Birinin mutluluğu diğerinin rüyasıyla buluşunca: 'Aç Koynunu Ben Geldim'

"Aşk, asla sahip olmamayı istemekten, kaybetmekten de bulmaktan da haz alabilmekten başka ne olabilirdi ki?” Ya da birinin mutluluğu diğerinin rüyasıyla buluşuyorsa, bu aşk değil de nedir ki?

Aşk için ne gerekir? “Bir hançer ustası, iki hançer ve bir tutam göksel müdahale elbette”. Ve hançerlerin aşk yolunda sahiplerini bulması, Mutlu ile Rüya’nın mutlu rüyasının gerçekleşmesi. Peki aşk, gerçekten de mutlu bir rüya mıdır? Aslı Tohumcu’nun yeni romanı “Aç Koynunu Ben Geldim” bu sorunun cevabını aramıyor, nasıl bir aşk, nasıl bir ilişki olmalı meselesine götürüyor bizi.

Okurunu hep sert, karanlık metinlerle buluşturan Tohumcu’nun mutlu rüya imgesiyle aşk üzerine düşünmeye çağırması, hem kendini hem okuru bunca sert bir yaşamın içinde aşka davet etmesi, sevgisiz kalmamızla ilgili olabilir. Belki bu karanlık çağın müsebbibi, sevmeyenin, en çok da Özdemir Asaf’ın dediği gibi “sevilmeyenin görüntüsüdür”, kim bilir.

Oysa aynı demirden dövülmüş, birinin sapına toprak diğerine ateş işlenmiş hançerler bizi götürebilir aşka. Tohumcu tam da bunu yapıyor. Öldürücü bir alet olan hançer bu romanda kötü emelleri olana, hançerleri ele geçirmek isteyen aç gözlülere türlü bela, gerçek sahiplerine ulaştığında ise aşk sunuyor.

Hançer metaforunun temelinde aşka ulaşmak olsa da insani olan birçok değerin de simgesi haline de dönüşüyor. İki hançerin elden ele dolaşması, yıllar sonra sahiplerine ulaşması, aslında Mutlu ve Rüya’nın yolculuğuna tanıklık ettiriyor okuru. Eğer yolculuk, yola çıkmak bir öğrenme biçimiyse, bu, yeni varışları, düşünmeyi, birçok oluşu gerçekleştirmeyi, değişimi, öteki aracılığıyla kendini tanımayı ve bir dönüşümü barındırır içinde. Ama biz hikâyenin en başına dönelim. Çünkü anlatılacak çok şey var daha…

Aslı Tohumcu kökleri Bursa’da atılan hikâyesine, Kançıkarmaz Mehmet Usta’nın rüyasında gördüğü hançerleri, aşka yol açacağından habersiz bir şekilde, dükkanında dövmesiyle başlıyor. Hançerlere bütün tutkusunu, ustalığını ve uykusuz gecelerini veren Kançıkarmaz Mehmet Usta’nın rüyası gerçekleşir gerçekleşmesine ama; karısı Feraye’nin arzusunu, “efendisinin kendi gibi heybetli çekicinin hasretini çektiğini” anlayamaz. Feraye’nin işten başka şey düşünmeyen kocasını tekrar yatağa döndürmek için yaptığı büyü ters tepecek, Rabbimizi kızdıracak, dükkânda kuvvetli bir mavi ışık parlayacak, Feraye Hanım korkuyla eve topuklayacak, bu esnada, eşzamanlı olarak hançerin biri ustadan habersiz satılacak, diğeri çalınacaktır. İşte ondan sonra her şey çığırından çıkar, birbirinden ayrı düşen hançerler, aynı kutuda buluşana dek birçok olaya sebep olurlar. Sapına toprak işlemeli hançer, sapına ateş işlemeli hançerin peşine düşer. Bu iki hançer, birbirlerine kavuşmak uğruna hangi acayip, ahlâksız ya da arsız yollardan geçmeleri gerekirse geçecektir. Üstelik “yüce Rabbimiz Feraye Hanım’ın kocasına olan niyetini yani şehveti ve muhabbeti bu iki hançere yerleştirmiş, böylece bambaşka bir yol çizilmiştir hançerlere”. “Yüce Rabbimiz”in arzusu, Mutlu ve Rüya’ya aşk için hediye edilen hançerlerin önce tek tek sahiplerini bulması, sonra da çiftin birbirine kavuşmasıdır.

Dolayısıyla, aşka kavuşmak ve vuslata ermek meselesi, “yolda olma” kavramıyla birlikte ele alınır. Mutlu ve Rüya’nın ayrı ayrı yaptıkları yolculuklar zorlu ve engebelidir. Birbirlerine kavuşana kadar geçen süreçte, ikisi de birçok insan tanır, akıl almaz maceralar yaşarlar. Mesela Mutlu toprak işlemeli hançer kendisini bulmadan, daha onu hançere götüren yollardan geçmeye başlamadan önce haritalara meftun olmuştur bile. Hocası Şinasi Bey’den öğrenmiştir bu sanatı. İstanbul’un hem modern hem eski haritalarını çıkarmış hem de o haritalardaki sokakları tavaf etmiş, İstanbul’un yeraltı geçitlerini bile keşfetmiştir. Mutlu evi terk eden annesini aramak için çıktığı yolda, annesinin evde bıraktığı Sait Faik kitabı sayesinde hikâyeciliğin ve Burgazada’nın, Çavdar Tarlasında Çocuklar adlı kitabın arasında bulduğu rakı etiketinden hareketle Kırklareli’nin, Odyssea kopyası sayesinde Çanakkale’nin Olimpos Dağlarına kadar olan bölgesinin haritasını çıkarır. Bununla da kalmaz, daha birçok şehre, ülkeye gider, Avrupa’nın haritasını çıkarır ve nihayetinde eşleştiği toprak işlemeli hançerin gömüldüğü yer olan Yunan illerine ulaşır. Hançerin el değiştire değiştire Bursa’dan Yunan illerindeki Şeytan Adası’na olan yolculuğu, Mutlu’nun onu bulması ve bu süreçte ona eşlik eden birçok edebiyat eseri, karşılaştığı insanlar roman boyunca aktarılır. İlk başta annesini bulmak için çıkılan yolculuk, özünde kendini bulmaya, sonrasında da Rüya’sına kavuşma arzusuna dönüşür ve bütünleşme, tamamlanma isteğiyle pekişir.

DÜNYEVİ OLANLA UHREVİ OLANIN BULUŞMASI

Bu yolculuk, zaman zaman absürt olanla karşılaşmamıza da yol açar. Mesela romanın akışında, hiç beklemediğimiz bir anda Mutlu’yu papazlık yaparken bulmamız, Tohumcu’nun vermek istediği o tuhaf, ama büyülü atmosferi yaratıyor. Normal şartlarda bunu bir yabancılaştırma olarak görebiliriz ama öyle bir etki yaratmıyor. Bu romanda Tohumcu, daha baştan her şey olabilir, her şey karşınıza çıkabilir duygusunu veriyor okura. Gerçek olanla absürt olan arasındaki çizgiyi kaldırıyor. Tıpkı biz ölümlülerin, hayatın olağan akışı içinde, bazen kendilerini asla gerçek olamaz gibi görünen durumların içinde bulabilmeleri gibi.

Sadece Mutlu’nun değil, Rüya’nın yolculuğu da benzer absürtlüklerle doludur. Tüm bu anlatıda, Mutlu ve Rüya’nın başlarına gelen tuhaflıkları olağan karşılamasında, aynı etkinin okura da geçmesinde, romanda kurulan yapının ve dilin etkisi var. Dünyevi olanla uhrevi olanın kucaklaşması ve masalsı anlatım, sizi zaten başka bir dünyanın içine çekiyor.

Bu noktada, Rüya’nın hikâyesine de değinmek gerek. Rüya doğar doğmaz, annesi tarafından bir gazete kağıdına sarılmış ve Bursa’daki Pınarbaşı Mezarlığı’nda ölüme terk edilmiştir. Aynı mezarlıkta kendine bir aile, bir yuva bulur. Ateş saplı hançerin mezarda yatan Cavidan’ın koynuna nasıl girdiği ayrı bir hikâye ama Rüya’nın, koynunda hançeri saklayan Cavidan’la buluşması kuşkusuz yüce Rabbin takdiri. Rüya, Cavidan adlı kadının mezarında ve Mürşide adlı karganın gözetiminde ceviz ağacının dibinde büyümüştür. Türlü olaylara şahit olmuştur ruhlar aleminde. Burada da, bir anne kavramının kendini hatırlattığını söylemek gerek. Hem Mutlu’nun annesi hem de Rüya’nın annesi onları terk etmiştir. Aslında ikisi de çocuklarını istemeden bırakmıştır. Rüya’nın annesi amcaoğlu tarafından tecavüze uğramış, tecavüzü sakladığı gibi öldürülme korkusuyla hamileliğini de saklamıştır. Bu yüzden Rüya’yı doğurur doğurmaz mezarlığa, ölüme terk etmiştir. Mutlu’nun annesi de “ben olamadım sen inşallah mutlu olursun,” diye oğlunu babasına bırakıp evden çıkmış ancak yolda pişman olup geri dönmeye kalkmış, dönüş yolunda trafik kazası geçirip ölmüştür. Ancak bu ölümden kimsenin haberi olmamış. “Ben olamadım,” cümlesi önemli elbette. Mutluluğun; olmakla, kendini oluşturmakla bağlantısı var. Annelerin, kadınların kendini oluşturmasına izin verilmediği, sürekli şiddete maruz kaldığı bu erkek dünyasında, Mutlu’nun çıktığı yolculukta bir nevi annesinin oluşunu tamamlaması, annesinden kendini yaratması, Rüya’nın annesini hiç görmediği halde mezarlıkta yatan ölü bir kadının, Cavidan’ın ona annelik yapması sayesinde kendini oluşturması, bir varoluş meselesinin altını çiziyor.

Başta da söylediğimiz gibi, yolculuk bunun bir yansıması. Rüya da büyüyüp serpildiğinde kendi yolunu çizecek, vakti geldiğinde hançerini alıp kendini Mutlu’suna götürecek olan yola çıkacaktır. Türlü olaylar yaşayacaktır bu yolda. Gerçek hayata hiç karışmamış olan Rüya’nın kendini oluşturmak için çıktığı yolculukta, bir gün iki tel arasında cambazlık yapması, başka bir gün ormanı korumak için eylemcilerin arasına katılması, uhrevi olandan dünyevi olana geçmek olarak değerlendirebilir. Daha doğrusu, uhreviyle dünyevinin kol kola yürüdüğü bir anlatı bu. Zamanın da muğlak olduğunu söylemek gerek. İleri geri sıçramalar, gerçekle düşün iç içe geçmesi sayesinde, hem buranın kapılarını açıyor bize Aslı Tohumcu hem de başka bir dünyanın. Aşka olan yaklaşımı da aynı doğrultuda. Buranın kapısı; bize dayatılan, başka kapı da; olmak istediğin! O zaman bizi nasıl bir aşkın, nasıl bir hayatın beklediği sorusunu tekrar sormak gerek. “Aşk, asla sahip olmamayı istemekten, kaybetmekten de bulmaktan da haz alabilmekten başka ne olabilirdi ki?” Ya da birinin mutluluğu diğerinin rüyasıyla buluşuyorsa, bu aşk değil de nedir ki?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Deniz Durukan Arşivi