Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Ama iyi delirdik

Konuşma enflasyonundaki artış, hiç hayra alamet değil, kendini ifade ediş değil, iletişim hiç değil. Suphanallah boncuğu gibi dizilmiş bir halde, eşzamanlı sürekli konuşma hali, eylemi geciktirmenin bir biçimi.

İnsan, olup biten üzerinde hiçbir etkisinin olmadığını hissettiğinde bildiği dünya erimeye başlar. Mekandaki yeri belirsizleşir, sözcüklerinin tınısı boşlukta yankılanır, bir anlamsızlık duygusunun içine usulca yerleşmeye başlarken ya tamamiyle sessizleşir ya da çok konuşur.

Sessizliğe çekilmek, derinden bir idrak haliyle birleşmişse trajik bir etki yapar; kimin dediğini hatırlamıyorum ama biri trajik kahramanların tek dili vardır diyordu, o da susmak. İmkansızın içeriden kavrandığı bir yerde büyür bu durumda suskunluk. Dış dünyayla çarpışma ne kadar şiddetliyse sessizlik o kadar ürkütücü olur. Bu türden bir susmayla az karşılaşırız, ya da karşılaşmış bile olsak tanımamız zordur, çünkü bir vazgeçişin, işitilmek istemeyişin işaretlerini çoktan yok etmiş bir dünyaya alışmışızdır.

Dil kuşkusu, insan, kendinden ve başkalarından şüphe ettiği zamanlarda başlamıştı, edebiyatın gözde konusu haline gelmiş, sözden el çekiş, önceki zamanların kendinden emin karakterlerinin mezar taşlarına baka baka büyütülmüştü. Dilin ufalanması, parçalanması, hem iletişim krizinin hem de anlam krizinin semptomuydu.

Sessizlik anlarını, boşlukları çoğaltan sanatçılarla doluydu 20.yüzyıl. Ama onlar kesif bir gürültüden sonra çağırmışlardı sessizliği, sesler çoğalmıştı. Uzak bir geçmişte kır manzarasına doğmuş birinin, işittiği seslerle karşılaştırılamayacak bir gürültü. Gerçi ses her zaman vardır, ondan uzaklaşmayı seçenin girdiği yer çile odasıdır, pek çok inançta konuşma perhizi nefsin terbiyesi gibi görülür. Düşünmek, derine dalmak, değerlendirmek için gerekli olan susmak, çok uzadığında ise tekinsiz bir hal alır. Akıllarına hiçbir durumda susmak gelmeyen karakterler için ise ölümcül bir vuruştur, sessizlik. Küsünce konuşmayız, bir çeşit cezadır bu, küsülen kişiye. Söz yemini. Herkesin yapabileceği bir şey değildir ama. İnsan konuşmayınca çatlayacağını sanır, konuşunca da çatladığını bilmeden.

Koyu bir sessizlikte korkutucu bir şeyler buluruz, aralıksız konuşma da ise anlamsızlık. Çağ, anlamsıza ayrılmıştır.

Bir önceki yüzyılda dilin kuşkulu alanına çarptığımız halde, bu yüzyılı birbirimizi dinlemeden konuşarak geçirmemizin bir nedeni olmalı.

Dramaturjik açıdan bakılırsa, eylem eksik denilebilir bu geveze oyuna. Çünkü temel kural genellikle şöyle formüle edilir, karakter, yapıyorsa söylemesin, aynı anda hem yapıp hem söylemesi etkiyi azaltacaktır. Kurguda ne kadar çok etkili eylem varsa, konuşma o kadar ekonomik olacaktır; hiç değil, yeteri kadar. Sürekli konuşuyorsa bir çıkışsızlığın içindedir ve “söz cesetlerini” kendini ve dünyayı oyalamak için çiğneyip durur.

Bir eylemin içinde etkin bir failse, akışı onun edimleri belirliyorsa fazla söze ihtiyaç duymaz. Ama hareket kabiliyeti elinden alınmışsa çok konuşur. Dilden tümüyle el çektiyse bir süre sonra oyunun dışına sürülecektir, çünkü insanlar izleyecek bir şey bulamazlarsa en azından bir şeyleri dinlemek isterler. Onları oyalamak gerekir. Belki dünya çoktan bir oyalanma yerine dönüşmüştür.

Beckett'in Mutlu Günler adlı bir oyunu vardır, yarı beline kadar toprağa gömülmüş bir kadını, Winnie'yi anlatır. Elli yaşlarında süslü biri olarak nitelenir. Winnie iki perde boyunca, toprağa gömülü değilmiş gibi davranarak konuşmayı sürdürür. Toprak belinden başına doğru yaklaşmıştır ama o, hiçbir şey yokmuş gibi konuşmayı sürdürür. Yani eşsiz bir kendini aldatma sahnesi kurulmuştur burada. Winnie'nin mutlu günleri zil sesiyle uyanmasıyla başlar, önünde hep daha iyi geçeceğini düşündüğü saatler vardır. Uzandığı çantasının içinde ihtiyacı olan her şey bulunur. Bir de tutmakta zorlandığı bir şemsiyesi. Yapılabilecek tek şey, konuşmaktır. Durumu değiştirmeyecek bile olsa.

Yapabileceğimiz bir şey yok! İşitilebilecek en korkunç sözlerden biri olmalı.

Benim yapabileceğim hiçbir şey yok ise, ondan da korkunç olmalı. Çünkü ilki, her şeye rağmen bir çoğulluğa bağlanır ve bir çoğulluğun olduğu yerde, birinin bir şeye başlaması, her zaman imkân olarak durur bir yerde.

Konuşma enflasyonundaki artış, hiç hayra alamet değil, kendini ifade ediş değil, iletişim hiç değil. Suphanallah boncuğu gibi dizilmiş bir halde, eşzamanlı sürekli konuşma hali, eylemi geciktirmenin bir biçimi, yine dramaturjik olarak. Sadece bir geciktirim, bir erteleme olarak yazılan oyunlar hakkında çok şey söylenebilir, fiyakalı cümleler kurulabilir, felsefi çözümlemeler yapılabilir. Eğer biri hareket etmeyi başaramazsa, Beckettyen figürlerin geçitine dönecek tarih. Eğer eylemek, başka bir gerçeklik hakkında sadece konuşursak, eylem ekşiyecek, başka dünya ise toprağa gömülecek. Her şey hakkında yeterince hatta fazlasıyla konuştuk millet. Bu meta düzlemde yaşamayı bir tur daha çevirirsek, sonumuz absürd yazarların figürlerine benzeyecek.

Sürrealist teknikle yeni oyun kurmak için bazı kelimeleri bırakıyorum buraya, ama unutmayalım, yazmayacağız, oynayacağız: Müşterek, koşu, kalabalık, heyecan, direniş, sokak, sokak, sokak, boya, koro, katılım, mim, uçurtma, kabuklu yemiş, köpek, intikam, hak talebi, ıslık, düdük sesi, duvar, spor ayakkabı.

Kolay gelsin.


Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi