Şahap Eraslan
Annelik, kutsal aile ve erkeklik krizi
Bizde şöyle bir inanç var: eğer insanlara doğru nasihatte bulunursak ve uyarırsak insan iyi olmayı başarır… Dinlerin, ideolojilerin belki de yaptıkları temel yanlış burada. İnsanı tanımlamadaki temel yanlış. Şiddet bilgisizlikten doğmuyor. İnsanın her kültürde öğrendiği minimal ahlaki değerler var: Hırsızlık yapmak, yalan söylemek, şiddet uygulamak, haset, hırs ayıp günah veya suçtur. Bu bilgiye rağmen şiddet var. Sorun bilgi sorunu değil. Hiç kimse sabah uyandığında tanrısına ‘kötü’ olayım diye dua etmiyor galiba. Psikopat ve sosyopatlar hariç insanlar kötü olma derdinde değiller ama kötü buna rağmen var.
Şunu söylemeye çalışıyorum: Kötülük her insanda var. Her insanda kriminal bir potansiyel var. Eğer bir kültürde bu potansiyel şiddeti kolaylaştıran, teşvik eden strüktürler varsa insanda olan kötü dışa vurulabiliyor ve kötü ortaya çıkıyor. Mesele bu kötü’yle nasıl baş edilebileceğinin yollarını aramak. Bugün gaddarlıklarıyla ünlü yöneticiler yıllar önce mazlumluk/mağdurluk şampiyonuydu. Yaşadığımız toplumda, düzendeki strüktürler iktidara gelenin iyi niyetliliğinden bağımsız yöneticiyi/güç sahibini ‘kötü’, zalim, gaddar yapıyor. Yani bazı yaşam koçlarının, motivasyon ‘uzmanlarının’, gizli enerji sahiplerinin, medyumların, sosyal medya terapistlerinin söylediği gibi ‘pozitif’ olalım’, ya da ‘gülümseyelim’le kötü’yle mücadele mümkün değil. İyi, güçlü, akıllı bir yöneticiyle de çözülebilir bir sorun değil yani…
KUTSAL AİLE ŞİDDETİN KAYNAĞI
Aile çok kutsaldı, sorgulanamayacak kadar kutsal. F. Engels özel mülkiyetle aile arasındaki ilişkiye dikkat çekti. Sonra psikoanalitik devrim geldi. Bu devrim büyüyü bozdu: Freud, ‘sapık baba’lardan bahsediyordu. Babaların çocuklarına karşı cinsel ilgilerini ve bu ilginin bazen bilinçötesinde olduğunu yazıyordu. Erkek egemen toplumun erkekleri/babaları ise bu sözleri söyleyene tepki gösterdi. Aileyi adeta kurtarmaya çalıştılar. Ancak bir kez söz ağızdan çıkmıştı ve aileye yönelik şüpheci yaklaşım bugüne kadar devam etti. Aile ve aile kültüründeki strüktürler şiddeti üretiyor. Bir çocuk, kadın tanımadığı birinin şiddetinden çok ailesinde şiddeti yaşıyor. Bir çocuk en çok dayağı evinde yiyor. Taciz yaşayanlar tecavüzcülerine amca, dayı, ağabey ve baba diyorlar. Evlilikler kadına tecavüzlerin yasallaştırması bazen. İşte bu kiri ‘kutsal’la gizleyebiliyoruz.
NAMUS ŞİDDET DOĞURUR
Namuslu olmak çok olumlu bir şey. Sosyal, sembolik sermaye. Namus ama kadının cinselliğinin kontrolüyle de ilişkili. Yani bacısı özgür bir erkek kasabada ‘namusluyum’ diyemiyor. Namusun yitimi de o erkeği ‘kişi’ olmaktan çıkarıyor. Yani o kişinin insani özellikleri yok sayılarak sadece bir değere (olumsuz sayılan değere) indirgeniyor. İşte bu durum erkeği namuslu olmaya, bacısının özel hayatını denetlemeye de itiyor. Namus enstetik özellikler taşıyan, görünmez bir sapıklığı içeren bir kurgu. Yani namuslu erkek bacısının, anasının, kızının cinsel hayatını denetleyen, onları düşünen kişi de. Ensest tabudan ötürü bu tür düşünceler, takıntılar erkekte bu düşünceleri dışarı atma ya da azaltma isteği yaratır. Burada şiddet doğabiliyor. Kadını denetlemek, özel hayatına ambargo koymak. Bunları yapabilmek için de şiddet uygulamak.
Çocuk doğduğunda bedeni anne/babaya emanet. Bu bedeni korumak görevleri. İşte bu bedeni sahiplenen/sahiplendiren kültürler şiddeti de üretiyorlar. Çocuğun bedenine ilişkin kararları anne/babaları veriyor. Gereksinimlerini gidermek gibi. Çocuğun saçlarının nasıl olacağına, nasıl/ne giyeceklerine de... Büyümek dediğimiz süreç çocuğun aşamalı olarak bedenini anne/babasından geri alması bedeninden sorumlu olmasıdır. Yani yetişkin saçını istediği gibi tarıyor, istediği giysiyi alıyor, burnunu ameliyat ettirebiliyor, dövme yaptırıyor, kulağına küpe takabiliyor.
Patriyarkal kültürde kadının bedeni namus kültüründen ötürü kendisine ait olamıyor. Kadının bedeni kolektifleştiriliyor. Hiç tanımadığımız bir kadının bile ne giydiğine karışabiliyoruz. Bu şiddet demek. Bu kadının bedenini talan etme hakkı. Kadının bedeninin istila edilmesi. Ve bunun cezası yok. Namus ve ayıpla suç olmaktan çıkardığımız şiddet. Kuramsal olarak yetişkin bir erkeğin (burada hetero ilişkileri kastediyorum) yetişkin kadınlar cinsel ilgi alanında olabilir. Üç kadın hariç: Ana, bacı, kız çocuğu… Namus ama bu üç kadının cinselliğiyle/mahremiyle ilişkili.
İşte bu cinsel ilgi alanının dışında olması gereken kadının erkeğin yoğun cinsel ilgi alanında olması bir sapıklık da. Ve erkek sapık olmak istemediğinden bu fantezileri ve takıntıları kafasından uzaklaştırabilmek için en kestirme yol olarak bu kadınların bedenini denetlemeyi seçiyor. Bu denetleme şiddettir. Bacı, ana, kız çocuğu bu korkudan ve yabancı kadın da ‘ayartılma’ korkusundan denetleniyor. Dolmuşta tanımadığı bir kadının gülmesine, giyimine karışmayı da ayartılma korkusundan yapıyor. Bu müdahaleyle sınır ihlali, yani tacizci olduğunu da görmezden geliyor.
MELEK YA DA FAHİŞE KADIN
Patriyarkal bazı toplumlarda kadın adeta ikiye bölünmüştür. Bir yanda "melek kadın" vardır; insanüstü, aseksüel, fedakâr, kendisini başkaları için feda eden ve kendi arzuları olmayan bir figür. Diğer yanda ise "ayartıcı, şeytani kadın" yer alır. Bu, Freud'un "Madonna-fahişe kompleksi" olarak tanımladığı durumdur: Kadınların iki uç kategoriye ayrılması. Freud’a göre, erkekler saygı duydukları kadınlara karşı cinsel hisler beslemekte zorlanır. Melek kadın genellikle önce annedir. Çocukken annenin görevi, çocuğun tüm arzularını tatmin etmektir. Ancak ergenlikle birlikte erkeğin ihtiyaçları değişir ve cinsellik ön plana çıkar. Bu noktada anne yetersiz kalır; daha doğrusu, ensest tabusundan dolayı erkek başka kadınlara yönelir. Erkek güven duygusunu anneden öğrenir. Yabancı bir kadında güvenebilmesi için de o kadında annesiyle benzer özellikler arar, mesela ‘ağzı var dili yok /melek’ biri… Melek aseksüeldir, aerotiktir.
Cinsellik için yöneldiği kadını da annesi gibi "melekleştirir". Bu süreçte, annenin namuslu, fedakâr, cefakâr, sıcak özelliklerini seçtiği eşe yansıtır. Yani bu kadın genellikle bir projeksiyon olur. Eşle olan ilişki, tutkulu bir cinsellikten ziyade, erkeğin cinsel ihtiyaçlarının karşılandığı bir ilişkiye dönüşür. Tutkulu, erotik ve yoğun cinsel arzu ise "fahişe kadın" imgesine yansıtılır. Sonuç olarak, erkeğin zihninde bütüncül bir kadın imgesi oluşmaz. Kadın, sadece belli özelliklerine indirgenmiş bir figüre dönüşür. Bu süreçte kadının bazı özellikleri görmezden gelinir; örneğin, annenin de bir cinselliği olduğu ya da fahişe olarak kurgulanan kadının da anneye atfedilen özelliklere sahip olabileceği göz ardı edilir.
Burada sembolik bir şiddet söz konusudur: Kadının bazı yönleri yok sayılır, yani kadının bütünlüğü ortadan kaldırılır. Freud’un melek-fahişe bölünmesine bölünen kadındır. Ayrıca bu kategorize edebilme ‘hakkı’ndan ötürü erkek de ayrıca güç elde eder. Bu bölünmeyi kadınlar da üstlenir. Melek kadın için namusluluk sembolik bir sermaye olur ve takdir edilirken fahişe kadını da negatif özelliklerle tanımlar. Yani kadın kısıtlı özellikleri olan insandır. Bütün olamaz.
Çoğumuz biliyoruz ki anne sütü kutsal kabul edilir ve annenin sütünü "helal etme" hakkı vardır. Bu hak, annenin ölümüne kadar sürebilir. Annenin bu gücü, biyolojik olanın, yani sütün kutsallaştırılmasıyla gerçekleşir. Bu kutsallığı güçlendirmek için cennet de annenin ayaklarının altında konumlandırılmıştır. Yani, anne-çocuk ilişkisi asimetriktir ve eşit bir ilişki olma imkânı yok gibidir.
Annenin yüceltilmesi ve kutsanması, aynı zamanda annenin yüceltilerek o kişiden uzaklaştırılmasıdır. Anne, çok kutsaldır ve değerlidir, ancak bu kutsallık, onu aynı zamanda uzak ve erişilemez bir konuma da iter. Bu uzaklık belki de ensest korkusuyla ilişkilidir: Anne, uzaklaştırılarak, arzulanan bir figür olmaktan çıkarılır; ensest olasılığı yalnızca fantezilerde yer bulur. Annenin yüceltilmesi, ona karşı duyulan arzunun bastırılmasıyla sonuçlanır ve bu, belki de toplumsal yapıda gerekli bir mekanizmadır.
Erkek egemen toplumda erkek çocuğun özel bir önemi ve değeri var. Anne ve oğul arasındaki bu özel ilişki, bazen annenin oğlunu yücelterek adeta bir “şehzade” gibi görmesine ve yetiştirmesine yol açar. Bu ideal erkek figürü, annenin arzuladığı bir erkek veya eş modelini de temsil edebilir. Ancak bu karmaşık dinamikler, annenin yüceltilmesi ve kutsanması yoluyla mesafelendirilir. Annenin, oğluna olan bu özel ilgisi ve onu idealize etmesi, aynı zamanda aralarındaki ilişkiye bir mesafe koyarak bu karışıklıkları bir nevi çözümler.
Freud’a geri dönecek olursam, Freud, babanın olumsuz bazı yönlerini deşifre ederken anneye karşı da çok sevecen değildir. Günümüzde psikanaliz, anne-çocuk ilişkisinin insanın hayatındaki birincil ilişkilerden biri olduğunu vurgularken, Freud’un kuramında en önemli ilişki baba-oğul ilişkisidir. Freud’un teorisi, erkek (baba/oğul) gelişimi üzerinden psikoseksüel gelişimi anlatır; dolayısıyla annenin hak ettiği önemi teoride bulmadığı söylenebilir.
Burada "anne" derken, bir pozisyondan bahsediyorum; yani yalnızca biyolojik olarak kadının anne olması değil, eşcinsel ilişkilerde de evlat edinilen bir çocukla baba pozisyonundaki kişinin anne rolünü üstlenebilmesi gibi. Demek istediğim, Freud anneyi bu bağlamda önemsizleştirir. Ancak, daha sonra kadın psikanalistler (Klein, Horney, Irigaray, Kristeva, Rohde-Dachser, Dührssen, Benjamin gibi) anne pozisyonunu teorik olarak yeniden öne çıkardılar ve anne-çocuk ilişkisinin gelişim üzerindeki rolüne dikkat çektiler.
"KARI GİBİ" OLMAMANIN SORUNLARI
Her bebeği bir kadın doğurur ve bebeği anne emzirir. Ancak erkek olmak, "kadın gibi olmamak" ya da kadına benzememek demektir. İşte bu imkânsız gibi görünen görevi yerine getirmek, her erkeğin erkek olabilmesi için başarması gereken bir zorunluluk haline gelir. Bu başaramama hali, erkeği sorunlu bir cins yapar. Yeni doğan bebek, annesinin kucağında pek çok şeyi öğrenir: Bakışmayı, gülmeyi, emeklemeyi, koşmayı. Annesiyle dili öğrenir, konuşmayı öğrenir, anneyle özdeşleşir ve anne gibi olmaya özenerek büyür. Ancak bir gün ona "artık erkek oldun" öğretilir. Erkek olmak, kadın olmamak, anne gibi olmamak demektir. Bu noktada, anneyle olan bağın radikal bir kopuşu yaşanır.
Her çocuğun en büyük korkusu terk edilmek, özellikle anne tarafından terk edilmek olsa da erkek çocuk bu süreci tersine çevirmek zorunda kalır ve anneyi terk ederek yaşamak zorundadır. Terk etmek yetişkince bir eylemdir; terk etmek "sensiz de yaşarım" demektir, ancak çocuklar bunu diyemez. Çocuklar terk edemezler çünkü annesiz ya da babasız varlıklarını sürdüremezler. Yetişkinlerin donanımına sahip olmadıkları için bu imkânsızdır. Ancak erkek çocuk, erkek olmanın bir gereği olarak anneyi terk etmeye zorlanır. Bu kültürde erkek olmaya zorlananlar, bu ayrılık ve terk edişle ömür boyu baş etmeye çalışır. Anneye öfkelidirler çünkü erkek olmanın sorumluluğunu anneyi suçlayarak taşırlar.
Freud’un "penis hasedi" kavramının ötesinde, burada "kadın olamama hasedi" devreye girer. Eğer çocuk kız olsaydı, anneyi terk etmeye mecbur bırakılmayacak, anneye benzer olmaya devam edebilecekti. Bu durumda, "keşke kız olsaydım" kıskançlığı ortaya çıkar. Bu sembolik kopuşun bir başka boyutu da sünnet ve sünnet edilmeyle ilgili korku ve fantezilerdir. Erkek çocuk, erkek olmanın zorluklarıyla yüzleşirken, kız olmamaktan ve bu yüzden anneyi terk etmek zorunda kalmaktan annesini sorumlu tutar: "Beni neden kendin gibi dişi doğurmadın". Bu nedenle anneye bir öfke besler. Anneye duyulan sevgi ile kadına karşı nefret arasında karmaşık bir ilişki gelişir. Zamanla bu nefret ve öfke, başka kadınlara yansıtılarak dışa vurulur.
Kadınların "ömrümü yedi" ifadesiyle kastettiği, erkeklerin bu terk edişe duygusal olarak yeterince hazırlanmamış olmasıdır. Bu terk ediş, ritüellerle rahatlatılmayan, tuhaf bir ayrılık ve terk edilme deneyimidir. Erkek çocuk anneyi terk ettiğinde, anneyle birlikte yaşamaya, ona muhtaç olmaya devam eder. Erkek olmak için anneden ayrılan erkek çocuk, birçok konuda hâlâ tam olarak ayrılmamış gibi davranır. Bu kopuş karmaşık ve sancılı bir süreçtir. Bir yandan anneyle fiziksel ve duygusal bir yakınlık devam eder, diğer yandan da erkek çocuk “artık senin gibi olmak istemiyorum” diyerek bu ilişkiyi reddetmek zorunda kalır. Bu "severek ayrılalım" hikayesi esprili gibi görünse de aslında hüzünlü ve üzücüdür. Çünkü bu ayrılık, radikal bir kopuş gibi görünse de tam bir ayrılık değildir.
Toplumda erkeklere ağlamamaları öğretilir. Ayrılıkları geride bırakmak, güçlü ve yiğit olmakla özdeşleştirilir. Bu durum, erkek çocuklarının duygusal yaralarını ifade edememelerine, ayrılığın acısını yaşamamalarına neden olabilir. Erkek çocuk, anneden ayrılmanın ona erkeklik statüsü kazandırdığını düşündüğünden, bu ayrılık kutlanacak bir ayrılığa dönüştürülür. Annenin bedeni çocuk için yasaklanır ve çocuğun bedenini de anneden uzaklaştırılır (hamamdan kovulma). Erkek çocuğu bu ayrılığı sorgulamaz, çünkü ona bu ayrılık bir kazanım (hakiki/tam erkek) olarak sunulmuştur. Şunu söylüyorum: Çoğu erkek ağlamaz değil neye ağlayacağını algılayamaz bazen. Ağlanacak olanı bile bilememek…
Ancak duygusal donanıma sahip olmadan anneden ayrılan erkek çocuk ortada kalır. Baba genellikle ulaşılmazdır; sadece akşamları yemek sofrasında kısaca görülen bir figürdür. Babayla olan ilişki, annenin anlatıları üzerinden şekillenir, ancak bu ilişki tam anlamıyla duygusal bir bağ değildir çünkü babayla gerçek ve yoğun ilişkide oluşmaz. Anneyle yaşanan bu terk edilişin travmatik etkisi, ileride başka kadınlarla olan ilişkilere yansır. Erkek, terk edilme korkusu ve bu kopuşun yarattığı travmanın etkisiyle bağlanmaktan korkar. Türkiyeli erkeklerin en büyük korkularından biri terk edilmek olur. Murathan Mungan’ın dediği gibi, "Ve yeniden büyür içimde mağrur bir zakkum gibi / terk edilmek korkusu."
Bu terk edilişin acısıyla başa çıkamayan erkek ileride duygusal bağ kurmakta zorlanır çünkü bağlanmak terk edilme riskine girebilmektir de ve anneden kopuşun izleri hayat boyu sürebilir. Duygusal bağ kurmakta zorlanan erkek bağlanma ihtiyacından vaz geçemez ve bağlanmanın yerine sahip olmayı/sahiplenmeyi koyar. Ya benimsin ya kara toprağın… İnsan üzerindeki elbisenin, oturduğu evin, bindiği arabanın sahibi olabilir. Hiçbir insan bir diğer insana sahip olmaz. Asla… Kadının, çocuğun sahibi olduğunu sanmakta var şiddet…
"Erkek olmak, anne gibi olmamak" demek, erkeğin o güne kadar öğrendiği her şeyi, yani "ana gibi olmayı" hayatından silmesi anlamına geliyor. İşte erkeğin imkânsızlığı burada başlıyor. Hiçbir erkek, geçmişe dönerek kadınca olanı kendinde silemez; çünkü her erkeğin hayatında bir kadın/anne vardır – o kadın, yani anne, erkeğin varoluşunda derin bir iz bırakmıştır. Ancak bu kadının varlığı, erkeklik konseptine uymaz. Dolayısıyla, erkek, içinde taşıdığı kadını gizleme sanatını "erkeklik" olarak yaşar. Erkekliğin tanımı, bu dişi yönü en ustaca gizlemek, "en gerçek erkek" olabilmek yani.
Yücelttiğimiz, melek gibi gördüğümüz, ayaklarının altına cenneti serdiğimiz anne, aynı zamanda erkeğin içinde yok etmek istediği kadındır. Anne güzellemeleri belki de erkeğin içinde anneyi yok etme çabasının yarattığı suçluluk duygusunu hafifletme arzusudur; sembolik yok etmenin, hatta öldürmenin suçluluğunu telafi etmek, onarmak için yapılan bir çabadır. Yani, bir yandan yüceltilen anne, aslında erkeğin erkek olabilmek için içinde yok etmeye çalıştığı varlıktır. Kadınlara olan düşmanlığımızın ilk adımı belki de anneyi yok etme çabasıyla başlıyor. Ancak hiçbir erkek, anneyi içinde tamamen yok edemez.
Hayatta yaşadığımız hemen her şey ikincildir. Aşk bile, çünkü her çocuğun ilk aşkıdır anne… Erkeğin temel mücadelesi, içindeki kadınla – yani anneyle – olan çatışmasıdır. Annenin varlığı, erkeğin erkekliğini sürekli olarak sorgulamasına neden olur ve bu çatışma yaşam boyu devam eder. Erkek, kendini erkek olarak inşa ederken, aynı zamanda bu içselleştirdiği kadınla, yani anneyle mücadele eder. Anneye duyduğu sevgi ile onu yok etme çabası arasında sıkışıp kalır ve bu paradoks, hayat boyu erkeğin kimliğini şekillendirir. Anneyi melek yapmak onu insandışılaştırmaktır da. Anneler anne kalabilseler. Ve erkek içindeki anneye, kadına, dişiye sahip çıkabilse. Tam erkek değil de biraz erkek olabilse… Kadınlara uygulanan şiddet biraz da yücelttiğimizi sandığımız anneye/kadına nefretimizdir belki de.
Kötünün, zalimin imparatorluğu… Sokaklar artık gaddarların mekânı… Köpekleri öldürüyorlar. İşçileri katlediyorlar. Çocukları öldürüyorlar. Özgürlük için dökülmemiz gereken sokaklarda kadınları öldürüyorlar. Canım yanıyor… Kuşları, böcekler, dağları, ormanları… Ya sahile çektikleri betondan duvarlarla rüzgarları öldürdüler… Bu ülkede güzel olan ne varsa onu öldürüyorlar…
Şahap Eraslan kimdir?
1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berlin'de çalışıyor.