Aydan Gülerce
“Birey” ne yaparsa “toplum” odur
Yarın büyük seçim günü. Hatta salt “büyük” denmesinden de anlaşılabileceği üzere, epeydir bu topluma içerden veya dışardan bakanlar gözünde önemli bir sınav günü.
Çünkü seçmenin sandığa salt Cumhuriyet rejiminde görev süresi bitmiş eski Cumhurbaşkanını ve milletin kendisini TBMM’de temsil edecek siyasi partili veya bağımsız vekillerini seçmek üzere gitmeyeceğini hemen herkes biliyor.
Oldukça uzun süredir yapılmakta olan hazırlık, seçim tarihi yaklaştıkça giderek yoğunlaşan kampanyalarla hızlandı. Hatta sertleşti. Tansiyon bugün daha da yükseldi.
BİREY Mİ, BİR REY Mİ?
Türkiye’de halk ister Miladi takvimi, ister Hicri takvimi kullansın, tüm dünya ülkeleriyle birlikte ortak tarihsel zamanında 21. yüzyıla girdi. Kaçınamadığı muhtelif küyerel (glocal) etkilerle de demokratik gelişimsel seyrinin rotası ve hızı da değişti.
Son 21 yılda da bazı bakımlardan ve kimilerine göre “ilerledi”, bazı bakımlardan ve kimilerine göre de “geriledi” malum.
Her halükarda, bugün artık devlet yönetimini ve tüm aygıtlarını tekelinde toplamış ve adeta yapışmış olduğu koltuğunu kolay kolay bırakmak istemeyen bir iktidar ve müttefikleri söz konusu.
MUHTELİF POST’LAR VE SİYASET
Seçimin sonucunu hep birlikte çok yakında göreceğiz.
Fakat muhalefette önemsiz gibi duran 3. adayının hem çıkışının ve hem de seçime 3 gün kala çekilişinin simgesel olarak temsil ettiği ve birbirleriyle iç içe geçmiş bazı temel toplumsal meseleleri göz ardı edemeyiz. Dolayısıyla da bu yazıda milletin, yani toplumsal muhalefetin dikkatini biraz da onlara çekebilmek isterim.
Bir tanesi, zaten muhalefetin iktidar eleştirilerinde öncelikli sırada yer etmiş ve kendini hep dezavantajlı mağdur hissettirmiş “algı operasyonları” meselesi.
Hızla gelişen neoliberal yayılmacı ve bulaşıcı post-modern dijital iletişim teknolojilerinin bilinçli/bilinçsiz kullanımları ile küresel “hakikat-ötesi” (post-truth) çağda oluşumuz.
Burada tek değişen eskiden beri iktidar elde etmek ve sürdürmek amaçlı güç teknolojilerinin sadece “yumuşamış” olması. Yani devletlerin ister dışarıya karşı ister içeride yönettikleri yurttaşlarına karşı kullandıkları konvansiyonel silah veya diğer “sert güç” teknolojik aparatları yanına yeni “yumuşak güç” teknolojilerinin eklemlenmiş olması.
Elbette bunların evrensel demokratik ahlak, etik ve hukuk ilkelerine aykırı biçimlerde ve kötü amaçlarla kullanılması çok daha çetrefilli ve fakat mutlaka doğru mücadele edilmesi gereken çok önemli bir mesele.
Zaten merkeze bağlı dijitalleşmiş kayıt sistemleri, gözetle(n)me (surveillance)..toplumu olmak, “fişlenmek” ve elbette özel yaşamın ihlali, kişisel verilerin kötü/istenmeyen amaçlarla kullanımı çocukların bile tedavülündeydi.
Bu biçimsel demokrasi araçsallaştırılarak kamplaştırılmış ülkede, popülist iktidar ve yönetim biçemleri hem düz, hem de mecazi anlamda belden aşağı vurma ve şantaj yöntemleriyle, geleneksel/dinî ve modern/hukukî ahlak sınırlarını aşalı zaten çok oldu. Epeydir topluma korku salma ve endişe pompalama siyasetini benimsedi.
Muhalefet de bir yandan “içerde” bunlarla elinden geldiğince mücadele etmeye çalışıyordu. Hakikatte vuku bulmuş olguların algısal manipülasyon amaçlı aleni çarpıtmalarına karşılık olarak ancak “aklımızla alay ediliyor” denebiliyordu.
Dahası, seçim güvenliğinin, oy çuvallarının, vb. gerek sert, gerekse yumuşak güç mesajları ile tehlikede olabileceği sinyalleri veriliyordu. Bu son günlerde, demokratik muhalefet iyice güçlendi ve iktidar güç kaybetti.
Artık aşırı asimetrik sözde rekabetçi sistemde seçim için mücadele adamakıllı zıvanadan çıktı. İktidar bileşenleri “aba altından” bile değil artık, üstünden, örneğin bir “yumuşak” teknoloji uygulaması ve son teknoloji aygıtlar gösterilerek özel yaşamı ihlal amaçlı kullanılabilir, her an “sertleşebilir” diye güç ve gövde gösterisi yapılabiliyor.
Deepfake ve diğer uygulamaların kötücül kullanımları ile seçim posterleri, videolar ile manipülasyonlar ayyuka çıktı. Nitekim 3. adayın seçime 3 gün kala çekilmesi de bir montaj porno kasetinin yaygınlaştırılmasını izledi.
Dün de Kılıçdaroğlu “dışarıya” sert bir uyarı mesajı verdi. Bazı kanıt belgelere dayandırarak, Trump zamanı ABD seçimlerine müdahalesi ile dünyada da tartışılmış Rusya devletine seslendi.
Her halükarda, farklı yönlerden ve türlerdeki gerilim iktidarca ve ısrarla tırmandırıldıkça tırmandırılıyor.
Demokrasi, özgürlük, eşit yurttaşlık ve haysiyetli bir yaşam için değişim isteyen ilerlemecilerin önüne bu kez de yeni yeni “endişe yemleri” atılıyor.
Sosyal medyada kah masum, kah şeytanî görünebilecek “çift-taraflı sinyaller” ile iktidarın bir “post-post-modern darbe” peşinde olup olmadığı söylentileri dolaştırılıyor.
Kısacası, zaten ”şizofrenik yarılmış” toplumda müthiş bir evham ve paranoya adeta damardan şırınga ediliyor. Halkın kim “kuzu gibi masum” dost, kim “kuzu postuna bürünmüş kurt” düşman diye ayırt edebilmesi güçleştiriliyor. Kasıtlı/kasıtsız, bilinçli/bilinçsiz olarak kaotik ve tekinsiz bir şüpheci karanlık ortamı yaratılıyor.
Yani test edilmekte olan salt insanların “ya demokrasi, ya da otokrasi” tercihi değil. Salt siyasi zekası da değil; aynı zamanda da akıl ve ruh sağlığı.
Her halükarda, Pazar günü Türkiye’de insanlar şu “insan-ötesi” (post-human) arifesindeki dünyanın gözü önünde, tam anlamıyla önemli bir demokrasi sınavı verecekler.
Artık yorucu, yaralı bereli ve hastalıklı bir sürecin “yüzülüp yüzülüp kuyruğuna” gelindi. Bu da nitekim yazımın da ana konusunu teşkil eden başka bir “post” meseleye getiriyor beni. Zaten bu deyişte bile gizil olarak var o.
BİREY VE TOPLUM
Öyle ya, bu mecazda kuyruğuna gelinen, yüzülen somut şey bir koyun veya kuzu postu. Tüm gözler seçim sandığına “kuş mu, civciv mi” çıkacak gibi bir merakla dikilmiş beklenmekteyken, biz de hem hızlı bir hatırlama yapalım. Hem de yüzülen postun altından ne çıkacak, tıpış tıpış sandığa giden, önüne her konan yemi yiyen bir kuzu mu, bir bakalım.
Çünkü “demokrasi” asla salt sandıkla gelmez. Elbette demokratik yapıldığına inanmak durumunda olduğumuz seçimlerle gelmiş ve sürdürülmüş iktidar, yine seçimle gidecek. Yani tabii ki “sandıkla gelecek Kemal” bir aklı evvel iktidar yandaşının buyurduğu ve geçmediği takdirde tatmin olmayacağı meşruiyet yüzdesini kast etmiyorum.
Çünkü, ister Cumhuriyet toplumunun başına (“üstten” ve/ya “dışarıdan”) taç, ister ampul, isterse kuş gibi kondurulmuş olsun, “demokrasi” ile temsil edilmek istenenlerin hakikatteki karşılıkları pek değişmez.
Zira “demokrasi” öncelikle bir ortak kültür, yaşam biçimi ve kamusal/özel alandaki gündelik pratiklerde sorumluluk paylaşma işidir. Tabii bu da demokratik birey yurttaş yetiştirmeyi ve desteklemeyi becerebilmek demektir.
Açıkçası, Cumhuriyet’in asırlık geçmişinden geriye uzanan siyasi kültürel köklerinde mevcut tebaa zihniyeti, rejim ve ulus-devlet görünürde modern bir biçime bürünmüşse de, öncelikle halka yekpare bir popülasyon muamelesi yapılmasından kurtulmadan gelişemez.
Dahası o kitleye de “koyun sürüsü” gözüyle bakan son derece aşağılayıcı, seçkinci, ırkçı ve açık/örtük faşizan şiddet yönelimli popülist siyaset gelmiş geçmiş askeri/sivil eril baskıcı yönetimlerce pekiştirilmiş ve içselleştirilmiş durumda.
Gerek siyasetçinin, gerekse kendi gözünde “birey=bir rey” anlamını değiştiremedikçe, demokrasi bu sandıktan da çıkmaz. İnsanlar evrensel insan veya anayasal haklarını ezberlemekle özgürleşemez.
Zaten en ilerici geçinen siyasi ve toplumsal analizler bile “birey” önyargılı ve “homofobik”. Hala” birey”, “bireycilik”, “bireyselleşme”, “bireyleşme” ve “bireysel ayrışarak kolektif bütüncülleşme” kavramlarının tam anlamda ayırdında değil. Daha da önemlisi, siyasi yönetimler bunları toplumsal siyasalarında ve dinamik pratiklerinde kullanabilir yetkinlikte değil.
Fakat ne iyi ki, acil revizyonlarla 21. Yüzyılın eleştirel düşünsel evrenini yakalaması gereken tüm bu kategorik söylemler ve toplumsal eylemler temsil ettikleri yerel gerçekliklerin oldukça gerisinde kaldı.
Ne kadar “koyun”, “ahmak” veya “bebek” yerine konulmuş olursa olsunlar, tüm o aşağılanmış, dışlanmış, susturulmuş, yok sayılmış, ötekileştirilmiş veya marjinalleştirilmiş insanlar, öncelikle de gençler ve kadınlar son 21 yılda giderek daha kısıtlayıcı, kapatıcı ve yobaz bir hal almış mevcut kötü düzene ve iktidar rejimine direnecek.
Yani önce demokratik değişim arzulu, kararlı ve imanlı bu bireyler kendi özgür iradelerini birer birer reyleri ile, sükunet içinde sandığa taşıyacak.
Sonra da, başta entelektüel olmak üzere her türlü sermayesi farklı hızlarda ne kadar eritilmiş ve çarçur edilmiş olursa olsun, tüm bireyler hızla toparlanacak. Ve umulmadık ve beklenmedik bir kolektif dayanışma ile toplumu da dönüştürecek.
Türkiye tüm dünya sahnesinde tarihi bir sıçrama sergileyerek bir kez daha örnek teşkil edecek.
Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazdı.