Aydın Selcen
Biraz umutlansak mı?
Çin’de Şi, eski devlet başkanı Hu Jintao’nun kollarından tutulup, neredeyse sürüklenerek salon dışına çıkarıldığı, Komünist Parti kongresinde henüz güç gösterisi yapmış ve kendini Mao düzeyine yükseltmişti. Üstelik Çin’in soykırım eğilimli Uygur politikaları ve kitlesel izleme/gözleme yetenekleri olağanüstü hani sıkça atıf yaptığımız “Orwell 1984” niteliğinde.
Buna karşılık, COVID-19’la mücadele, “sıfır COVID-19” politikaları gerekçesiyle aşırı, boğucu, baskıcı kısıtlamaları, bitmez tükenmez karantinayı gerekçe eden Çin’de halk, görülmedik biçimde direnç göstermeye başladı.
1979’dan bu yana neredeyse yaprak kımıldamayan İran’da da Mahsa Amini’nin devlet tarafından öldürülmesi ve başörtüsü zorunluluğu üzerinden başlayan halk hareketi, rejimin toplumsal ve topyekûn reddine dönüştü. Yüzlerce ölüme, binlerce tutuklamaya, onlarca idam kararına rağmen son olarak kepenk kapatma ve genel grev çağrısı da oldukça geniş biçimde yanıt buldu.
Rusya’nın komşusu Ukrayna’yı arkaik, emperyalist ve kolonyalist işgal girişimi, her ne kadar ABD ve Britanya’nın sağlam durmasıyla olduğu izlenimi verse de, (Asya-Pasifik paydaşlar dahil geniş) “Batı” (hür dünya) tarafından birlikte, derli-toplu, kararlı duruşla karşılandı. Üstelik bu ortak tutumun yeşil dönüşümü hızlandırmak ve Çin’e bağımlılığı azaltmak gibi olumlu yan etkileri de oldu.
Kısa vadeli olumsuz çıktı olarak da enerji girdilerine dayalı küresel enflasyonun ve fakirleşmenin dayanılmazlaşmasıyla düzensiz göçün artışı kaydedilebilir. Meloni’nin İtalya’daki seçim zaferi ve benzeri yahut olası gelişmeler de bu durumla ilintilendirilebilir.
Brezilya’da Lula’nın Bolsonaro’yu burun farkıyla da olsa yenmesi; ABD’de Biden’in Kongre ara seçimlerinde (sonuçlar henüz kesinleşmese de) Senato’yu tutup, Temsilciler Meclisi’ni çok küçük farkla kaybetmesi; ayrı ayrı Ermenistan Başbakanı Paşinyan ve Kazakistan Cumhurbaşkanı Tokayev’in Putin’le aralarına mesafe koyan davranışları vb. olumlu gelişmelere eklenebilir.
YOKSA PEK UMUTLANMASAK MI?
“Biz bize benzeriz, başka kimseye de benzemeyiz”, “cehennem donsa değişmez birader” veya “duvardan ses gelir, yüce devletimden ses gelmez” dedirtecek gelişmeler de var tabii. Hem iktidara gelince “derinleşen” islâmcı-milliyetçiler, hem zaman zaman iktidardan çok devlete talip oldukları izlenimi veren keza milliyetçi muhalefet benim gibi dertli kavalların yanağını okşayıp “canım benim” demeye devam ediyor.
Özellikle konu dış politika olunca: Suriye’ye yeni harekât? Esas duruş, gözler çakmak çakmak. Kıbrıs-Yunanistan? Mavi Maval -pardon- Vatan! Palikarya şaşırma, sabrımızı taşırma. AB’ye üyelik? Emperyalizme karşı omuz omuza. ABD? Dünyada her melanetin başı Amariga!
NATO? Yoksa sen NATO’cu musun? E 70 yıldır müttefikiz, bütün kararlar istisnasız tüm üye devletlerin oydaşmasıyla alınıyor. Yani Türkiye’nin “evet” demediği hiçbir adım atamaz NATO. Pek safsın, Gladio… Ama biz NATO’ya Rus/Sovyet tehdidini savuşturmak için girmiştik, bak Putin Ukrayna’yı işgale yeltendi. NATO tahrik etmeseydi, her şey ne güzel olacaktı. Vb.
Otomat gibi: Bas düğmeye, ister pet şişede su, ister gofret çıksın. Yanıtlar hazır. Tartışmaya gerek yok, ezeli ve ebedi doğrular bellidir ve ölümlülerin haşa ayak atamayacağı mahzenlerde taşa kazılı olarak saklanırlar.
DİPLOMASİNİN DİLİ, KURALI VE AHLAKI VAR MIDIR?
Otomobil kullanmak en basit becerilerden. Otomobil kullanmayı öğrendiysek, F-1 pilotluğuna da heves edebilir miyiz? Yahut iddialı mısınız trafikte, çok değil ucundan kenarından rallilere bulaşmış bir sürücü arkadaşınıza verin direksiyonu bir gün toprak yolda, bakalım tutunacak yer arıyor musunuz marşa bastığı andan itibaren.
Dış politika aracını kim sürer? Liyakatlı bir pilot mu, yoksa o pilotu oraya oturtup, nereye ne zamanda varması gerektiğini söyleyen takım lideri mi? Varışta alkışı pilot alır da, iş konuşulacağı zaman takım liderleri karşılıklı oturmaz mı? Trafik gibi diplomasinin de kuralları var mıdır? Yahut diplomasi, yarış pistinde veya dağda, bayırda araç sürmek gibi midir? Hatta yol veya pist gibi diplomasinin üzerinde ilerlediği belirli bir düzlem var mıdır?
PİS KOKAN BİR ŞEYLER VAR
Dış politikada pek çok iş burnu tutmayı, sağlam bir mideyi gerektirebilir. Ulusal güvenlik de herhalde açık bir zihinle birlikte yürek ve ilk “bum” sesi geldiğinde çarçabuk faaliyete geçmeyen bağırsakları. Kendi kendimize söylenmeyi, afaki yakınmaları bir yana bırakırsak şu kadarını teslim etmeliyiz: Diplomasi çok hızlandı ve bir anlamda çok da daraldı, yani bir numaraların yürüttüğü bir işe dönüştü.
Böyle olunca yalnızca bizde değil genel olarak da dışişleri bakanlıkları, hariciye kançılaryaları devasa birer yazmanlığa dönüştü. Siyasal karar alıcının en yakın çevresinde olmadıkları takdirde bürokratların politika belirleme süreçlerine katkısı, girdisi asgariye indirgendi.
Bugün “ben bunu değiştireceğim” diye ortaya atılmak pek anlamlı gözükmüyor. Zamanın ruhu böyle, dünyanın gidişi bu yönde. Anlayacağınız, her şey tamamen duygusal.
Şu gözümüzün önünde oynanan Dünya Kupası’nı Katar’ın FIFA’dan nasıl (satın) aldığı açık sır. Biden seçim kampanyası sırasında “paryalaştıracağını” iddia ettiği MbS’in ayağına gitti, Suudi Arabistan ziyaret sonrasında ham petrol üretimin artırmaya yanaşmak bir yana, kısma kararı açıkladı. Yere göğe konamayan ve gerçekten liyakatinden sual olunamayacak Lavrov’un düştüğü haller? Örnekler çoğaltılabilir.
ÖYLEYSE NE YAPMALI?
Dünyanın gidişini Ankara’dan değiştirmek gerçekçi değil. Buzdolabından “liyakatlı” oyuncular bulup, takıma sokmak ve gidişi onlara bırakmak da öyle. Buna karşılık yeni bir “siyasi talimat” yazmak ve “sempati kanalını” daha etkin kullanmak ve açılacak krediyi yerinde değerlendirmek olası.
F-35’e geri dönmek yani S-400’ten kurtulmak bir zorunluluk. Hava savunma sistemi edinmek de öyle. Kızılelma’lar bugünden göklerde uçmaya başlamış ve TB3’ler TCG Anadolu ile uyumunu tamamlamış olsa da Türkiye’nin iyi pilotlara ve caydırıcı bir hava kuvvetine gereksinimi var.
Görece ucuz dış finansman ve enerji kaynakları bulmak bir diğer kaçınılmaz gereksinim. Bu gereksinimlerin geçerli olduğunu teslim edip, ardından dönüp terörle mücadele, vatanın bekası vb. gerekçeler öne sürüldüğünde bunları hemen yapay bir öncelikler hiyerarşisinin en tepesine, sorgusuz sualsiz oturtmanın anlamı yok.
Yeni yöneticinin koltuğuna oturduğunda dış ve ulusal güvenlik politikalarına ilişkin olarak derhal yapması gereken somut işler var. Dışişleri ve Milli Savunma bakanlarını, MİT ve Genelkurmay başkanlarını atamak bunların başında geliyor. Bu dört kişiye aralarındaki ast-üst, emir-komuta ilişkisinin ve onlardan beklenenin ne olduğunu açıkça söylemek de hemen ardından gereken. Liyakat ve siyasi talimat.
Sonra yeni yöneticinin dönüp dünyaya, Batı’ya, ABD ve AB’ye gerçekten yeni ve farklı olduğunu göstermesi. Ve, gerek müttefikleri gerek hasımları bıktırmaması. Onları yine “ne haliniz varsa görün” dedirtecek raddeye getirtmemesi. Ülkemizin jeostratejik önemi vazgeçilmez olabilir ama ne Ankara’dan yedi düvele nizam verilebilir ne tereyağını hem satıp hem yemek kafası ilanihaye sürdürülebilir.
Yeni yönetimin cumhuriyetimizin dış politikada kendi tarihsel organik kimlik ve yönelimiyle kavgalı olmaması umulur. Özerk dış politika saplantısının ipini koparıp göklere yükselen bir balona dönüşme şiddetinde yaşanmıyor olması beklenir. Müttefiklerle, Batılı paydaşlarla ayrıştıranların değil birleştirenlerin, karşılıklı çıkarların altının çizilmesi yararlı olur. İçeride demokratikleşmeye, Kürt Sorunu’nu çözmeye yönelik adımların, yakın çevremizde bize kendiliğinden güvenlik getirisi sağlayacağının anlaşılması dilenir.
Dünyanın içinde bulunduğu çoklu krizde (“polycrisis”) her konu birbiriyle bağımlı. Ülkemizin geleceği, gelecek seçim için de öyle. Ulusal güvenliğin askerlerin ve istihbaratçıların, dış politikanın sefirlerin, hariciyecilerin bileceği konular olduğunu iddia etmek ne bir yenilik, ne bizi çözüme yaklaştırır. Bu politikaların ekonomi, terörle mücadele vb. konulardan yalıtılması da olanaksız, mantıksız ve yararsız.
Belki sorun tam da her şeyden önce çözüm isteyip istemediğimiz üzerinde hemfikir olmamızdır. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği dosyası ve onun sonuca bağlanacağı vade iktidar açısından olduğu denli muhalefet ve özellikle Altılı Masa için işte böyle bir bıçaksırtı güven yoklaması olacak.
YANİ UMUTLANALIM MU UMUTLANMAYALIM MI?
Başlıktaki soruya dönelim: Biraz umutlansak mı? Ben kendi adıma umut yorgunuyum. Umutlanırsam düş kırıklığımın daha derin olacağını düşünüyorum. Kafamda bir ses “umudum yok, inadım var” dese, diğer ses “aferin, git bir şeref turu at, gel” diyerek onunla dalgasını geçiyor.
Sinisizm ve sarkazm çıkmaz sokaklar. Nasıl şarapların ezici çoğunluğu beş senede sirkeleşir ama yıllanıp değerlenmez, insanların büyük çoğunluğu da “yaş almaz” basbayağı yaşlanır, ekşir gider. Peyderpey, ha gayret, bu defa olacak galiba, acaba, belki diye diye dişlerimizi sıkmaya, ülser olmaya devam herhalde.
İnsanlarda 50 yaş sonrası “fişi çektim” demek için erken, “yeniden başlamak” içinse geç. Cumhuriyetimiz için yüzüncü yıl bakalım neler getirecek? Bakalım biz, yurttaşlar, halk, seçmen hangi yönü işaret edeceğiz?
Aydın Selcen: 1969’da İstanbul’da doğdu. 1988’de Saint Joseph Lisesi’ni ve 1992’de Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Aynı yıl girdiği Dışişleri Bakanlığı’nda, ikinci onyılı Irak’ta veya Irak üzerine olmak üzerine yirmi yıl çeşitli kademelerde ve büyükelçiliklerde meslek memuru olarak çalıştı. 2010’da Türkiye’nin ilk Erbil Başkonsolosu atandı. 2013’te memuriyetten istifa etti. Birbuçuk yıl Genel Enerji petrol şirketinde siyasal danışmanlık yaptı. ArtıTV, ArtıGerçek ve MedyascopeTV’de yazıyor ve yayın yapıyor. “Gözden Irakta” adlı kitabı İletişim Yayınları’ndan 2019’da çıktı. Galatasaray Kulübü üyesidir. Alaz adında bir kızı var.