Şahap Eraslan
Aptallığa övgü
Aptallık her insan için çok tanıdık bir durumdur. Hiç aptal olmamış, aptal durumuna düşmemiş kişi yoktur. Karar vermek, seçim yapmak ve bu karar/seçimlerin daha sonra yanlış olduğunu, başka türlü karar vermek için de kriterlerin yeterli olduğunu daha sonra anlamak verilen kararın aptalca olduğunu düşündürür. Yani aptallık karar anında değil de daha sonra fark edilir. Bazen aptallık tanımlamaya bağlıdır. Kişinin kriterine göre çok rasyonel bir şey başkasının tanımlama ve kriterlerine göre aptalca görülebilir. Hiç kimse aptalca olsun ya da görünsün diye bir şeyler yapmaz. Bu yüzden aptallık yarışmaları da düzenlenmez.
Sevimlileştirilen aptallıkları çok seviyoruz. Bu tür aptallıkları kendimizden zaten tanıyoruz. Aptallık masumlaştırılınca, saf ve suçsuz olunca sevimli de oluyor. Kemal Sunal’da bulduğumuz ve yer yer de bize denk düşen haller. Gündelik yaşamdaki aptallıkların insana negatif bir sonucu, bir maliyeti var. Ama aptallar, aptallık bitince kaybeder, yenilirler. Kemal Sunal’da aptallığın zaferini, başarısını ve yengisini görürüz. İşte bu aptallığın yenilmemesi sevindirir. Bu filmlerde aptallığa rağmen kazanan dürüstlüktür. Dürüst olmayan hileli aptallıklar öfke de yaratır. Nasrettin Hoca’da, Keloğlan hikâyelerinde arzumuzu ve kendimize ait aptallıkları da deşifre olmadan projekte ederiz. Kendi aptallığımızla başkasında karşılaşmak, böylece de aptallığımıza mesafe koymak keyif de verir.
APTALLIK BİR SAVUNMA/KORUNMA BİÇİMİDİR
Aptallık bazen kolektif şekilde gelişebilir. İnsanların grup olarak verdikleri kararlar daha sonra çok mantıksız, saçma ve aptalca olabiliyor. Aptallığın amacı bazen korunmak, kendini gizlemek, görünmez kılmak, göze batmamaktır. Yani aptallık psikanalizde savunma mekanizmalara benzer bir savunma biçimidir. Öncelikle insanın kendini kandırma, ikna etme biçimidir de. Okulda öğretmenin sorduğu soruya cevabınız yoksa. Yere, tavana dakikalarca bir tabloya bakar gibi, çok ilginç bir şeyi ayrıntılı inceliyormuş gibi davranmanın bir korunma, savunma mekanizması olduğunu her öğretmen bilir. Asansördeki o birkaç saniyenin çekilmezliği. Tavana bakmak zemini incelemek. Aynı zamanda çok önemli ve filozof pozuyla bunu yapmak.
Mevsim sonu satışlarda, indirimli satışlarda sürekli kapitalizmi kandırma sevinçlerinde çok manalı ve uyanıklığa gizlenen aptallıklar... Alışveriş, kâr amaçları... Çok olağan durumlar. Ama kâr edenden kâr etme uyanıklığı... Bu kadar insanın kapitalizmi sürekli aldatması ve o kocaman firmaların kâr oranlarını artırmaları... Bazen aptallık regresyondur. Mesela bir yüzleşme, suç üstü durumunda gösterilen tepkiler regresiftir. Kriz dönemlerinde aptallık “reaksiyon oluşumu”na (bu bir savunma mekanizmasıdır belirli durumlara, duygulara, hallere verilen aynı tepki anlamına gelir) dönüştüğünden süreklileşir. İnsan aptala empatik davranmaktan kaçınır, çünkü bu empati süresince kendisi de aptallaşmaktan çekinir. Ama aptal durumlar, haller ve kişilerle aynı ortamda yaşarken bu insanlarla ilişkilenirken de bir süre sonra aptallık kolektif hale gelir ve aptal olmayanı da aptallığa zorlar.
ZEKİ MİLLETLER VARSA APTAL MİLLETLER VAR MIDIR?
Ulus ve büyük dini gruplar, büyük bir aile ve bir vücut gibi görülür; grup için “vücut” ve “aile” metaforlarımız vardır. Bu ailenin babası devletin de başkanı baştır, yönetici kadro amcalar, dayılar (daha sonra teyzeler, halalar) ve abilerden oluşur. Bu kurguda gruba ait olan halklar, yani yönetilenler ise bu büyük ailenin çocuklarıdır. Bu grup aynı zamanda bir insanın vücudu olarak metaforize edilir: Bir başı vardır (devlet başkanı, başkomutan); bizi yöneten kişi, aynı zamanda kafamız gibi organize eden başımızdır.
Bu grubun bir insan gibi kalbi vardır, ruhu ve onuru vardır. Kişisel özellikler grubun da özellikleri gibi kurgulanır. Millet asil ve zeki olabilir. Bunun bir başka anlamı bize göre aptal milletler ve halklar da var. Bu ülkenin sahibi vardır (memleket sahipsiz değildir). Birilerini bu ülkeyi kendilerine tapulu sayarlar. Onun için bu ülkenin sahibi olmadıklarını düşündüklerini de canları isteyince dışarı atarlar. Komünistler Moskova’ya, şeriat isteyenler Arabistan’a postalanmak istenir. Ya sev ya terk et...
Bu ülkenin Sünni Türkleri asıl sahibi sayarlar kendilerini. Aleviler, Kürtler üvey evlat dahi değildir. Üvey evladın anne veya babasından bir özdür ve bu öz olanın çocukları koruma ve kollama görevi vardır. Bu ülkede ötekiler öksüz ve yetim bile değildir. Öksüz ve yetime acıma ve kutsal üzerinden bir koruma sağlanır. Bazı kontekslerde (mesela sevap sayılan dinsel ritüellerde) yetim ve öksüzler ritüele bağlı olarak özel, pozitif ayrıcalıklı konuma bile gelebilirler. Ötekiler bu ülkede daha çok kimsesiz ve sahipsizlerdir (demokratik ülkede sahip gerekmez). Yani atsan atılmaz, satsan alan olmaz...
Bu başın (devletin) öz ve hakiki çocukları Sünni Türkler, tahammül edilenleri ise gayrimüslimler, Kürtler ve Alevilerdir. Bu durum asilik ve asimile olmamakla, daha doğrusu devşirilmemekle ilgilidir. Asimile olanlar, kamufle olma ve çevreye uyma (Mimikry) özellikleriyle dikkat çekerken devşirmeler daha katıdırlar: Dışa vurulan bu katılık, aslında insanın kendi “üst ben”ini ikna etmeye yöneliktir. Bu katılığın dışa vurulması “öteki” olarak bilinen bu insanlara zulüm olarak karşılık bulur. Osmanlı’daki güç sahibi devşirmeler en çok Hıristiyanlara kötü davranmışlardır. Çünkü kendileri devşirilirken, yeniyi kabul ederken altta asıl kimlikleri vardır ve bu temel üzerine yeniyi inşa ederler.
Bu devşirilmiş olan yeni gibi görünse de özünde ve temelinde çocukluklarında edindikleri kimlik ve kültür vardır. Kendilerine, yani devşirilmeden önceki hallerine benzeyenlere kötü davranarak, onlara zulüm yaparak devşiren güce sadakati kanıtlamayı, ondan takdir almayı denerler. Tüm hikâye devşirilmiş olmanın derinlerde hissedilen “alçaklık” duygusunun verdiği psikolojik sızıyı azaltmaktır. Bu durum devşirilenlere travmalarını anımsattığı ve onların alçaklık duygularını depreştirdiği için diğerlerinden nefret ederler. Kürtler ve Aleviler işte o devşiril(e)meyenlerdir.
BAŞSIZ KALMAK
Kendi varlıklarını bir lidere bağlayanlar lideri kaybedeceklerini gördüklerinde korkuya kapılırlar. Kendisine dış bir kafa bulanlar, aynı zamanda baş işlerini, yani ‘ben’in algılama, düşünme, bağlantılar kurma, hissetme ve çözümleme fonksiyonlarını da ‘baş’a havale ediyorlar. Baş, yönetici ya da devlet, bu insanlar adına ‘ben’ fonksiyonlarını yerine getiriyor. Bu metafor içselleştirilince katı bir inanca dönüşüyor adeta. Birçok inançta ve inananlarında görülen bir olgu ortaya çıkıyor: bilgiye gerek duymamak ve sorgulamamak. Durum buralara varınca, anlatılan bilgi, veri ve istatistikler kuşku doğurduğundan, kuşku katı inançlı insanlar için bir tehdit oluşturduğundan ve yine kuşku kaosla eşdeğer görüldüğünden dolayı inanç daha katı ve körü körüne bir hale dönüştürülüyor. Bu noktada bu katı inançlı insanlarla aradaki ortak dil kayboluyor. Zaten bizim sosyalleşmemizde sıklıkla inancı bilgiye tercih etme eğilimimiz var. Bu da katı inançlı olmaya yatkınlık demek.
Dil üzerine çalışmalar yapan Alman düşünür Ludwig Wittgenstein, bir insanın dünyasının/evreninin sınırlarının aslında dilinin sınırları olduğunu yazar. Toplumu ‘vücut’ ve ‘aile’ olarak kurgulayan zihniyet aslında toplum ve grup gibi karmaşık yapıları böyle tanımlayarak onları dar bir alana hapsediyor. Bu oluşturulan dil çok dar; darlık insanın kendini kafasız olarak görmesi, kafasının yerine bir dış kafayı koyması.
PADİŞAHIM ÇOK YAŞA
Wittgenstein’ın “özel dil” kavramının işimize yarayacağını düşünüyorum. Wittgenstein özel dil ile bir insanın kendi konuştuğu, kendi anladığı dili kastediyor. Aslında şizofrenik bir durum. Anlayanı konuşanın kendisi olan ve yalnızca kendi kendine konuşmak için geliştirilen bir dil. Kendisiyle konuşan bir şizofreni anlamakta zorlanmamız bu nedenledir; o kendi kendine konuşur ve konuştuğunu en iyi o anlar. İşte bu ‘özel dil’ olgusunu gruplara da uygulayabiliriz.
Bu ülkede ortak ahlakın, ortak dilin ve ortak değerlerin olmaması durumu bununla ilgili. Biz’i kutsal sayan ve ötekini de düşman kabul eden grup kendi hırsızlıklarını, yalanlarını, iftiralarını suç, ayıp ve günah görmüyor. Kendi arlarındaki bu özel dil üzerinden öteki’yle diyalog kurmak da imkansızlaşıyor. Bu durumda ötekinin dili de özel dile dönüşüyor… Yaşadığımız ve ortak etik değerlerimizin olmaması bu durumla ilgili. Birileri ülkenin malını ortak ve kamusal olarak görürken diğerleri de bu mal ötekinin/düşmanın malı gibi, yani ganimet gibi görüyor..
Liderin yokluğunu sıradan insanlar bir başsızlık ve kafasızlık olarak kurguluyor. Kendi kafalarını sadece gündelik işlerini organize etmek için kullanan bu insanlar dış kafanın gördüğü ve duyduğuyla yetiniyorlar. Simitçilik yapsa belki de bir kafası olduğunu anlayacak. Bu insanlara bu ülkede olanları anlatmak da, yaşanan zulümleri görmelerini ve duymalarını beklemek de anlamsızlaşıyor. Kendilerini birer vücut gibi gören grup üyeleri kendilerini birer birey ve yetkin kişiler olarak algılamıyor ve kurgulamıyorlar. Kendi bireysel sınırlarını yok sayarak sadece gruba eklemlenen ve onunla bütünleşenler, daha çok ‘kitle’ oluyorlar. Böyle olunca durum şizofrenik bir boyut kazanıyor, ama aynı zamanda büyük bir kolaylık, kolaya kaçma bu. Yaşadığımız hayattaki en sıradan konular aslında birçok açıdan karmaşık. İşte bu şizofrenik durum bu karmaşık olaylara en basit çözümleri önererek insana rahatlık ve kolaylık sunuyor. Bu yüzden bazı insanlar kitle olmayı, kitle halinde hareket etmeyi ve kendine bir baş/lider seçmeyi, çok daha zor olan kişi ve birey olmaya tercih ediyorlar.
Sıradan olaylar bile çok karışık ve bu durum insanı çok yoruyor. Amazon’da kesilen ağaçların, Kuzey Afrika’daki bir fırtınanın ya da Yunanistan’da batan bir bankanın Hintli bir köylüye etkisi var. Commerzbank uzmanları hesaplamışlar: ABD’deki ekonomik krizin yeryüzündeki her insana yansıması 2.500 dolarmış. Yani ABD’nin haritadaki yerini bulamayan Sudanlı bir çocuk da bu parayı ödemek zorunda. Yunan adalarındaki mesele neymiş, Lozan’da ne olmuş, uzaya yolculuk kaç paraymış, araba kaç litre benzin yakarmış... Hayat karmaşıklaşınca ve çok soru üretince insan en kolay anlaşılan açıklamalar ve en basite indirgenmiş bir dünya istiyor. Irkçılık gibi, bilgi değil de inanç üzerinden kavrama eğilimleri bu nedenle bir gereksinim olabiliyor.
Aldığınız aleti çalıştırmak için bir kitapçık, marul yetiştirmeye ilişkin binlerce internet yazısı ve onlarca kitap var. Ekonominin kavramları yüzlerce kitapla onlarca dilde yazılmış; bu kavramları anlamaya ömür yetmez. Psikoloji kendi içinde onlarca bölüme ayrılmış. Tıp aynı biçimde; biri burun, diğeri kalp, bir başkası mide doktoru. Mide doktorları bile hastalıklar üzerinden uzmanlıklarını ayrıntılandırmışlar... Dünya karmaşık ve beynimizin alamayacağı kadar çok bilgiyle dolu; dünya yorucu bir yer.
APTALLIK KARMAŞIK OLANI BASİTLEŞTİRMEKTİR
Dış kafaya bütün bu işleri havale etmek çok ayartıcı aslında. Aptallık gibi görünen şey bir anlamda hayatı çok basite indirgeme eğilimi, yani bir savunma mekanizması bu bağlamda. Özgüven ve özdeğer duygusunu ötekinin aptallığı üzerinden güvenceye alan toplumlarda aptallığa zorlanırsınız da. Aptallığın karşısında uyanıklık ve zeka vardır. Ne kadar uyanık olursanız ötekini de o kadar aptallığa zorlarsınız. Bu kontekste her gün defalarca bir durumda aptal diğer surumda uyanık olabiliyorsunuz. Pazarda çürük meyve alarak içine düşürüldüğünüz aptallık başka bir alanda başkalarını aptal duruma düşürerek uyanıklığa dönüşebilir. Ne kadar aptallık o kadar uyanıklık gibi… Aptallığın bu kadar değerli olduğu bir toplumda aptallığın karşısına uyanıklık konuyor...
Bu tür toplumlarda uyanıkların veya kendini uyanık sananların sayısında artış oluyor. Uyanıklık aynı zamanda zekilik olarak algılanıyor. Bu anlamda zeki ve bu zeki insanların aynı zamanda aptal olduğu bir durum ve bu insanlardan oluşan bir topluluk söz konusu… Zekâ konusunda temel bir yanlış daha var. Zekâ ölçümünde çeşitli alanlara bakılır. Bizim zeki bildiğimiz insanların belirli konularda zekâları gelişmiş ama başka belirli konularda gelişmemiştir. Uyanık diye bildiğimiz bu insanlar kısmi zekaya sahip, sadece bazı konularda (mesela ticaret, insan kandırma) becerikli insanlardır.
ÖZGÜRLÜGÜN SORUNLARI
Önceleri hayat tek düzeymiş. (Bugünden bakınca biz öyle olduğunu kurguluyoruz; yani bu da bazı verilerden yola çıkarak oluşturduğumuz bir kurgu.) İnsanlar sabah horoz sesiyle uyanır işlerine bakarmış. Bu işler, babalarından öğrendikleri, dedelerinin de yaptığı işlermiş. Dedelerinin dedesi de aynı işleri yapmışlar. Bunlar kolay öğrenilir, öğrenildikten sonra da üstlerine yeni bilgiler eklemek gerekmezmiş. Ne giyeceğim ve ne yiyeceğim derdi de pek yokmuş. Gecelikleriyle gündüzlükleri, kışlıklarıyla yazlıkları aynıymış. Evrenleri yaşadıkları köy ve arada bir uğradıkları kasabaymış. Bu durumda bazı insanlar çok zeki olsalar da kısmi zeka hayatı sürdürmek için yeterliymiş. Sonra değişim başlamış ve giderek hızlanmış.
Bu süreç insanı her gün onlarca, hatta yüzlerce kararlar vermeye zorlamış. Karar vermek ve seçmek özgürleşmek, ama aynı zamanda seçmediklerimizle de vedalaşmak anlamına gelmiş. Yarın kaçta uyanayım, zil çalınca biraz daha mı uyusam, yüzümü hemen mi yıkasam biraz sonra mı, yoksa duş mu alsam, banyo yapmaya zamanım var mı, bugün ne giysem, hafif makyaj yeter mi, işe nasıl gitsem? Karar vermek, karar vermek... Bu kararları hafifletmek için alışkanlıklar, rutinler, ritüeller ve otomatikleşmeler gelişiyor. Onlarca yıl önce mühendis sadece okulunu bitirmiş bir mühendisken, şimdiki mühendis sürekli öğrenmek zorunda.
Bunun bir diğer hiçbir anlamı da tamamlanmış bir eğitim yok ve herkes ömür boyu öğrenci. 90 Yaşındaki amca da yıllardır bankamatikten para çekmeyi, online alışverişi öğrenmek, yani acemi olmak zorunda. Yabancı dilini geliştirecek, bilgisayar programlarının yeni işlevlerini bilecek, ekonomiden anlayıp gelir gider dengelerine sürekli dikkat edecek, domatesin iyisinden, ulaşımın hızlı olanından, giysinin kalitesinden anlayacak...
Tanrılar, doğru yolu gösteriyor. Kulun görevi hak yolundan yürümek, sağa sola bakmamak, kutsala uymak, günahtan kaçınmak ve böylece tanrının ve kutsalın düzenine uymak ve böylece dünyayı basitleştirmek... Sonra hayatın karmaşıklığı, yaşadığımız çağın yeni sorular, sorunlar ve kolaylıklar üretmesine kutsalda yanıtlar aramak, bizi yönlendirecek yeni bir ‘baş’a gereksinimi artırdı. Uzayda namaz kılanın kıblesi dünya mıdır? Binlerce yeni soru ve yetiştirilemeyen cevaplar... Dış güçler, teröristler, başörtülü bacılar... “Padişahım çok yaşa!” İnançlar hayatı kolaylaştırıyor. ‘Baş’ın doğru yapacağına inanırsanız vicdana bile gerek kalmıyor. “Führer öyle istemişse mutlaka vicdanlıdır ve haklıdır; inancımıza uygundur.” Olaylar sıralayıp vicdana seslenmenin adresi yok. Bu hikâye ortada ve sahipsiz kalıyor. “Tutuklananlar, zulme uğrayanlar mutlaka hak etmişlerdir… Bunlar zaten teröristtir… Terörist pisliktir; temizlemek gerek… Terörist vücuda (aynı metafor) mikroptur; savaşmak ve yok etmek gerekir… Terörist çocuk katilidir… Terörist vicdansızdır… Teröristle vicdansız bir şekilde savaşmak ve yok etmek gerekir… Terörist dediğimizi terörde sollamak da sorgulanmamalıdır…”
‘Terörist’, önceleri elinde uzun namlulu silahlarla dağda yaşayan yabani insanları ifade ederdi. Ürkütücülerdi. “Teröristler” genç insanlardı, kente indiler, üniversitelerde örgütlendiler. Eli kalemliler, cübbeliler, elinde neşter olanlar... Akademisyenler, hocalar da bir anda “terörist” oldular. Terörist olma potansiyelinin herkeste bulunması(!) ve herkesin teröristlikle suçlanması tehdidi, teröristten korkuyu terörist olma (terörist olarak adlandırılma) korkusuna çevirdi. ‘Mikrop’ olmamak ya da öyle görülmemek için mikropla savaşmak ya da mikropla mücadeleye sessiz kalmak, pislikler temizlenirken hijyen sunumları yapmak erdem sayıldı. Bunlar olurken rasyonalite ve vicdan yoktu. Bunlar ekstern birilerine ihalesiz bırakılmıştı... Ve bu birileri sorumluluğu bir belirsize, bilinmeyene (dış güçler, hainler, teröristler) havale diyor ve suçtan ve sorumluluktan steril hale geliyordu. Arlanma üzerinden oluşturulabilen ahlak utanma olmayınca işlevsizleşiyordu. İnsanların zombileşmesi karşısında vicdan ve arlanma çağrılarının anlamı yok…
KOLEKTİF APTALLIK VE NAZİLER
Aptallık geçmişte de ilgi çeken bir konu olmuş ama aptallık konusunda düşünceleriyle ilgi çeken birinden söz edeyim: Dietrich Bohnoeffer. Bir din adamı insanların nasıl Nazi olduğunu anlamaya çalışırken ‘aptallık’la karşılaşmış. Toplama kampında Hitler'in emriyle öldürülmüş. Çoğumuz böylesine akıllı birinin kendisini koruyamamasını aptallık olarak görebiliriz. Bazı hayatlar trajedidir ve bu hayatı yaşayan başına gelecekleri bilmesine rağmen bundan kaçınmaz...
Bohnoeffer aptallığı kötülükten daha tehlikeli bulur, çünkü aptallığa karşı insan savunmasızdır. Kötü’ye karşı konumlanır ve önlem alabilirsiniz, mücadele eder, protesto örgütleyebilirsiniz. Aptallığı tehlikeli yapan savunmasızlıktır. Aptallık kötülük ve dolayısıyla da tehlikeli olarak deşifre edilemediğinden insanı savunmasız yapar. Aptallık saflık, naiflik ve masumiyet maskesinden ötürü kuşku uyandırmaz ve tehlike olarak görünmez. Aptallığı en tehlikeli yapan şey ise çok hızlı örgütlenebilmesidir. Düşünmek zaman alır, düşünme ikna, gerekçelendirmeye gerek duyar. Aptallık bilgiye gerek duymaz çünkü aptallık inanç üzerinden organize olur. Bunun bir başka anlamı, aptallarla konuşurken bilgi ve belgelerin anlamsız oluğunu fark edersiniz ve bu insanlarla tartışmalarda bir kişiyle konuşmaktan çok sloganlara, basma kalıp laflarla karşılaşırsınız. Amacı onaylanmaktır...
Aptallar inandıklarının doğru, mutlak doğru olduğundan çok emindirler ve eleştirel düşünceye kapalıdırlar. Bu durum zulme onaya, zulmü, hırsızlığı, arsızlığı, talanı savunmaya götürür. Güçle aptallık arasında yoğun bir ilişki vardı. Gücün çoğalması o güce tapan aptal sayısını ve inanma yoğunluğunu artırır. Aptallar iradesini idareciye, güce teslim eder. Bohnoeffer aptallığı zekayla ilişkilendirmez. Ona göre zeki ve entelektüeller de aptal olabilirler. Aptallık zekâ değil de ahlakla ilişkili olduğundan akıllı insanlar da aptal olabilir. Burada bilgili, zeki Nazi yöneticilerin neden aptal olduklarını ahlaksız olmalarıyla açıklar.
Aptalların bilgi, belgelerle ve argümanlarla ikna edilemeyeceğini dışsal bir rahatlama (sistem ve düzen değişikliğinin) içsel bir özgürlüğü yaratacağını söyler. Yani aptallıktan kurtulmanın yolunun sisteme yönelik olması gerektiğini savunur. Sözünü ettiğim kolektif aptallık genetik ya da doğuştan değildir. Öğrenilmiş çaresizlik gibidir. Öğrenilmiş ve iktidarla/güçle ilişkide oluşur. Kısacası aptalı ikna edemezsiniz, aptallığı doğuran inanç sistemi, düzeni değiştirebilir ve böylece aptallığın oluşmasını engelleyebilirsiniz.
Nazizmi, faşizmi aptallıkla açıklamak çok anlamsızdır, ama kitle psikolojisinde aptallığa bir meyil var. Her şeyi basite indirmek. Ve aptallık hızlıca örgütleniyor. İşte bu faşizmin, popülizmin iştahını kabartıyor. Nazi Almanya'sında 2. Dünya Savaşı sonrası Almanlar hayatlarına devam ettiler. Suçsuzlardı, masumlardı, kandırılmışlardı, habersizlerdi... 1915, 6/7 Eylül, Madımak, Maraş, Kürtler, Kürtler... Hayat devam ediyor... İşte aptallık zulmün sonunda da böyle bir avantaj sağlayabiliyor. Ayartılmak, kandırılmak zulümde bile suç değil!
KÖTÜLÜĞÜN SIRADANLIĞI
İnsanlar özdeğer duygularını ‘iyi insan olmak’ ya da insan olmak fikri üzerinden stabilize edebilirler. Hannah Arendt’in Eichmann’da gözlediği, çeşitli insanlık suçu işleyen Nazilerin bile kendi içlerinde ‘iyi insan’ oldukları fikri vardı. Zaten zulmü de işlerinin gereği ve düzene bağlılıklarından dolayı yapıyorlardı. Kötülüğün sıradanlığı böyle üretiliyor. İnsanın onurunu koruması bu anlamda çok önemlidir. İşte bu onur da insanlığın ortak değerlerine sahip olarak başarılabilir. Naziler öteki olarak tanımladıklarını insandışılaştırıyor, mikrop ve pislik olarak tanımlıyorlardı ve bu anlamda bu insanları onursuz sayıyorlardı.
Onur tanımı kültürlerden, dinlerden, milliyetlerden bağımsız her insanda var olduğu kabul edilmesi gereken en önemli değer. Bu değeri devlet, sistem birilerini terörist, Fetöcü, hain olarak adlandırarak ortadan kaldırıyor. Vatan, millet, güvenlik söylemleriyle insan onuru katliamları gerçekleştiriyor. İşte bu katliamlara sessiz kalmak aslında seyircileri de onursuzlaştırıyor. Hep birlikte onursuzlaşıyoruz... Devletin hain, terörist, Fetöcü olarak adlandırdığı insanların insan haklarını savunmak kimseyi hain, terörist yapmaz... Sadece onurlu bir insan yapar, çünkü onur başkasının onurunu koruyup kolladıkça onur olabiliyor... Onur bireyseldir ve her insanda vardır ama başkalarıyla paylaşılabildiği oranda yaşam ve anlam bulur.
Aptallık bir savunma mekanizması olarak kullanılabilir ama onursuzluk bir savunma mekanizması olamaz çünkü sembolik yok olma ve ölüm demektir. Savunma mekanizmaları insanı var ederken, savunurken onursuzluk sembolik yok olmaktır... Tüm kültürlerin ortak değerlerinin ortadan kaldırılmasıyla oluşan şizofrenik bir durum. İnsanların farklı inançları, dilleri ve kültürleri olmasına rağmen bazı değerleri aynıydı. Ölüye saygı mesela. Ölenin ardından her kültürün farklı cenaze ritüelleri oluşturması ve toplumun bu ritüellere saygı duyması… İnsanlığın yaşadığı en kirli mücadele biçimi olan savaşta bile taraflar ölüye saygıyı unutmamaya özen göstererek minimal insan kalabilme iradesini ayakta tutmaya çaba gösterirler. Toplumumuzda yaşanan bölünme ve kutuplaşmada ortak değerlerin olmaması aidiyetlerimizi çok farklı yerlere çekti. Dinsel, etnik aidiyetler üretilen kutuplaştırmalarla çözüldü. Yok olmaya, çözülmeye karşı geliştirilen refleks ise bitene kadar karşılıklı sadakat. Ölene kadar bağlı kalmak ve düzeni savunmak.
Hırsızlığın, ayıp ve suç olamadığı, hırsızlıklarla gururlanılan, hatta övülen bir dönemde yaşıyoruz. Deliliğe Övgü’yü yazana Erasmus’a saygıyla bu yazının da başlığı biraz hırsızlık.
Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.