Bu yüzyılda okur yetiştirmeyi başaracak mıyız? – II

Cumhuriyetimizin, sorunlarını çözen bir ülke haline gelebilmesi için anlama, yorumlama ve anlamlandırmaya öncelik veren bir beşeri bilimler eğitimini yeniden düşünmeliyiz. Daha farklı Türkiye için, bu yüzyılda eleştirel okurlar yetiştirmeyi başarmalıyız.

Çok sevdiğim arkadaşım Hamdi Can Tuncer’i kaybettik. Çok erken gitti, boynumuz büküldü. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki lisans eğitimimizden beri arkadaştık. Tarih Vakfı’nda editörlük yaptı. Sabancı Üniversitesi’nde birlikte çalıştık. O sonra Koç Lisesi’nde edebiyat öğretmeni oldu. Çok iyi bir okur, kaliteli bir eğitimci ve çok tatlı bir insandı. Onsuz bir dünyada yaşamanın acısını çekeceğiz. Geçen hafta başlayıp bu hafta devam eden yazımı onun anısına adıyorum. Anısı daim olsun.

Geçen hafta, İzmir’de gerçekleştirilen İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi’nde yaptığım, altbaşlığı “İnsan Sermayesinin Gelişiminde Beşerî Bilimler Eğitimi ve Eleştirel Okuryazarlığın Vazgeçilmezliği” olan konuşmanın ilk yarısını yayımlamış ve tam şu noktada kalmıştım: “Eğitim sistemimiz dilbilgisi eğitimini iyi bir biçimde verir ya da verebilir. Fakat bununla metinleri okuma, anlama, anlamlandırma ve yorumlama arasındaki ilişkiyi açıklamaz. Eğitim sistemimizin yüz yıldır, öğrettiği sentaks ya da sözdizimi ile edebiyat derslerinde giriştiği semantik, yani anlambilim kaynaklı yorum çabası arasındaki ilişkiden haberi yoktur.”

Bu noktadan devam edeyim. Hiçbir müfredat ve öğretmen öğrencilerine, “bak, bu özne-tümleç-yüklem yapısından bu cümle ortaya çıktığı gibi, aynı yöntemle edebi ve edebi olmayan metinlerin kuruluş ve işleyişine de bakabilir, bu metinlerde anlamın nasıl kurulduğunu çözümleyerek kendi yorumunu üretebilirsin” demez. Bunun yerine ne olur? Öğretmen sınıfa girer ve derse konu olan metnin ne anlama geldiğini kendisi öğrencilere açıklar. Ders kitabındaki hazırlık soruları ve diğer malzeme de, öğrenciyi yorum yapmaktan uzak tutmak için ellerinden geleni yaparlar.

BİR SÜRGÜNÜ TURİSTİK BİÇİMDE DÜŞÜNMEK

Yıllar önce bir lise edebiyat ders kitabını incelemiş ve bir gazete için bir yazı yazmıştım. Oradaki bir örneği unutamıyorum. Kendi çalışmalarımdan çok iyi bildiğim ve Türkçe kullanımı açısından gerçek bir zirve olan Refik Halit Karay’ın “Eskici” başlıklı, Sürgün Hikâyeleri kitabında yer alan bir öyküsü veriliyordu. Hatırlayacağınız üzere, bu öyküde ailesi öldüğü için Arapça konuşulan bir memleketteki halasının yanına gönderilen beş yaşındaki Hasan, Türkçe konuşamamanın acısını çeker ve şans eseri eve gelen ayakkabı tamircisinin de Türk olduğunu anlayınca ana dilini konuşma ihtiyacını onunla bir nebze giderebilir. Ana dilinin gücü ve kendisi de o yıllarda Suriye’de sürgün hayatı yaşamakta olan Karay’ın memleket hasretini verme konularında çok etkileyici bir öyküdür bu. Buna rağmen, ders kitabı bu konulara hiç girmiyor ve öğrencilere şunu soruyordu: “Hiç yabancı bir memlekette bulundunuz mu? Bilmediğiniz bir dilin konuşulduğu bir ülkede olmak nasıl bir duygu?” Karay’ın sürgünlük durumu, yazarın bir dönem Atatürk’e karşı ve sonra yakın olduğu gibi konular görünür olmuyor, ortadan kalkıyor.

İşte bu noktada, eleştirel okuryazarlık eğitmeni yönüm ile edebi kültürel tarihçi yönüm birleşecek. Edebiyatı sadece bir güzel yazı ya da kompozisyon çalışması olarak görmediğimizde ve edebi metinlerin hangi koşullarda üretilip daha sonra nasıl okunup yorumlandıklarını incelediğimizde, daha zengin bir okuma sürecine yaklaşmış oluruz. Az önce sözünü ettiğim Karay örneği bu açıdan önemli. Refik Halit Karay’ın Milli Mücadele yıllarında Ankara karşıtı bir yazar olduğunu, hatta Damat Ferit Paşa hükümetlerinde önemli görevler yüklendiğini, Milli Mücadele’nin sonunda arkadaşı Ali Kemal gibi linç edilmemek için ülkeden kaçtığını ve 1938 yılında tüm vatandaşlıktan çıkartılan 150’liklere af çıkana kadar Türkiye’ye gelemediğini konuşursak, o güzel Türkçesiyle yazdığı öykü ve romanlar okunmaz duruma gelecek zannediyoruz. Ödümüz kopuyor ve “Eskici” gibi bir öyküyü lise öğrencilerine sunarken, ilkel turizm soruları sormak zorunda kalıyoruz. Halbuki yazarın hayatı ve siyasi seçimleri edebi üretimini etkiliyor ve bunları dikkate almadan okuduğunuzda anlamı tam olarak ortaya çıkartamazsınız.

MİLLİ HİSLERE TERCÜMAN OLMAK YAHUT SAVAŞA KIŞKIRTMAK

Bir başka örnek vereceğim. Ömer Seyfettin’in “Beyaz Lale” öyküsünü hemen herkes hatırlar, çünkü edebiyat ders kitaplarında bu uzun ve insanda dehşet hisleri yaratan metinle hepimiz tanışmışızdır. “Beyaz Lale,” Balkan Savaşları’ndaki büyük hezimet hakkındadır. 1912’de Türk ordusunun yenilip çekilmesinin ardından Bulgar çetecileri ve ordusu Serez’e girer ve oradaki Müslümanları korkunç işkencelere maruz bırakarak soyar ve öldürür. Ömer Seyfettin Bulgar mezalimini en ince ayrıntısına kadar anlatmaktan geri durmaz. Öykünün sonunda işgalcilerin lideri Radko Balkanski, Serez’in en güzel kızı Lale’ye tecavüz etmeye çalışmakta, Lale namusunu korumak için intihar edince bu defa da cesede tecavüz etmektedir.

Çok ağır ve sorunlu bir metindir bu. Ayrıntıya girmek mümkün değil. Bu metin hakkında başka yerlerde yazdım. (https://t24.com.tr/k24/yazi/tarih-edebiyat,877) Bu metnin okul çocuklarına okutulması yanlış ve tehlikelidir. Herhalde Ömer Seyfettin duysa kendi de kızardı ama bir biçimde çocuk edebiyatçısı olarak lanse edildiği için, bunun gibi sorunlu pek çok metni okullarımızda okutulmaktadır.

Ne var ki, öyküdeki uzun işkence ve tecavüz sahnelerinin bunaltıcılığına rağmen, metni gerçekçi bulmayacak mıyız? Neticede Balkan Savaşları ve Bulgar mezalimi yaşanmıştır ve Ömer Seyfettin bunları anlatmaktadır. Eğer Ömer Seyfettin’in tek yola çıkış noktası bu olsaydı, evet, sorun yok derdik. Fakat önemli bir sorun vardır. Bu uzun öykü, dönemin ünlü süreli yayınlarından Donanma Mecmuası’nda tam Ağustos-Eylül 1914’te tefrika edilmektedir. Halbuki öykünün tefrika edildiği dönemde Osmanlı Bulgaristan’la sorunlarını çözmüş ve barış anlaşmasını imzalamıştı. Hatta bir sene sonra 1915’te Birinci Dünya Savaşı başladığında Bulgaristan ile müttefik de olacaktı. Öte yandan, Balkan hezimeti üzerine çok canlı ve yoğun bir edebi üretim 1912 ve 1913 yıllarında gerçekleşmiş ve 1914 yazında, Avrupa’da başlayan ve Osmanlı’nın birkaç ay sonra gireceği Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı sırada artık gündemden düşmüştü.

Ömer Seyfettin, güncelle çok yakından bağlantılı bir edebiyat üretirdi. Yani bu kadar gecikmiş bir konuyu ele alıyorsa, mutlaka bir amacı var demektir. Nitekim böyle bir amaç vardı: Ağustos’ta Avrupa’da savaşın çıkmasından Kasım’da Osmanlı’nın savaşa girişine kadarki dönemde Almanya yanlısı Osmanlı yönetimi, Ömer Seyfettin gibi kendine yakın edebiyatçılara halkı savaşa hazırlama amaçlı yayınlar yapmaları emrini vermişti. Ömer Seyfettin, “Beyaz Lale” ile tam da bunu yapıyor, halkın yabancılara dönük düşmanlık hislerini bileylemeyi hedefliyordu. Bu öyküyü halkı savaş yönünde kışkırtma özelliğine dikkat etmeden okursak, tam olarak ne olup bittiğini anlayamayız. Ömer Seyfettn burada bir savaş propagandası üretmektedir.

BİR MAHARET OLARAK SÜLEYMAN EFENDİ’DE KANUNİ’Yİ GÖREBİLMEK

Eğer cümlelerin kuruluşunu öğrettikleri gibi, benzer bir bilgi ve bakışla edebi metinleri de inceleyebileceğimiz bize söylenseydi, metinlere ve okumaya farklı bir ilgiyle yönelebilirdik. Son bir örnek vereceğim. Orhan Veli’nin “Kitabe-i Seng-i Mezar” şiirini hepiniz bilirsiniz. Burada bu eğlenceli veya ilginç şiiri bir daha görelim:

I

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada

Nasırdan çektiği kadar;

Hatta çirkin yaratıldığından bile

O kadar müteessir değildi;

Kundurası vurmadığı zamanlarda

Anmazdı ama Allah'ın adını,

Günahkâr da sayılmazdı.

Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.

II

Mesele falan değildi öyle,

To be or not to be kendisi için;

Bir akşam uyudu;

Uyanmayıverdi.

Aldılar, götürdüler.

Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.

Duysalar öldüğünü alacaklılar

Haklarını helal ederler elbet.

Alacağına gelince...

Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.

III

Tüfeğini deppoya koydular,

Esvabını başkasına verdiler.

Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,

Ne matarasında dudaklarının izi;

Öyle bir ruzigâr ki,

Kendi gitti,

İsmi bile kalmadı yadigâr.

Yalnız şu beyit kaldı,

Kahve ocağında, el yazısıyla:

"Ölüm Allah'ın emri,

"Ayrılık olmasaydı.”

Bu şiiri üniversitedeki bir edebiyat dersinde ilk kez işlediğimde, ilk binden gelen Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencileri, bana bu şiirin Baki’nin “Kanuni Mersiyesi” ile ilişkisinden söz ettiler. Bu beni çok şaşırttı, çünkü Orhan Veli’nin “Garip” dönemine ait bu şiir, özellikle gündelik olanın söz konusu edildiği sıra dışı bir şiirdi. Şiirle ilgili yerleşik anlayışın sorgulandığı bir şiir neden divan edebiyatının en şatafatlı şairlerinden Baki’nin “Kanuni Mersiyesi” ile ilişkilensindi ki? Öğrencilere bu yorum için metnin neresinden yola çıktıklarını sorduğumda, sadece şiirin başlığına işaret edebildiler. Fakat mezartaşı yazısı anlamına gelen bu ifade, sadece şiirdeki sıradanlık ve gündeliği görünür kılmak için kullanılan bir ironiydi. Şiirde bunun dışında bir Baki metinlerarasılık göndermesi de yoktu.

Öğrencilerim bunu ezberden söylüyorlardı, çünkü bu şiir onlara lisede böyle anlatılmıştı. Metinle yalnız kalıp onun hakkında düşünmemiş, kendi yorumlarını üretme çabasına girişmemişlerdi. Oysa bu metne baktığımızda, üçe bölündüğünü görüyoruz. Öncelikle neden üç parça var sorusu yanıtlanmalı. Şiirin şimdiye kadarki yorumları, bu parçalı yapıya dikkat etmeden, tüm şiirin ilk parçadaki Süleyman Efendi hakkında olduğu çıkarımını yaparlar. Halbuki bunu destekleyecek metinsel veriye sahip değiliz. İlk parçadaki Süleyman Efendi ile diğer parçalardaki kişiler aynı olmayabilir. Aynı ya da farklı oldukları konusunda bir kanıta sahip değiliz.

Fakat şiir okumayla ilgili üstbilişsel şu bilgi önemli: Şiirlerde de, kurmacada olduğu gibi bir anlatı sesi vardır. Tabii burada anlatı öncelikli olmadığı için buna şiir kişisi ya da persona diyoruz. Şiirde duyduğumuz ses bu kişiye ait. Bu şiir kişisi, mezarlığı geziyor ve bize genelde karşılaşamayacağımız ilginçlikte üç mezar yazısını okuyor. Bunlar farklı kişiler. Tabii böyle bir mizansen üzerinden, şair şiir ve hayatla ilgili duygu ve düşüncelerini biz okurlara ulaştırmış olmakta. İşte bu noktadan başlayarak şiiri daha doğru biçimde yorumlamaya girişebiliriz. Fakat tabii süre sınırı nedeniyle bunu yapamayacağız.

ANLAMA, YORUMLAMA VE ANLAMLANDIRMAYA ÖNCELİK VERMEK

Gençlerimizin bunu yapabilmesini sağlayabilmemiz lazım. Bir metinde sözün nasıl dizildiğini anladıktan sonra metnin anlamını ortaya çıkarmanın kolaylaşacağını onlara anlatabilmeliyiz. O zaman ideolojik yönelimlere, politik taraflara göre temelsiz görüşleri birbirine dayatmayı terk edecek ve temelleri daha sağlam, kanıtlarla desteklenen yorumlar üretecek bir gençlik yetiştirebiliriz. Bu sayede toplumun insan sermayesi çok daha farklı ve olumlu boyutlara ulaşabilir. Bunu gerçekleştiremediğimizde, kendi bilgisizlik ve beceriksizliğimizle zekalarını körelttiğimiz gençler eleştirellikten uzak ve adeta kördöğüşünü andıran bir iletişim alanını gün geçtikçe daha fazla büyütüyor hale gelecekler. Bunun zararlarını kendimizden biliyoruz. Kendi başarısızlıklarımızı biliyoruz.

Bunları giderme yolunda çaba harcamadığımızda, her şeyin nasıl daha kötüye gittiğini de biliyor ve gözlemliyoruz. O zaman ikinci yüzyılına girdiğimiz Cumhuriyetimizin, sorunlarını çözen bir ülke haline gelebilmesi için anlama, yorumlama ve anlamlandırmaya öncelik veren bir beşeri bilimler eğitimini yeniden düşünmeliyiz. Bu konuda yapılacak hiçbir harcama, vakfedilecek hiçbir emek boşa gitmiş olmayacaktır. Daha farklı bir Türkiye için, bu yüzyılda eleştirel okurlar yetiştirmeyi başarmalıyız.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi