Süreyya Karacabey
Cehennem homojenliktir
Ahlak sözcüğünün bu kadar çok kullanıldığı zaman var mıydı diye tarama yapayım derken içim sıkıldı ve şu bilgiyi tekrarlamanın yeterli olduğunu düşündüm: Eğer bir şeyden fazla söz ediliyorsa, -hatta biraz daha ilerleteyim adı konulmuşsa-, bu durum bir şeyin varlığından çok yokluğuna işaret edecektir. Ahlakın soykütüğüne girmeden bile onun insanlar arası bir alana ait olduğunu söyleyebiliriz, kullanılmaktan yıpranmış, çeşitli yananlamlar kazanmış pek çok kelime gibi, bir parmak sallayanın vizyonuyla belirir karşımızda ve olumlu taraflarını unutturacak kadar dedikoduya bulaşmıştır. Bu yüzden kullanırken çok dikkatli olmak gerekir. Muskat gibidir, azcık fazla kaçırdığınızda hem zehirler hem de yemeğinizin tadını berbat eder.
Etik ise daha çok insanın kendisiyle ve değer problemiyle ilgili olduğu için etikçilere sempati duyarım, ahlakçılardan ise korkarım. En ciddi meseleye bile küçük bir mahallenin, başkaları nasıl yaşamalı başlıklı bitmek bilmeyen oturumlarının kokusunu taşıyacağı için. Üstelik sadece kokuyla da kalmaz, rüzgarla tohumları taşınır ve olduk olmadık yerde başka bitkilerin gelişmesini engelleyen sarmaşıklar bitiverir. Sökmek için basit bir bahçe temizliği de yetmez, köklenir, bulaşır ve bu çeşit ahlak sarmaşıklarının ortadan kalkması için yüzyıllar sıraya girer, peygamberler ağlar, paradigmalar sarsılır.
Bize yeni kelimeler lazım diye bağıran bir şair, aslında bu yıpranmış kullanımlara itiraz eder. Birbirimizi sevdiğimiz yorgun kelimeler, asla taze bir nefes getirmeyen takdir sözcükleri, belli dönemlerde canı çıkarılana kadar tekrar edilen kelimelerin yarattığı tiksinti. Yine de buradan kurtulmak için sığındığımız tekil duraklarda büyüttüğümüz anlamlar. Kelime sığınakları. Cezalı kelimeler. Böyle kocaman bir listeden söz edebilirim size, dönem dönem güncellediğim. Bu dönemde en çok kimlik, beden, ahlak, inanç, soteleme, hoşgörü kelimelerine illet oluyorum. Dahası da var ama hepsini üzerinize boca etmeyeyim.
ETİKETSİZ BİR DÜNYA HAYAL EDİYORUM
Ad vermek bir şeyi varoluşa çağırmaktır, bu anlamıyla insanların kendi kimlikleri konusundaki hassasiyetlerine elbette bir şey diyemeyiz, tam tersi, onları yok oluşa bırakmak için uğraşanların karşısındaki direnişe saygı bile duyabiliriz. Ama varolmaya çalışanın elinden alınan, kendini baskın sanan kimliğin tersten politikasına dönüştüğünde manzara değişmeye başlayacak ve varlıktan ayrımcılık üretemeyenler, bu defa yok saydıklarından ayrımcılık üreteceklerdir. İşte buradaki kimlik, gerçekten sinir bozucudur, standartı tarif edip -sanki böyle bir şey mümkünmüş gibi-, dışında kalanı, kendi yaptığıyla suçlamaya başlayacaktır. Kendi adıma kimsenin neye inandığıyla hiç ilgilenmediğim, benimkiyle de kimsenin ilgilenmeyeceği bir toplum hayalindeyim. Etiketsiz bir dünya.
Buraya geçişin yolundaki ilk durak ise baskın olanın dışında varolmaya çalışanların, kendini güvende hissedeceği bir yer olmalı. Burayı geçtikten sonra, benim hayal ettiğim dünyaya geçiş için çalışabiliriz. O zaman biri “ben Budistim “ dediğinde, kayıtsız gözlerle bakıp, “ee ne var bunda, bize ne” diyecek aşamaya geçmiş olabiliriz. Ama şimdi öyle tuhaf bir yerdeyiz ki, bir yere geçmenin öncesi gibi de görünmüyor, bir mola yeri gibi de, tamamiyle tarihte kısa devre olmuş biz arada sıkışmışız gibi bir durumun yeri. Deliliğin yeri. Ahlakın kötü anlamlı parmak sallayıcı yeri. Bir siyasetçinin inancından söz etmesi olay olurken, onu olay haline getirenler, neredeyse bitkilerin bile kendi mezheplerinden yaratılmış olduğunu iddia edecek kadar dinsel duruma el koyanlar. Üstelik bu mezhebin bütün ayrıntılarını dünyevi bir yaşama sanatının bütün dehlizlerine dahil edip, Tanrıyı bile bezdirecek kadar pragmatik bir araca çevirenler yapıyor bunu.
Baskın olanın dışındakilere sessizliği buyuran otorite, bu sessizliği kıran herkese sevgiyle bakılacağını bilmek zorunda. Ve bu sessizliğin bütün inanç sahipleri için- hatta benim gibi inanç kelimesine desturla yaklaşanlar da dahil olmak üzere- utanç verici olduğunu bilmek zorunda. Çünkü bıraksanız kendini gerçekleştirecek olan insan, geleceğin iyi kalpli, vicdanlı varlığı için, herhangi bir zümrenin varoluşunu gizlemek zorunda bırakılması korkunç acıtıcı bir şey olacaktır. Üstelik inandığınız Tanrı için de bu tasnif biçiminiz, eminim sizlerin, onun için bir hayal kırıklığından başka bir şey olmadığınız anlamına gelmektedir.
Düşünsenize millet, buradan kurtulduğumuzda ne rahat edeceğiz, birlikte orayı düşleyelim. Kimsenin varoluş biçimi için bir açıklama yapmak zorunda kalmadığı bir dünyaya geçtiğimizde, insanları birbirine düşman etmek için kullandıkları bütün kategorileri parçaladığımızda, bir varlık biçimine yalın bir kabulle bakmayı başardığımızda, inancımızı başkalarını denetlemek için bir araç olarak değil, kendi ruhsal durumumuzu yükseltmek için kucakladığımızda ve bilmem kaçıncı bin yılda bu saçma sapan trükleri yemediğimizde, onların ellerini boş bıraktığımızda, her şeyi araca çeviren dillerini kullanmaktan vazgeçtiğimizde her şey çok şahane olacak. Yoksa herkesin birbirine benzediği, farklı bir sesin çıkmadığı bir cehennemde çırpınıp duracağız. Fark'a herkesin ihtiyacı var.
Komünizm öldü dediklerinde söylediğim şeyi tekrarlayayım, tıpkı onun gibi çünkü. En zır anti komünistin bile komünizme ihtiyacı vardır. Çünkü sosyal devlet hikayesi, ücretsiz eğitim, kamu sağlığı konusundaki düzenlemeler sosyalizmin tehdit olduğu zamanlara aitti. Şimdi hep beraber kendini tek seçenek sanan bu berbat sistemde yaşayın işte.
Cehennem, homojenliktir!
Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.