanatçılarının alkışlanması. Seyirci önemli birini canlı seyretmenin, önemli birine yakın olmanın getirdiği önemlilik duygusu yaşarken sahnedeki de para kazanıyor ve alkış alıyor. Yani iki tarafın da kârlı çıktığı bir ilişki. Benzer ilişki biçimlerini seçmen ve politikacılarla, özellikle diktatörlüklerdeki liderlerle halk arasında ya da narsistik bütünleyici evliliklerde görebiliriz. Yani bir kişi aktif narsistken diğeri pasif narsist rolündedir.

DİYANET İŞLERİ BAŞKANI’NIN NARSİSTİK ŞOVU

İtibar olarak bildiğimiz şey bir bakıma toplumda edinilen narsistik bir konumdur. Tarikat şeyhleri, din adamları, hatta diyanet işleri başkanının kamusal kamusal alanlardaki etkinliklerdeki hallerini düşünelim. İnançtan öne narsistik bir şov. Özel giysilerle, bizden, normal insanlardan farklı olduklarını teşhir ederler. Giysileri alışıldık günlük değildir. Bazı mesleklerin özel giysileri üniformaları var. Ama bu üniformalar görev süresince ve görev yerinde giyilir. Yani bir pilot, savcı, doktor iş elbiseleriyle hamama gitmez, çocuğunu parka götürmez. Kamusal alanlarda sivildir. Bizden birdir. Bu duruma din adamları dahil değil. Zaten dinin kadın ve erkek giysileri üzerindeki tartışmaları da bu konuyla ilgili.

Kamusal alanların dinselleştirilmesi yani dinsel güç ve buna bağlı narsistik bir durumdan söz ediyorum. Özel olma, başka olma ve kamusal alanda kutsaldan edinilen avantaj. Diyanet İşleri Başkanı’nın yaptığı da dini anlatmaktan ziyade itibar şovu ve narsistik teşhircilik. Bir pop starından farksız şekilde bir teatral sergileme.

NARSİST OLAMAYAN (NARSİST) NARKİSSOS

Narkissos mitolojide bir figür ve birkaç çeşit versiyonu var. Suya bakarken kendi görüntüsüne âşık olan adam. Bu hikâyede Narkissos’a çok haksızlık da ediliyor. Sanki hikâye su kenarında kendi görüntüsüne rastlamasıyla başlıyor. Yani annesi/babası, çocukluğu, kısacası bir geçmişi yok.

Psikanalizde bir konuyu/sorunu anlamaya çalışırken yöntem olarak geriye gideriz. Konunun başlangıcına. Bir insanın hayatını incelerken de psikanalist o kişinin çocukluğuna, ailesine, geçmiş kuşaklardaki olgulara/sorunlara bakar. Narkissos kimdir, çocukluğu nasıl geçmiştir, neden böyle garip bir olmuştur?

Narkissos’un babası nehir tanrısı olan Kephisos. Narkissos babasız büyüyor. Babasız büyüyen çocukların baba özlemi yoğun olur. Suya bakarken belki de babasını arıyor ve suda gördüğünü de babası sanıp âşık oluyordu. Annesi de yarı tanrıça olan peri Leiriope. Bir anlatıda Kephisos’un kızı Leiriope.[10] Nehir tanrısının kendi kızına tecavüzü sonucu doğan çocuk yani Narkissos… Kendisine âşık oldu diyerek kızdığımız çocuğun doğum hikayesi bu. Yani kızına tecavüz eden bir baba var. Başka birine âşık olmak onu sevmek Narkissos’un bilinçötesine korkular kazImış olmalı.

Başkasına âşık olmak ensest, tecavüzle sonuçlanıyorsa bu durum o çocukta aşk/cinsellik korkusu da yaratabilir. Yani Narkisos homoerotik bir aşkla yetinir. Narkissos bir erkektir ve bir erkeğe başkası/öteki gibi aşıktır. Kişinin kendi kendisine ikili ilişki gibi yaşadığı tek kişilik ilişki gibi adete. Mastürbasyona benzer bir durum. Bir kişinin kendi kendisiyle bir başkasını kafasında kurarak yaşadığı cinsellik. Kendisi bir erkektir ve görüntüde başka biri/başka bir erkek var (her insanın görüntüsü kendi dışındadır) ve bu erkeğe aşıktır. Bir erkeğin başkası yerine kendisine aşkı. Narsistin aşkı burada kendisinedir.

Çocukluğunda da annesi başka insanlardan Narkissos’u korumak amaçlı uzak tutar. Yani öteki olanla ilişki kurmayı, öteki olanı sevmeyi de öğrenememiştir. Mitolojik öyküde narsist kendisine aşıktır, başka kişilere objelere ihtiyacı yoktur. Kendi kendisine yeterlidir. Başkasına gereksinim çoğu kez yetersizlikten de kaynaklanır. Öteki tamamlayandır. Kendi kendisini tamamlar görünür. Kendisine âşık olanlardan da kaçınır. Bir kadın olan Yankı’nın aşkına Narkissos cevap vermez. Yankı da aslında var olabilmek için ötekine çok bağımlıdır.

Yankının olabilmesi için bir sesin/ötekinin/başlangıcın olması gerekir. Yani Yankı öteki olamadan var olamaz=varoluşsal bağımlılık. Yankının olabilmesi için önce bir sesin olması ve o sesin bir katılığa çarpıp geri gelmesi gerekir. Çarpan ses kişiye geldiğinde ötekileşerek de gelir biraz. Yani insanın ağzından çıkan sesle kendisine yankı olarak gelen ses aynı değildir. Varoluşsal bağımlılık/muhtaç olmak çok ürkütücü de. Narkissos ise kendi kendisine aşıktır, objesizdir.

Günümüzde narsist ötekine çok bağımlıdır, ötekine muhtaçtır. Yani günümüz narsisti Narkissos’tan çok Yankı’ya (Echo) benzer. Ötekinin takdir etmesine, beğenmesine muhtaçtır. Yani bıraktığı intibaının yankılanarak kendisine takdir edilme ve beğeni olarak dönmesini ister. Yani mitolojik figürle günümüz narsisti zıttırlar. Narsizmi konuşurken temel bir yanlış var… Naristin kendisini sevdiği… Mitolojik figür için bu doğrudur. Günümüzde narsist kendisini sevemeyen kişidir. Kendisini sevmek umuduyla başkasının sevgisine muhtaçtır. Birileri narsisti sevdiğinde, takdir ettiğinde narsist kendisini sevilmeye değer bulmaya ikna olarak kendisini sevmeyi ummaktadır. Narsist kendisini sevemeyen kişidir.

FREUD VE NARSİZM

Freud psikolojik enerji kullanımı bağlamında kişinin kendisine ilgiye, kendisine odaklanmaya çok enerji harcadığı için ötekine/objelere enerjisinin kalmadığına dikkat çeker. Narsizm insanın enerjisini sadece kendine harcamasıdır, kendisine odaklanmasıdır. Freud’un birincil narsistik dönem olarak adlandırdığı dönemde de bebeğin sadece kendiyle meşgul olduğunu yazar. Freud’un metinlerini kutsal metinmişçesine okuyan meslektaşların Freud’u eleştirel okumalarını öneririm. Özellikle kullandığı diline ve erkek egemen bakışına eleştirel yaklaşmak psikanalizin gelişmesine de katkı sağlar.

Feminist eleştirinin ve kadın psikanalist meslektaşların günümüz psikanalizine çok önemli katkısının olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Freud’un kuramlaştırdığı birincil narsizm varsayımı günümüzde kabul görmüyor, çünkü her bebek doğduğundan itibaren çevresiyle de ilgili ve sadece kendisine odaklı değil. [11]

Narsizm insanın psikolojik dengesini oluşturduğu sistemin adıdır ama günümüzde çoğunlukla patolojik anlamda yani egoizim (bencillik) anlamında kullanılıyor. İnsanın sadece kendi çıkarlarını düşünmesi. Halbuki narsizm kişinin kendi bağımlılığını reddetme çabasıdır.[12]

Bebeğin doğumundan sonraki temel gereksinimlerinden biri de ilişkilenme. Bebek bakışlarıyla ilişki ararken aynı zamanda çevresini algılama ve anlama çabasına giriyor. Anne/baba/çocuk ilişkisinde ebeveynlerin en birincil görevi kendilerini bu ilişkide lüzumsuz hale getirmeleridir. Çocuğu gereksinimlerini kendisinin giderebileceği konuma getirmek. Bu terapiler için de geçerlidir. Terapist kendisini lüzumsuz hale getirmeye çaba gösterir. Yani hastanın terapist olamadan hayatını sürdürebilecek duruma gelmesi. Çocuğun anne/babaya ihtiyacının olmaması.

Çocuğun bağımsızlaşması anneye/gereksinimin olmaması ama ilişkinin bit(iril)mesi anlamına gelmez, ilişkinin daha simetrik ve eşit hale gelmesi varoluşsal bağımlılıktan değil de insanlar birbirlerine iyi geldikleri için sürdürülmesi anlamına gelir. Bebeklikteki varoluşsal bağımlılık bir yanıyla ortadan kalkar. Ama başka bir tür bağımlılık da oluşur. Beğenilmek, sevilmek, takdir edilme isteği ortaya çıkar. Çocuğun gelişiminde en önemli gelişme sayılan otonom/bağımsız olma konsepti sadece psikolojik, psikanalitik değil de daha çok ideolojik bir konsepttir.

Otonomiyle kastedilen kişinin kimseye eyvallahının olmaması. İnsanın hiç kimseye eyvallahının olmaması bile çok narsistik kokular içerir. Birçok psikoloğun çok tutkuyla savunduğu bu konsept çok problemli. Modern toplumda toplumsal örgü insanları birbirlerine çok muhtaç hale getiriyor. Ekmeği biri pişiriyor, meyveyi/sebzeyi başka biri üretiyor, arabayı daha başka biri sürüyor. İnsan birçok durumda başkaları olmadan hayatını sürdüremeyecek durumda.

Hal böyle olunca bu bağımlılıkların oluşturduğu sorunlar psikolojikleştiriliyor. İktidarla oluşan sorunlar insanlar arasındaki özel ilişkilere aktarılıyor. Otonomi konsepti kurulu düzene itiraz değil de eşlere, arkadaşlarla ilişkide narsistik korunma söylemine dönüşüyor: Bana bunu söyleyemezsin, beni ezemezsin, kendimi sömürtmem/kullandırmam gibi. Böyle tanrılar konuşabilir. İnsanoğlu kırılgan ve zayıftır. Hayata her gün onlarca defa yenilenler bu realiteyi değiştiremediklerinden dar alanlarında otonom olma duygusunu yaşamaya çalışıyorlar. Kısacası kurulu düzeni değiştiremeyenler, çalıştığı iş yerinde kendisine verilen emirlere itiraz edemeyenlerin eşler ya da aile arasındaki ilişkilerde cengaverleşebiliyorlar. Toplumdaki eşitsizlikleri gidermek için çabası olmayanların sadece kendi özel ilişkilerinde/yatay ilişkilerde eşitsizliğe/adaletsizliğe itirazının olması ve bunun da psikolojik soruna dönüştürülmesi meselesi yani.

Psikanalist Jessica Benjamin’in sözünü ettiği Souveränität=egemenlik/hakimiyetin önemli olduğunu söylüyorum.[13] Bağımlılıklara rağmen insanın kendisini korkusuzca ifade edebilmesi, iktidar ilişkilerinde dikey eleştiriler getirilebilmesi ve bunun bağımlığa olumsuz etki etmemesi.

ŞEHRE GELEN NARSİZM

Geleneksel toplumda insanın takdir edilmesi yeteneklerine ve becerilerine göredir. Aidiyet üzerinden de insan kendisine övünç bulabilir. Sülalenin namı, şerefi narsistik öğeler içerir. Lokal patriotism, yani Gakkoşluk, Yiğidoluk, Adanalıyıh da övünç kaynağı olabiliyor. Köyde, yerelde insanlar toplumsal hiyerarşide bir pozisyona doğuyorlar ve bu pozisyonlar da genel olarak çok esnek ve kısa sürede değiştirilebilir değildir. Yani imamın oğlu, muhtarın kızı, ağanın yeğeni, tahsildarın oğlu gibi.

Bu anlamda kişi toplumsal hiyerarşide agresif bir rekabetle kendisine yer edinmek durumunda kalmıyordu. Kentlerde her insan kendi konumunu yaratmak durumunda. Sonra da bu ulaşılan pozisyonu savunmak, sürekli test edilmek durumunda. Pozisyona ulaşmak ve ulaşılan pozisyonu koruma gereğinden ötürü insan güvensizlik içinde. Köylü kendi becerilerine göre takdir ediliyor. Adeta karşılıklılık ilkesi geçerli. Biri iyi turşu kurduğu, bir diğeri peynir yaptığı, bir başkası saz çaldığı, bir düğünlerde iyi halay çektiği, bir başka köylü de cenazelerde iyi helva pişirdiği için beğeniliyor. Köylüler işte bu insana hayatlarının bazı dönemlerinde, karşılaştıkları bir durumda gereksinim duyuyorlar ve bu gereksinim duyulan kişi de becerisinden ötürü takdir ediliyordu.

Bu yazdıklarımla köy romantizmi yaptığım anlaşılmasın. Kapalı ve değişimin yavaş olduğu kolektif kültürlerde narsizmin nasıl yaşandığını anlamaya/anlatmaya çalışıyorum. Yerel koşullarda toplumsal hiyerarşide altlarda olanların sistemin katılığı yüzünden narsizm pastasından çok az pay aldıkları gözden kaçmasın. Köylülükteki eşitsizlik ve bunun çok zor değiştirilebilir olması atlanılmamalı. İnsanın olduğu her yerde, ilişki olduğu her durumda narsizm var. Bu anlamda kente göçler öncesinde bu narsizmin nasıl yaşandığına dair bu yazdıklarım. Köylerde, yerelde jüri üyesi pozisyonu sınırlıydı, kentlerde olduğu gibi milyonlarca insanın beğenmesi ya da ilgilenmesi gerekmiyordu.

Sırası gelmişken söyleyeyim. Hint psikanalist Suhdir Kakar bir yazısında görücü usulü evliliklerin, beşik kertme ilişkilerin narsizme alan bırakmadığını, çünkü insanların günümüzde olduğu gibi süslenmek, kendini beğendirmek için özel çaba içinde olmadıklarını yazar (alıntı için kitabı bulamadım. Hafızamda kaldığı biçimde yazdım). Beğenilmek çabası narsizmin mekânı yani.

Kentte bu yapı farklıdır ve kente gelenler aslında kentte sonradan gelenler takdir edilmek için yeterli donanıma sahip değillerdi. Birçok kültürde kentleşme/modernleşme süreçlerinde karşılaştığımız bir başka olgu daha var: Kentlilerin köylüleri/taşralıları cahil, görgüsüz saymaları ve bunun bir aşağılamaya dönüşmesi. Bunun bir anlamı da kente gelenlerin narsistik (beğenilme/takdir edilme) krizi yaşamaları.

Köylülerin de kentlileri asrilikle suçlaması, aslını unutmakla itham etmeleri çok tanıdık bir durumdur çoğu kez. Kente gelenlerin köyde edindikleri becerilerin işe yaramaz olması ve bu anlamda beceri kaybının değersizleşmeyle sonuçlanmasının getirdiği narsistik bir yükü vardır. Yetişkin bir insanın sorun çözme yeteneklerinin bazılarını yitirmesi, regresyon yaşaması ve sorunları çözebilmek için başkalarına bağımlı hale gelmesi zor bir durumdur.

Kentte adına serbest (?) rekabet denilen ve neolibaralizmin tatlandırarak sunduğu acımasız bir mücadele var. Her insan toplumsal hiyerarşide yerini kendisi bulacak ve bu pozisyonu sürekli savunacak. Bu mücadele incinme/incitme üzerine kuruludur genelde. Köyde peynir yapmayı bilmekle ömrünüzü geçirebilirken kentte edindiğiniz her meslekte sürekli yeni şeyler öğrenme zorunluluğu vardır ki buna rağmen iş güvencesine kavuşmak mümkün değildir. Her ustalıkta acemiliğin de olması ve bu durumun özgüven/özdeğere yansımaları olabilir. Peynir yapmayı bilen kişi aynı zamanda bir peynir fabrikasında sadece sınırlı bir işle ömrünü geçirirken ürettiğiyle arasında yabancılaşma da oluyor. Peynir üreten değil de peynir fabrikası işçisi ve peynirin nasıl yapıldığını bilmeyen peynir işçisi oluyor.

Kentlerde takdir edilmek için kişinin elindeki kartlar iyi-yeterli değil ya da elindeki kötü kartlarla oynamak durumunda. Kentlerdeki anonim olma, kimsenin kimseyi tanımaması ama aynı zamanda takdir edilme/beğenilme gereksinimi görünür olanı öne çıkarıyor. Takdir edilme teşhir, görünür olanla kolaylaşıyor. Estetik enstitüleri, epilasyon salonları, tıbbın bir alanda hızla estetik cerrahiyle hizmet sektörüne dönüşmesi. Görselin ve göstermenin/teşhirin en kısa yoldan dikkat çekme yöntemine dönüştüğünü görüyoruz. Takdir edilme, beğenilme savaşından bile söz edebiliriz. Burada göçün ilk dönemlerinde eğitim üzerinden toplumsal hiyerarşide üstlerde yer bulma imkânı da son yıllarda taraftarlık/adam kayırma yüzünden çok zorlaştı… Dünyanın her yerinde nepotik sorunlar bu hiyerarşiyi tıkamış durumda. Ayrıca insanın henüz yetişirken dengeli bir narsistik sitem oluşturamaması da narsistik krizlerin artmasında rol oynuyor.

Kolektif narsizm/grup narsizmi hiçbir mantıklı ve gerçekçi yanı olmamasına karşın kişinin aidiyetiyle övünmesi ve kendisini bu aidiyet üzerinden üstün saymasına neden olabiliyor. “Müslümanlık en üstün dindir, bu yüzden bütün Müslümanlar üstündür...”, “Bir Türk dünyaya bedeldir” ve Türklük mutluluk için önkoşul/ya da yeterliliktir gibi. “Türkler tarih boyunca şerefli, dürüst ve üstün bir millettir ve dolayısıyla Türkler diğerlerinden üstündür” gibi.

Şeyhlerin, hocaların, tarikatların, ırkçıların savundukları da bu bağlamda Türklük/Müslümanlık değil de edindikleri güç ve narsizmin bir tür savunmasıdır. Psikanalistler narsistik incinmenin yoğun ve acımasız bir şiddet doğurduğunu bilirler. Irkçılarla ya da dincilerle tartışmanın şiddetli olması narsizm ve güç savunmasıdır. Kolektif narsizm, bireysel narsizmin yetersizliğine de işaret eder. Kişi kendi yarattığını, ürettiğini bir başarı olarak göremiyorsa kolektif narsistik denge arar. Kentler narsistik güvence sunmazlar ve kentte herkes gizli bir jüri üyesi gibi davranır, ötekini hızla yargılar, değersizleştirir.

İnsanlar kendi alanlarında çok başarılı olabilirler, mesleki kimlikleri onaylanabilir, becerilerinden ötürü takdir toplayabilirler ve kendilerini bir yere kadar özdeğer konusunda stabilize edebilirler. İnsanın narsistik dengesi mahrem alanda da kendisini yeterli hissetmesini gerektiriyor. Hayatta sadece birbirlerini çıplak gören insanlar kendilerini mutlu saymayı başarabilirler belki. Ama günümüzde mahrem alanda çok iyi olma hali de çok sorunlu olmaya başladı. Bir insan psikolojik olarak en çok çıplakken yaralanır. Yani narsistik derin incinmeler mahrem alanda olur.

Mahrem alanda kendini yeterli hissetmek birçok insan için çok zor. Cinselliklerin, cinsel deneyimlerin, cinsel objelerin çeşitlenmesi ve pornografiye kolay ulaşılması ve başkasının cinselliği nasıl yaşadığının izlenebiliyor olması ve kişinin yaşadığı cinsellikler arasındaki farkın getirdiği yetersizlik duygularına kolay savrulmasına neden olabiliyor. Pornografi en mahremi bile karşılaştırma şansı verdi. Yani gündelik hayatta kızgınlıklarda küfür olarak çok özgüvenle söylenen cinsellik mahrem alanda başarısızlıklarla mücadele ediyor.

AMBALAJ SANAYİ

İnsanın beğenilmek ve takdir edilmek için ötekine gereksinimin olması, bağımlılık. Sağlıklı narsistik bir denge için ötekine duyulan gereksinim. Geleneksel toplumda bu narsistik gereksinim grup içerisinde (aile, sülale), yani birbirlerini tanıyan insanlar arsında gideriliyordu. Kentte insanlar çoğu kez tanımadıkları insanlarla karşılaşıyorlar ve bu insanlar tarafından beğenilmek istiyorlar. Kişi beğenilmeyi beklerken aynı zamanda karşısındakinin de gereksinimi aynı ve o da beğenilmek istiyor. Bu, kamusal alanların, sosyal medyanın narsistik şov merkezlerine dönüşmesini sağlıyor. Her ne kadar “iç güzelliği”nden dem vursak da bu ani ve anlık birbirine yabancı insanların karşılaşmalarında iç güzelliği görmeye zaman ve enerji yok. İşte bu teşhirciliği, makyajı ve ambalaj sanayisini önemli kılıyor.

Narsizmi bir metaforla anlatmaya çalışırsam onu bir emziğe benzetirim. Emzik ne kadar emerseniz emin karın doyurmaz. Ağız kaslarınızın çalışması iştahınızı ve yemek isteğinizi artırır ve bu daha sıkı emziğe sarılmanızı ve böylece de açlığınızı artırır. Sakız gibi. Ne kadar çiğnersiniz çiğneyin karın doyurmaz. Yani insanlar hiç doymayacaklarmışçasına takdir edilme, beğenilme çabasındadırlar. Ağızlarında plastik emzikle dolaşan bebekler gibi, sürekli aç, sürekli doymayan.

Narsizmin en belirgin duygusu utanmadır. Takdir edilme çabasının anlaşılması bile arlanma yaratır. Narsizmde kişi sevilme arzusunu gizli tutarak beğenilmek ister çoğu kez. Oyunda hile yapan çocuklar gibi. Hilelerinin yakalanması durumu. Arzularının deşifre olmasına utanmayla ve öfkeyle tepki göstermek. Alçakgönüllülük kuşkusuz çok değerlidir. Ama aynı zamanda en sinsi narsizm türü. Övülmek/beğenilmek için alçak gönüllülük sıkça kullanılır. Alçak gönüllülük insanların kendilerini övdürmelerinin en kestirme yolu da olabiliyor.

İnsanın çeşitli yanları, eğilimleri var. İnsan tamamlanmış bir yapı değil. Otto Kernberg narsistik kişilik bozuklukları üzerine kapsamlı çalışmalar yapan psikanalist.[14] Onun narsizme dair söylediği bir şey var: Kişinin kendisini yücelteme eğiliminin diğer eğilimlerini ve yanlarını adeta yuttuğu. Böyle olunca da kendisini yüceltmek için sürekli uğraşan biri var. Yani narsizm insanın çeşitliliğini ve renkliliğini adata somurur. Irkçıların, dincilerin yaşamdaki çeşitliliğe, renkliliğe isyanları ideolojik/dinsel itirazları narsizmle de ilişkilidir. Onlar tekdüzeliğe yatkınlar ve dünyayı kadın/erkek (LGBTİ+ düşmanlığı tesadüf değil), iyi/kötü, biz/siz, sıcak/soğuk gibi kategorilere ayırıyorlar ve dünyayı, duyguları dar bir alana hapsediyorlar. Narsizm yüceltmeyi öne çıkararak çok yönlülüğü ortadan kaldırıyor ve hayatın renkliliğini siliyor.

Narsizmin içinde biricik olma eğilimi çok baskındır. Bu biriciklik ama onaya muhtaç olduğundan narsist ilişkilenmeye mecbur kalır. Bu ilişkide ama karşı tarafa verdiği duygu ise “benim kimseye ihtiyacım yok”tur. Bu masum cümleyi sıkça kuranlar var. İbrahimi dinlerin Tanrı’sının kimseye ihtiyacı yoktur. Yani bağımsızlığa vurgu yaparken tanrısal narsistik bir söylem seçiliyor.

Modern toplum insanı birbirine bağımlı, birbiri olmadan yaşayamaz kılıyor. Tarım toplumunda bir aile başkasına ihtiyaç duymadan varlığını sürdürebilir. Eker, biçer, havyalardan yararlanır. Zaten insan varlığını da binlerce yıl böyle sürdürmüş. Eski Yunan Tanrılarının insani özellikleri vardı. İnsanlar arasına girerler, insanlar arası ilişkilere karışırlar, beğendikleriyle de cinsel ilişkiye girerlerdi. Tek tanrılı dinlerin Tanrısı çok uzaklara, insanların ulaşamayacakları yere gitti.

Uzaklardaki İbrahimi dinlerin Tanrısı insanlarla konuşmuyor, hatta peygamberleri bile huzuruna kabul etmiyor. İnsanlara direkt konuşmaz Tanrı arzularını melekler ve peygamberler aracılığıyla kullarına ulaştırır.[15] İnsanoğlu, özellikle yöneticiler tanrısal bu özelliği kopya ederler. Basında okursunuz. Erdoğan söyleyeceklerini halka direkt söylemek yerine basında onun adına yazanlar aracılığıyla iletiyormuş. Bazı insanları mesela muhatap alıp da görüşmüyor. Tenezzül etmiyor yani.

Narsizm konuşurken sınıfsal olarak durum ne sorusu da akla geliyor. Psikanalist Johannes Cremierus çılgın uçuşlar yapan ve pilot bir vakadan söz ederken zenginlerin paraları sayesinde uygun işler yaparak kendi narsizmlerini gizleyebildiklerini yazıyor.[16] Yanında eleman çalıştıranların emir verme yetkileri de böyle bir durum. Yani emrinde onlarca insan çalıştıran kişi yüceliği reel yaşıyor da.

Telefonla danışmanlık almak isteyen biri anlatmıştı, dağcılık sporu yapıyormuş. "Zirveye çıkmayı" seviyormuş. İzinde bir konuşmaya tanık olmuştum. Bir kadın 14. katta oturduklarını söylediğinde değeri korkup korkmadığını sordu. Aldığı cevap ise “İnsanlara tepeden bakmayı seviyorum” şeklindeydi. Yüksekte oturmayı yücelik olarak algılayıp ulaşılmaz bir yerlerde kendini saymak. Tanrısal bir ruh hali de yaşıyor olmalı.

İTİBAR HAK EDİLEN DEĞİL DE SERGİLENENSE

Yeryüzünde birçok eşitsizlik var. Bazı kültürler bu eşitsizliği fazlaca öne çıkarmaya eğilim gösterirken bazı kültürler bu eşitsizliğin altını abartılı şekilde çiziyorlar.

Gazetelerde okuyoruz. Hollanda başbakanı ya da Alman bakan bisikletle işine giderken görüntülendi ya da fabrikanın sahibinin külüstür bir arabası var. Bu kültürlerde iktidar sahipleri bu gücü göstermek, bunu güç sahibi olmayanları aşağılayacak bir biçimde göstermeyi ayıp sayarlar.

Eşitsizliklere eşit olmayanları ezerek göstermek çirkin bir davranıştır. Bazı kültürler ise güçlüler ile güçsüzler arasındaki ilişkiyi özellikle vurgulayarak kendilerinin gücünü hem kendilerine hem de güçsüzlere gösterebildiklerince gücü hissederler. Geert Hofstede kapsamalı bir araştırmayla kültürlerarası farklılıkları kategorize etmiş. Kültürler arasında beş farklı kategoride farklılıklar var: Gücün farklılığına vurgu, bireyselleşme ya da kolektivizm, erkeksi ya da dişil kültürel özellikler, güvencesizlikten farklı kaçınma yöntemleri, kısa ya da uzun vadeli yönelimler.[17]

Örneğin Müslüman kültürlerde şatafatlı güç teşhirciliği daha yaygın. Devasa binalarla güç sergileniyor. Başkanların, bakanların, hatta valilerin, belediye başkanlarının gücünün devasa şekilde sergilendiğini sürekli görüyoruz. Bu kültürlerde hatta güçlünün sıradan bir vatandaş gibi davranması yadırganabiliyor de. Bu şovun olması itaat üzerinden (saygı konsepti) organize ediliyor. Yönetici emirler yağdıran (burada hiyerarşi vardır ve bu toplumda sosyal ilişkilerde hiyerarşi çok önemlidir) ama aynı zamanda çayını, kahvesini pişiremeyen, servis edemeyen küçük çocuk gibi regresif bir durumdadır.

Şefin büyüklüğü, yetişkinliği, gücü emir vermesinde, verebilmesinde gizlidir. Dini otoritenin güç gösterisinde de bu var: hızla güç hiyerarşisi kurulur ve bu korunur. Yani itibardan taviz verilmez. Erdoğan’ın yaptırdığı saray üzerinden (halkın da) kendisini dünya lideri sayması, çünkü dünyadaki sayılı büyüklükteki bir sarayla gücünü orantılı hale getirmesi… Saraylar sıradan insanların mekânı, yaşam alanı değildir. Saraylarda yaşayanlarla halk arasındaki mesafe o saraylının gücünün sergilenmesidir.

BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR VE TÜRKLÜK MUTLULUK NEDENİDİR

Bir Türk’ün aslında dünyaya bedel olmadığını bunu gururla söyleyen Türk de bilir. Dünyadaki halkların mutluluk araştırmasında Türkler çok alt sıralarda, yani Türkler dünyada mutsuz milletler arasında. Buna rağmen bu tür söylemlerin bazı insanlarda en azından söyledikleri anda geçici bir gururlanma ve bu gururlanmayı da mutluluk sayma eğilimi var.

Freud narsizmi, özgüven duygusuyla ilişkilendiriyor. Narsizmde insan, içinde oluşan ideal ben ile reel ben arasındaki farkı kapamayı amaçlıyor. Freud’a göre insan çocuklukta yaşadığı ve ideal saydığı zamanla yitirdiği ideal duruma “birincil narsizm”e dönmeye çabalıyor. Birincil narsizmde kişi kendisini ötekiyle/anneyle/dünyayla bir bütün sayar ve bu dönemde bebek kendisiyle ötekiler arasındaki farkı görmez çünkü onunla ayrışmamıştır. Narsizmde ise "ikincil narsizm" olarka sosyalite var.

“Bir Türk dünyaya bedeldir” bu anlamda "birincil narsizm"e gönderme yapan bir söylem. Bir Türk dünyaya bedeldir de sanki birincil ve ikincil narsizm karışıyor ve süper narsizme varıyor. Birey Türklüğün bir parçası olarak birey olmaktan çıkarak belirsiz, anonim Türk oluyor. Türklüğün parçası olan kişi birey olmaktan vazgeçerek, kendisinden daha büyük bir gücün/kitlenin parçası oluyor ve birey olmaktan vazgeçişin ödülü olarak daha da büyüyor ve Türklüğün ta kendisi oluyor.

Burada birincil narsizm diyebileceğim bir durum oluşuyor. Kişinin kendisi ve Türklük eşitleniyor. Türklükle kişi birebir aynı hale geliyor. Fakat hâlâ bir öteki de var çünkü Türklük bir gruba, çoğula ve kişinin dışındakilere de işaret ediyor. Burada da ikincil narsizm devreye giriyor.

Dünya ve sosyallik, çünkü dünyayla dünya değil de dünyadaki her şey, ülkeler, toplumlar, milletler kastediliyor ve Türk bunların hepsinden daha değerli. İşte insan bu söylemin doğru olmadığını biliyor, farkında ama bu söylem süper narsistik (kolektif narsizm/grup narsizmi) bir duygu anı yaşamak anlamına geldiğinden de vazgeçilemiyor. Dünya kocaman bir yer… Bebek için dünya büyük bir yer değildir; dünya/evren, annedir ve bu evren ona yeterlidir. Bu tür söylemlerde bebekçe (çocukça bile değil/ilkel bir durum yani) bir narsistik durum vardır.

“BENİ SEVİN, SOSYAL MEDYADAN TAKİP EDİN VE BEĞENMEYİ DE UNUTMAYIN”

Sahne sanatçılarından ve sosyal medya starlarından biliyoruz, alkışın/beğenilmenin müptelasıdırlar. Günümüzde narsizm takdir edilme. sosyal medyada da beğenilme üzerinden yürüyor. “Beğenmeyi ve takip etmeyi unutmayın” yakarışlarını hepimiz duyuyoruz. İdeal de zamanın bu anında değişiyor. Önceden ideal denilince dürüst, iyi, çalışkan, sevilen biri olmak kişisel idealler olarak insana öğretilirken günümüzde uyanık olmak, işini yürütmek, hızlıca amaca ulaşmak ideal olarak öneriliyor günümüzde. Kişinin kendisi ise bu ideali beğenilme, takip edilmeye dönüştürdü.

Takdir edilme, beğenilme yeni idealimiz. Güzellik beğenilmenin en etkili aracı. Güzellik enstitüleri, vücuda borderline saldırılar beğenilmek için. Ama güzellik endüstrisi herkese aynı hizmeti sunduğundan farklılaşmak, güzelleşmek ve böylece de biriciklikle beğenilmek arzusu öfkeli bir rekabete dönüşüyor. Güzel olmak için çeşitli ağrılı kanlı ameliyatlar geçirmiş kişilerle sosyal medyada karşılaşınca bu insanların bir tür çizgi film kahramanlarına dönüştüklerini hayretler içinde izliyoruz.

Narsizmin bir madalyon gibi iki yüzü var. [18] Bir yanı üstünlük/yücelik duygusu diğer yanı ise aşırı hassasiyet. Bu hassasiyet çabuk kırılganlık da demek. Yani insan güçlü ve yüce ama aynı zamanda da bu çabuk kırılganlıktan ötürü yaralanmaya/incinmeye uygun. Bu incinmeye kişi iki türlü yanıt veriyor: narsistik öfke ya da narsistik depresyon.[19] Narsistik öfke çok yıkıcı bir enerjiyi ortaya çıkarıyor. Narsistik incinmede insan “Bana bunu nasıl yaparlar, ben bunu hak etmedim” söylemiyle geri çekiliyor ve depresif bir ruh hali yaşıyor. Burada kişinin kendisine yapılan ya da yapıldığını sandığı haksızlığa karşılık veremeyeceği duygusu yaşıyor.

En geçerli narsizm şeklini çoğumuz tanıyoruz: İtaatkârlık… Yani itaat eden genelde işini yürütebiliyor.

Muhaliflere “Bu kadar kötülük yaşıyorsunuz, baskı, zulüm, ölüm. Neden itaat ederek kendinizi korumuyorsunuz?" diye sorulabilir. Mantıklı düşünüldüğünde “İnsanın kendisine zarar vereceğini bilerek muhalif olması, asilik yapması rasyonaliteye uygun değil” diye dahi sorulabilir hatta… İşte insan ideallerini başka tanımlarsa, eşitlik, adalet, özgürlük, sorumluluk gibi ve bu idealler onun kişiliğinin parçası olmuşsa yaptığı asilik değil de kişiliğine sahip çıkmaktır. Bu kadar yüksek bir narsizm de onlara yakışıyor galiba.


Şahap Eraslan kimdir?

1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berlin'de çalışıyor.

KAYNAKÇA

[1] Das Zeitalter des Narzissmus (Hoffmann und Campe Verlag, 1995).

[2] Gotteskompleks (Psychosoial Verlag, 2012).

[3] Kampf um Anerkkenung (Suhrkamp Verlag, 1994).

[4] Vom Narzissmus zum Objekt [Narsizmden Objeye] (Psychosozial Verlag, 2001).

[5] Bela Gruberger&Pierre Dessuant, Narzissmus, Christentum, Antsemitismus [Narsizm, Hristiyanlık, Antisemitizm] (Klett-Cotta Verlag, 2000), s. 50.

[6] Die neuen Nrazissmustheorien:Zurück ins Paradies? [Yeni Narsizm Kuramları, Cennete Geri Dönüş, ed. Psychoanalytisches Seminar Zürich (Athenaum, 1983).

[7] “Narzissmus und Liebesbeziehungen” [Narsizm ve Aşk İlişkileri], Narzissmus içinde, ed. Otto F. Kerberg& Hans-Peter Hartmann (Schattauer Varlag, 2009), s. 624.

[8] Narzissmus, 2002, Psychosozial Verlag, 2. Basım., s. 25.

[9] Die Zweier-Beziehung=İkili İlişkiler, 1992, rororo Verlag, s.79.

[10] Martin Teising, 2009, Narzisstische Konflikte des Alters=yaşlılktaki narsistik çelişkiler/çatışmalar, Kitap içinde: Narzissmus, Editörler: Otto F. Kerberg& Hans-Peter Hartmann, Schattauer Varlag, s. 639.

[11] Bkz. Martin Dornes, Der kompetente Säugling=yetenekli/becerikli bebek, 1993, Fischer Verlag.

[12] Hans-Jürgen Wirth, 2009, Pathologischer Narzissmus und Missbrauch in der Politik= patolojik narsizm ve gücün tacizkar kaullanımı, 2009, Kitap içinde: Narzissmus, Editörler: Otto F. Kerberg& Hans-Peter Hartmann, Schattauer Varlag, s. 159.

[13] Die Fesseln der Liebe=sevginin bağları/zincirleri, 1988, Fischer Verlag.

[14] Affekt, Objekt und Übertragung, 2002, Psychosozial Verlag, s. 132.

[15] Hans-Jürgen Wirth, Narzissmus und Macht= Narsizm ve iktidar, 2002, Psychosozial Verlag, s. 54.

[16] Hans-Jürgen Wirth, 2009, Pathologischer Narzissmus und Missbrauch in der Politik= patolojik narsizm ve gücün tacizkar kaullanımı, 2009, Kitap içinde: Narzissmus, Editörler: Otto F. Kerberg& Hans-Peter Hartmann, Schattauer Varlag, s. 166/167.

[17] Anja Dellner, Kulturdimensionen: DasFünf-Dimensionen-Modell von Geert Hofstede (Grin Verlag, 2009).

[18] İsolde Charim, Die Qualen des Nrazissmus=narsizm ızdırabı, 2023, 3. Basım, Zsolnay Verlag, s. 139.

[19] Lukas Zabel, Narzisstische Depression, 2019, Psychosozial Verlag.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi