Doğan Özgüden
Çakma bayramlardan tesettürlü kiliseye…
Yarın 24 Temmuz… Milli’siyle ve de dini’siyle bayramı mebzul güzel ülkemizde bir yandan "Lozan" ve "Basın" bayramları kutlanırken, öte yandan da 1453’te kılıç zoruyla camiye dönüştürülmüş olan Ayasofya’nın bu kez Recep Tayyip Erdoğan’ın ikinci fütuhatıyla ve de HDP dışındaki tüm partilerin alkışlarıyla yeniden cami kılınmasının bayramı kutlanacak…
Üstelik, bu 15 asırlık hristiyan mabedi, içindeki tarihi ikonalar namaza duranların ibadetini batıl eylemesin diye tesettüre sokularak…
Bize 40’lı yıllarda çocukken beş sınıf birden tek odada ders gördüğümüz köy okulunda 24 Temmuz’da kutlattırılan bir tek bayram vardı: Lozan Barış Bayramı…
Büyük kentlere göçtüğümüzde ortaokul ve lisede de 24 Temmuz günleri bir tek o bayramı bilir, cumhuriyetin uluslararası planda tanınmasının yıldönümünü öğretmenlerimizin hamasi nutuklarını dinleyerek kutlardık.
Lozan’ın Türkiye’de yaşayan Kürt ulusu için bir bayram günü değil, aksine savaş yıllarında onun desteğini almak için yapılmış "muhtariyet" vaadlerinin bir kalemde çizildiği acı bir gün olduğunu yıllarca sonra Ayşe Hür gibi değerli tarihçilerin açıklamalarıyla öğrenecektik.
Ayşe Hür "1921-23 arası Ankara hükümeti Kürtlere sözler verir. Bu bir uyutma harekatıdır aynı zamanda. Mustafa Kemal 1921 de muhtariyet mesajları vermeye başlar, bu mesajlar aslında mavi boncuktur" diyor… Daha sonra belgeleri konuşturuyor…
Mustafa Kemal 1923’te, 16 Ocak akşamı başlayıp 17 Ocak sabahına kadar İzmit Kasrı’nda dönemin ünlü gazetecileriyle yaptığı sohbet toplantısında "Kürtlerin durumu nedir? Kürt meselesi nedir?" yönündeki sorulara, "Bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir" yanıtını veriyor.
Ancak antlaşmayı imzalamaya giderken Kürtleri ittifak içerisinde tutup desteklerini almak için söylenen bu sözler Lozan’da tamamen unutuluyor, anlaşmanın imzalanmasından sonra 1924’de yapılan değişiklikle anayasaya Türklük vurgusu yapılarak "muhtariyet" vaadi nisyana terkediliyor.
Sonrası cümlenin malumu… Haksızlığa gösterilen tepkiler, 1924’te Hakkâri’de başlayıp 1937’de Dersim’e dek süren, kan ve zulümle bastırılan onlarca isyan, çok partili rejime geçtikten sonra da sık sık tekrarlanan Kürt tutuklamaları, sürgünleri ve 80’li yılların başından günümüze dek NATO’nun ikinci en güçlü ordusunun, polisin, köy korucularının, milislerin, yalaka medyanın, tüm düzen partilerinin topyekun savaşına rağmen Kürdistan’ın üç bölgesinde azimle sürdürülen direniş…
***
Çakma olan sadece Lozan Bayramı mı?
Gazeteciliğe başladığım 1952’yi izleyen yıllarda ona bir de yine 24 Temmuz günü kutlanan Basın Bayramı eklenecekti. Çalıştığımız gazetenin 24 Temmuz tarihli birinci sayfasında Basın Bayramı kutlanırken, üyesi olduğumuz Gazeteciler Cemiyeti ve Gazeteciler Sendikası’nda da özel törenler yapılıyordu.
Sonradan öğrenecektim ki, Basın Bayramı’nın 24 Temmuz’a denk getirilmesi o kadar da kolay olmamıştı. 2. Dünya Savaşı’nın ardından çok partili rejime geçilirken Cemiyetler Kanunu’nda yapılan değişiklikten yararlanan basın mensupları da 10 Haziran 1946’da Gazeteciler Cemiyeti’ni kurmuşlar ve ardından da Türkiye’de ilk gazetenin çıkış tarihine denk gelen günü "Basın Bayramı" ilan etmeyi kararlaştırmışlardı.
Ancak bazı gazeteciler Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde ilk gazete olan Takvim-i Vekayi’nin 1831’de yayınlandığı günü "bayram" olarak önerirken, bir başka grup Takvim-i Vekayi resmi gazete olduğu için Tercüman-ı Hakikat gazetesinin 1861 yılında yayına başladığı günü "bayram" günü olarak dayatmışlardı.
1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin iktidar olmasının ardından üçüncü bir alternatif bulunmuş, Falih Rıfkı Atay’ın önerisiyle 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet yürürlüğe girdikten sonra basından sansürün kısa bir süre için de olsa kaldırıldığı 24 Temmuz gününün "Basın Bayramı" olması kabul edilmişti.
Hemen bir hatırlatma… Yukarıda bahsettiğim ilk iki alternatiften biri kabul edilmiş olsaydı, Türkiye basınının geçmişiyle ilgili bir başka tarihsel yalan bizzat basının temsilcileri tarafından onaylanmış olacaktı.
Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nda yayınlanan ilk gazete Türkçe değildi… Osmanlı’da ilk Türkçe matbaa ancak 18. yüzyılın ortalarında kurulabilmişti. Oysa ülkenin Türk’lerden önceki sakinleri olan Ermeniler, Rumlar ve Museviler daha 16. yüzyıldan itibaren kendi matbaalarını kurarak çeşitli yayınlar gerçekleştirmişlerdi.
İlk gazete ise 1795’te yayınlanan Fransızca Bulletin de Nouvelles’di… 1795' ten Cumhuriyet dönemine kadar ülkede 22 ayrı dilde toplam 2046 gazete ve dergi yayınlanmıştı, bunların 601’i de Ermenice’ydi.
Bunu neden vurguluyorum? Osmanlı, bu Ermeni gazetecilere şükran borcunu, onları 24 Nisan 1915’te diğer birçok Ermeni aydınıyla birlikte tutuklayıp sürgüne göndermek, birçoğunu da katletmek suretiyle ödeyecekti.
1953’te ilk kez katılmış olduğum Basın Bayramı kutlamasını, daha sonraki yılların 24 Temmuz’larında aynı coşkuyla kutlayamadık. Çünkü "sonsuz özgürlük" vaadleriyle iktidar olan tek parti dönemi yetiştirmesi Demokrat Parti şefleri, ABD’den aldıkları talimatla 1951’de büyük TKP tevkifatıyla başlattıkları devlet terörünü bu kez komünist olmayan gazetecilere de teşmil edecekti.
Talihin cilvesine bakın ki, yeni dönem basın düşmanlığının ilk hedeflerinden biri de dokuz yıl önce yazdığı anti-komünist yazılarla CHP militanlarını tahrik ederek Tan Gazetesi’ni yakıp yıktıran Hüseyin Cahit Yalçın’dı, 79 yaşındayken Ulus gazetesinde yayınlanan bir başyazısından dolayı 1954 yılında tutuklanarak hapse atılmıştı.
1955 Temmuz’unu da "bayramsız" geçirmiştik ki, 6-7 Eylül günü İstanbul ve İzmir’de DP iktidarının kışkırtmasıyla yapılan korkunç pogromun ertesinde yağma ve şiddetin asıl faillerinin kılına dokunulmazken, olayları kışkırttıkları yalanıyla İstanbul’da Aziz Nesin’in de dahil olduğu komünist aydınlar, İzmir’de de benim çalıştığım muhalif gazetenin başyazarı Orhan Rahmi Gökçe tutuklanacaktı.
Ondan sonra 27 Mayıs 1960’a kadar DP dönemi "ispat hakkı"nın çiğnendiği, muhalif gazetecilerin zindanlara atıldığı, resmi ilanlar ve kağıt tahsisleri muhalif gazetelerden esirgenerek "besleme basın" yaratıldığı bir dönemdi, "basın bayramı" kutlamanın bir anlamı yoktu.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra basın kısa bir süre nefes almıştı. On yıla yakın zor koşullarda mücadele yürüttüğümüz sendikalarımız ve üst kuruluşumuz Türkiye Gazeteciler Sendikaları Federasyonu, gazeteciler cemiyetleri de yeni basın düzeninin oluşmasında söz sahibi olmuştu.
O denli ki, bir Basın Şeref Divanı meslekte öz denetimi gerçekleştirmiş, resmi ilan dağıtımının demokratik şekilde yapımını sağlamak için kurulan Basın İlan Kurumu’nun yönetiminde çalışan gazetecilerin temsilcisi olarak yer almıştık. 212 sayılı kanunun kabulüyle çalışan gazetelerin sosyal haklarında da önemli iyileştirmeler yapılmıştı. Üstelik İzmir Gazeteciler Sendikası adına katıldığım Asgari Ücret Komisyonu’ndan çalışan gazetecilerin ücretlerinin iki üç misli arttıran bir karar çıkarttırmıştık.
Tüm bunlar, yine de bir Aziz Nesin’in, Yeni Tanin gazetesinde yazdığı bir yazıdan dolayı tutuklanıp bir süre hapsedilmesine engel olamamıştı.
İnönü’nün başbakanlığındaki koalisyon hükümetleri döneminde basın davaları ve gazeteci tutuklamaları yeniden ivme kazanacaktı. Dönemin uluslararası planda da ses getiren davalarından biri Şadi Alkılıç’ın Cumhuriyet gazetesinin bir yazı yarışmasına gönderdiği "Türkiye’nin tek kurtuluş yolu: Sosyalizm" başlıklı yazıdan dolayı tutuklanarak Türk Ceza Kanunu’nun 142. Maddesi uyarınca 6 yıl 3 ay hapis ve 2 yıl da sürgün cezasına mahkum edilmesiydi.
Sosyal uyanışın ivme kazandığı, devrimci sendikacıların sadece Türk-İş’in Amerikancı tutumuna karşı çıkmakla kalmayıp sınıf mücadelesini siyaset sahnesine taşımak üzere Türkiye İşçi Partisi’ni kurdukları bu yeni dönemde, sol düşünce ve örgütlenmeyi engellemek için Türk Ceza Kanunu’nun faşist Mussolini yasalarından transfer edilmiş 141 ve 142. maddeleri sol medyanın ve örgütlerin başında "Damoklesin Kılıcı" gibi sallanmaya devam ediyordu.
Bu maddelerden dolayı tutuklama ve baskılar sürüp giderken, özellikle 1965’te ABD Morisson firması taşeronu Süleyman Demirel’in başbakan, ertesi yıl da faşist orgeneral Cemal Tural’ın genel kurmay başkanı olmasından sonra TCK’nın cumhurbaşkanına, meclise, hükümete, orduya, güvenlik kuvvetlerine yönelik her türlü eleştiriyi hapisle cezalandıran maddeleri de özellikle sol medyaya karşı tüm gaddarlığıyla uygulanmaya başlamıştı.
1967’den 1971 yılına kadar yayınladığımız Ant dergisinde günlerimizin çoğu Sultanahmet’teki adliye sarayının koridorlarında ifade vermek ya da yargılanmak için saatlerce beklemekle geçiyordu. 15-16 Haziran 1970 büyük işçi direnişinden sonra ilan edilen sıkıyönetim döneminde bu baskı mekanizmasına askeri mahkemeler de eklenecek, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinden sonra basın özgürlüğünün son zerreleri de tamamen yok edilecekti.
Müslüman Kardeşler’in ve ABD’nin güvenilir adamı Turgut Özal’ın başbakanlığıyla başlayan, Demirel, Çiller, Yılmaz, Erbakan ve Ecevit’in başbakanlıklarıyla sürdürülen, 2002’den beri de islamo-faşizmin tüm ana akım medyayı kendine bend etmesiyle tavan yapan "basın özgürsüzlüğü" döneminde "Basın Bayramı"ndan söz etmenin insanları salak yerine koymaktan başka anlamı yoktur.
***
24 Temmuz’un üçüncü çakma bayramı da, Türk-İş ve ona bağlı sendikaların yıllarca 1 Mayıs’ın işçi sınıfı tarafından "Birlik, mücadele ve dayanışma günü" olarak kutlanmasını engellemek için icad ettikleri çakma "İşçi Bayramı" idi.
Çocukluk ve gençlik günlerimden çok iyi hatırlıyorum… 2. Dünya Savaşı’nın tüm dünyada kan ve ölüm kustuğu 30’lu ve 40’lı yıllarda olsun, sözüm ona "çok partili demokrasi" maskesi altında kapitalist diktanın hüküm sürdüğü 50’li ve 60’lı yıllarda olsun, 1 Mayıs Türkiye’de işçi sınıfının bayramı değil, gönül yayları gevşemiş burjuva bay ve bayanların "Bahar Bayramı" olarak kutlanırdı.
1 Mayıs’ın aslında neyin bayramı olduğunu ilk kez 50’li yılların başlarında Ankara’nın İsmet Paşa Mahallesi’ndeki solcu terzi komşularımızdan duymuştum. 1 Mayıs’a böyle bir anlam verenlerin başına neler gelebileceğini de bu komşularımızın TKP tevkifatında yakalanıp götürüldükleri gün öğrenmiştim.
27 Mayıs darbesinin ardından kabul edilen 1961 Anayasası ile bazı temel hak ve özgürlükler tanınmış, ama 1 Mayıs’ı "çayır çimen bayramı" olmaktan çıkartıp gerçek sahibi olan işçi sınıfına iade etmek kimsenin aklından dahi geçmemişti. Ne subayların, ne de onlardan sonra seçimle iktidar olan İnönü CHP’sinin…
Komünizmle mücadeleyi ana hedef olarak benimsemiş olan Demirel’in AP’sinden de zaten böyle bir şey beklenemezdi…
İşbirlikçi ve Amerikancı Türk-İş ise 1 Mayıs’ı tamamen unutturmak için, 1963’te, Ecevit’in çalışma bakanı olduğu zaman hazırlanan 274 ve 275 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi yasalarının Meclis’ten geçtiği 24 Temmuz’u "İşçi Bayramı" ilan etmişti. Oysa bayram yapılacak bir durum yoktu, işçiye grev hakkı tanınırken, anayasada sözü edilmediği halde Ecevit kapitalistlere taviz vererek 275 sayılı yasaya "lokavt"ı da bir hak olarak sokuşturmuştu.
Türk-İş patronların ve iktidarların da desteğiyle 24 Temmuz’u yıllarca "İşçi Bayramı" olarak kutladıktan sonra, devrimci sendikacıların 1967’de DİSK’i kurmaları ve işçi sınıfının gerçek bayramı 1 Mayıs’ı giderek kitlesel şekilde kutlamaya başlamalarından sonra gülünç duruma düştüğü için bu sahtekârlıktan vazgeçmek zorunda kalacak, biçimsel de olsa gerçek İşçi Bayramı 1 Mayıs’ı DİSK’le birlikte kutlamaya başlayacaktı.
***
Yarın yine 24 Temmuz… Başta da dediğim gibi, bu üç çakma bayrama, tesettüre sokulmuş Ayasofya Kilisesi’nde tantanalı namaz gösterileriyle dördüncü çakma bayram eklenecek, Konstantinopl’ün Fatih Sultan Mehmet Han tarafından işgalinden 567 yıl sonra Fatih Recep Tayyip Han tarafından yeniden işgali bayramı olarak kutlanacak.
Alkışlaması hem camileştirmeye daha baştan açık çek veren Kılıçdaroğlu’ndan, hem de camileştirme kararı çıktıktan sonra Ayasofya’nın "oldum olası cami" olduğunu söyleyerek gaspı destekleyen CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’ndan…
Bu yazının sunuşundaki desen Faslı karikatürist khalid Cherradi’nin eseridir.