Çocuklara isim koyma kılavuzu

İnsan doğduğunda göbek bağı kesilir ve bebek anneden koparılır. Bu, kaçınılmaz ve gerekli ama aynı zamanda agresif bir andır. Psikolojik bağı ise insan kendi kesebildiği ölçüde bağımsızlaşır.

Eskiden çocuklara isim vermek büyük bir sorun değildi. İsim verme, ailedeki güç dengeleriyle ilgili bir konuydu. Yani, ailenin en saygın veya en güçlü üyesi isim koyma hakkına sahipti. Bu hak, genellikle ailedeki hiyerarşide en üstte yer alan kişiye verilirdi. O dönemlerde, cinsiyet hiyerarşisi nedeniyle bu kişi genellikle erkek olurdu; yaş hiyerarşisinden dolayı ise evin yaşlı dedesi ya da babası bu hakkı kullanırdı. Erkek egemenliğinden ötürü, anne, dayı, anneanne ya da annenin babası (dede) bu hakka sahip olamazdı. İsim verme hakkı, erkek tarafının yaşlı erkeğinin önceliğindeydi.

Modernleşme ile bireyselleşme başladı. Ayrıca, emansipasyon ve eşitlik mücadeleleri de bu durumu değiştirdi. Bu değişim, daha önce sorunlu olan isim koyma sürecini daha da karmaşık hale getirdi. Eskiden evlilikler iki kişi arasında olmaktan çok, iki aile arasında yapılan bir anlaşmaydı. Günümüzde ise partneri kişi birey olarak kendisi seçiyor. Eskiden ailenin seçtiği biriyle birliktelikler yerini "Ben bu kişiyi istiyorum" ilişkilerine bıraktı. Modern toplumda, bu seçimin en geçerli gerekçesi aşk veya sevgi olarak kabul görüyor. Yani, aile çocuğuna eş seçemediği gibi, ailenin önerdiği eş de "Ama ben A’yı ya da B’yi seviyorum" denilerek reddediliyor. Geçmişteki evlilik rasyonalitesi (varoluşa veya sermaye birleşimine dayalı kriterler), yerini bireyin "Ama seviyorum" gerekçesine bırakıyor.

Bu değişime paralel olarak, kadın ve erkeğin eşitlik çabaları da isim koyma hakkındaki dengeleri değiştirdi. Artık çocuğun annesi de isim koyma hakkına ağırlıklı olarak sahip oluyor (daha doğrusu, anne bu hakkını erkekten geri alıyor). Kolektif kültürler bu tür çözümler üretseler de çelişkisiz ve çatışmasız bir durumu korumaya çalışsalar da bireysellik kendine yol bulabiliyor.

Göbek adı... Aile hiyerarşisindeki baba pozisyonundaki kişiye itiraz edilemese de, aile içinde hak sahibi olmayan bireyler (örneğin anne veya başka yakınlar) kendilerince bir çözüm bulmuşlar. Çocuğun resmi adı, halk arasında “nüfus kağıdındaki adı” olarak bilinirken, ailenin kullandığı "gizli" bir adı da olabilir. Göbek adı, çocuğun yakın çevresinin bildiği bir addır. Annenin veya babanın, bebek doğana kadar kullandığı ve doğumla sona eren isimdir bazen göbek adı. Anne veya babanın hamilelik döneminde hayal ettiği isimdir göbek adı ve çoğu kez doğumla birlikte bu isimle seslenmek sona erer çünkü kültürdeki güç/iktidar/dede çocuğa asıl ismini koyarak bu adı sonlandırır.

Aslında burada çoğu zaman sembolik bir şiddet yaşanır. Bazen de göbek adı bir sır gibidir ve çocuğun adı, resmi adının yanında aile içinde dar bir çevrede kullanılmaya devam eder. Göbek adının canlı tutulması aslında bir geleneğe direnme biçimi de olabilir. Psikoanalitik bir dille söylersek, kültürü/yasayı temsil eden “acımasız babaya” sessiz bir direniş, bir asi tavırdır göbek adı. Göbek adı bazen ömür boyu kullanılır. Otoriter babanın (dede/amca, yaşlı erkek) koyduğu ismi beğenmeme ve itiraz ederek paralel bir ismi, dolayısıyla kimliği canlı tutma çabasıdır.

Bebeğin doğum sonrası anneyle olan bağının kesilmesi, göbek bağının kesilmesine rağmen bu sembolik bağın sürdürülmesidir belki de göbek adı. Doğum kadınlar arasında gerçekleşir ve erkekler doğum anında dışarıdadır. Ancak babanın/otoritenin/kutsalın kuralları kadınlar tarafından doğum esnasında temsil edilir. Ödipal babanın, anneyle bebek arasındaki bağı kesmesine yönelik itiraz ve bu bağın gizlice yaşatılmasıdır belki de bu durum. Bu anlatıdaki baba, Freud’un “Totem ve Tabu”da bahsettiği acımasız babaya benzese de tamamen aynı değildir. Çünkü bu babanın da boyun eğdiği başka bir otorite vardır: Kutsal... İbadetinde önünde diz çöktüğü yüce baba…

MODERN TOPLUMDA İSİM VE KİMLİK DEĞİŞİKLİĞİ DİNAMİKLERİ

Modern toplumda, insanların kendilerine verilen kimliğe itiraz etme ve yasal olarak isimlerini değiştirme imkanları var. Göbek adı ve resmi adı farklı olan bir kişi, mahkeme yoluyla kendisine yeni bir isim alabiliyor. Bu hukuki sürecin sosyolojik ve psikolojik dinamikleri de bulunuyor. Örneğin, bir dedenin, torununa kendi annesinin adını (Zeynep) vermesi durumu. Dede, bu ismi koyarken geçmişi geleceğe taşımaya ve kültürel bir sürekliliği isim üzerinden canlı tutmaya çalışıyor. Dedesi tarafından ismi verilen Zeynep şimdi torunu olarak yaşıyor. İmgesel olarak, dede annesinin varlığını torununda sürdürüyor.

Bu dede, annesinin çocuğuydu ve onunla, her çocuk gibi, karmaşık ruhsal bir ilişkisi vardı. Sevdiği, kızdığı, nefret ettiği, tiksindiği ve yücelttiği anne… Hem iyi hem kötü anne. Şimdi, bu anneye dair duygu ve deneyimler, bilinçaltında dolaylı olarak küçük Zeynep’e yansıtılıyor olabilir. Kısacası, bize saçma görünen bu durumun kendi içinde bir rasyonalitesi var.

Zeynep ismini beğenmeyen anne ise kızına göbek adı olarak kendi teyzesinin adını koyuyor: Elif. Bu noktada anne, belki de kayınbabasına gelinlik görevi nedeniyle gösteremediği itirazı bu isim aracılığıyla dile getiriyor. Yani Elif isminde, dile getirilemeyen bir agresyon da var. Ayrıca, belki de eve gelin geldiğinde kendisine kötü davranan Zeynep’e duyduğu kızgınlık da bu isme yansıyor. Böylece çocuk Zeynep, farkında olmadan karmaşık ilişkilerin dinamiğini bilinçaltına kaydediyor. Zeynep’in kendisinden memnuniyetsizliğinin temelleri de bu şekilde atılabiliyor. Sonuç olarak, çocuk iki kimlikle, iki farklı isimle büyüyor.

İKİ İSİM, İKİ KİŞİLİK Mİ?

Bazen şahit oldum: “Ağabeyi/ablası öldü, iş güç arasında kasabaya gidip nüfus kaydını yaptıramadık. Ölenin kimliğini verdik.” Kendine ait kimliği olmayan ve başkasının kimliğiyle, ölü bir ağabeyi kimliklerinde taşıyarak yaşayan insanlar… Peki, sorun nerede?

Antonin Artaud, Van Gogh’tan bahsederken her çılgında bir dehanın varlığından söz eder [1] ve delilikten, intihardan toplumu sorumlu tutar (“Beni siz intihar ettiniz.”). Peki, Van Gogh’un konumuzla ilgisi nedir? Psikanalist Humberto Nagera, Van Gogh’un ağır psikolojik sorunlar yaşamasının izini sürer [2] ve onun ismiyle yaşadığı bunalımlar arasında bir bağ kurar. Van Gogh’un anne ve babası, ölü doğan çocuklarına Vincent Wilhelm adını verir. Bir yıl sonra dünyaya gelen ve bugün ünlü ressam olarak tanıdığımız çocuğa yine Vincent Wilhelm adını koyarlar. Nagera, Van Gogh’un kendine ait bir kimliği olmadan, ölen kardeşinin kimliğiyle yaşadığını yazar. Van Gogh’un kaderi, doğumuyla başlar.[3]

Çocuklarını kaybeden anne ve babalar için böyle büyük bir kayıpla baş etmek çok zordur ve yas süreci karmaşıklaşır. Ölen çocuğun acısını hafifletmek amacıyla bazen ikinci bir çocuk dünyaya getirilir. Ancak bu ikinci çocuk, farkında olmadan birincinin/ölenin yerini doldurmakla görevlendirilmiştir. Anne ve babanın yasını azaltmak ve ölen çocuğun boşluğunu doldurmak amacıyla doğan bu çocuk, aslında kendine ait bir kimliği ve kişiliği olan ayrı bir birey olduğu gerçeği göz ardı edilir. Bu çocuklar, adeta orijinalinin yerine geçmesi için doğmuş “yedek” çocuklar olarak görülür. “Kör ölünce gözü sürmeli olurmuş” derler…

Ölen çocuklar, annenin hayal dünyasında yaşamaya devam eder. Bir doğum gününde herkes eğlenirken beni şaşırtan bir durum oldu: Torununun doğum gününe gelen babaannenin gözleri yaşlıydı. Doğum gününde gözyaşları… Bu nine, ölen çocuğunun eğer ölmeseydi kaç yaşında olacağını ve onun için de kutlama yapacağını anlatıyordu. Ölen çocuğu hayalinde hiç ölmüş gibi görmemişti. Ölen amcanın, dedenin ismini/kimliğini yeni doğan bir çocuğa verdiğimizde, aslında ona yüklediğimiz karmaşık anlamlar var…

Van Gogh hem kendisi hem de yası tutulamayan, yüceltilmiş ölü ağabeyinin yerini doldurmak zorunda kalıyor. Psikanalist André Green’in tanımladığı “Ölü Anne” [4] fenomeni bu durumu açıklar. Çocuğun annesiyle keyifli bir ilişkisi varken, anne ağır bir kayıp yaşar ve bu kayıptan dolayı sürekli hüzünlü ve yas içinde bir ruh haline girer. Çocuk, annenin üzüntüsünü kendisiyle ilişkilendirir ve suçluluk duyar. Bir zamanlar çocukla oynayan ve onu neşelendiren anne, artık bu rolü bırakır ve çocuk, anneyi neşelendirmek için onun rolünü üstlenir. Ancak bu süreçte çocuk, eski annesini kaybeder ve onu yeniden var etmenin derdine düşer. Bu özdeşleşme sürecinde çocuk, “ölü bir anneyi” yani sevinci kaybolmuş bir anneyi ruhsal dünyasına alır.

Ölü kardeşler ve onlarla ilgili yaşanan yaslar, geride kalanlar tarafından içselleştirilebilir. Başkalarına ait bir hüzün ve acı, kişinin iç dünyasında yer edinebilir. Ölen kardeşten geriye kalan sadece bir kimlik belgesi veya isim değildir; aynı zamanda ruhsal bir miras ve yük de olabilir.

Çift sarılı yumurtalar var. Dışarıdan tek yumurta ama kırınca iki yumurta oluyor. Bu yumurtaların üremesi de çok zor. Kırıp içine baktığınızda iki sarı çıkıyor. Psikanalizde de her insanın içinde içselleştirilmiş anne/baba/kardeş/dede temsilcileri/resimleri var. Ben ve kendi dediğimiz yapılar aslında bu kişilerin parçalarından oluşan bir puzzle gibidir. Psikoanalitik çalışmalarda bu kişiler daha berrak görünürler. Ama van Gogh’ta durum daha uç bir şey. İçine gizlenmiş/yerleştirilmiş bir ölü kardeşle doğmak. Psikotik bir durum.

Kişi kendi içinde hiç büyüyemeyecek ölü bir çocukla doğuyor ve bu çocuğu büyütüyor. Ölüler büyümez ama bu ölü çocuk büyüyor. Annenin içinde ölü çocukları büyürler: ‘Yaşasaydı okula giderdi, okusaydı, evlenirdi, yaşasaydı okulu bitirirdi’ gibi… Anne ölünce ölüyor ölen çocukları. İçinde ölü çocukla doğan çocuk için ise durum tek başına ama ikiziyle, sanki görünmez bir siyam ikiziyle doğuyor ve büyüyor ve yaşıyor. Siyam ikizleri yaşıttır ama böyle bir doğumda çocuğun ikizi hem ölü hem de ağabeyi. Çocuk bir süre sonra ben/kendi olabilmek için ölü ikiz kardeşi ağabeysinden kurtulmak, bağımsızlaşmak ve otonom olmak isteyebiliyor. İşte bu çok zor çünkü anne yıllardır hayalince canlı tuttuğu ve büyüttüğü bir çocuğunun ölmesine izin vermez…

Tüm hikâye yas tutma sürecindeki karmaşanın anneyi sorunlu bir yas tutmaya yani tutamamaya yönlendirmesiyle ilgili. Çocuğun otonom olması sembolik olarak kendi içinde bir yük gibi taşıdığı ağabeyini atmasıyla mümkün. Psikanalizlerden biliyorum. Bu çok acılı bir süreç ve kişi bu yola girdiğinde annenin direnciyle karşılaşır. Yani annenin hayalinde yaşattığı çocuğun da öldüğünü kabul etmesi gerekmektedir. Çocuklar ölebiliyor ama hayallerin ölümü çok daha zor olabiliyor. Bu kabulde aslında ölen çocuğun gerçekten öldüğünü ve hayalin bittiğini de kabul var…

Ayna anne… Bebekler/çocuklar annelerini ayna gibi kullanırlar. Anne ve bebek birbirlerini ayna yaparlar. Biri güldüğünde diğeri de gülümser. Biri ağladığında diğerinin de yüzünün şekli değişir. Bebeğine anne gülerek yani bir tepki de vererek yaklaşır. Bu tepkide onun duygusu ve sevinci vardır ve çocuk bu sevinci annenin gülümsemesinde okuyarak kendisine tercüme eder. ‘Annem keyifli’. ‘Annem beni gördüğü için keyifli’. Bu durumlarda çocuk da anneye gülümseyerek tepki veriri. Anne çocukla konuşur. ‘Benim yavrum uyanmış mı’. Çocuk da sesler çıkararak sanki konuşuyormuş gibi tepki verir. Anne ve çocuk birbirlerine benzer tepkiler vererek birbirlerine yankı ve ayna olurlar…. Ama ya anne gülmüyorsa ya da bebeği her gördüğünde ölen çocuğu anımsayıp kederleniyorsa… Anne yas içindeyse ve çocuğun tepkilerinin farkında değilse. Ya da çocuğun tepkileri umurunda değilse? Ölü bir anne… Yankı olamayan anne. Aynalık yapmayan anne… Çocuk bu durumda ne yapar.

Burada yazdıklarımla anneyi suçluyorum. Kadınlar haklı olarak tüm bu hikâyeden anneyi/kadını suçladığımı, ağır depresyon geçiren annene empati göstermediğimi, suçladığımı söyleyecekler. Haklılar. Bu yas sürecinde baba nerede, çocuğunun ölümüne çok duyarsız kalan erkekler neden konu değiller. Burada ‘anne ‘derken ben bir pozisyonu kastediyorum. Yani anne koltuğunda oturan kişiyi. Bu genelde anne oluyor. Gönlümden geçen de bu pozisyona erkeklerin de oturması, en azından yas sürecinde eşleriyle dayanışma göstermesi. Ortak sorumlulukların hamilelik ve çocuk konusunda da paylaşılabilmesi. Yüzü gülmeyen anneye bakan çocuklar ayna anneye bakarak mutsuzluğu, çatık kaşlılığı ve hüznü içlerine depo ederler.

Karmaşık bilmeceler… “Çözülmez bir bulmaca” psikanalist Jean Laplance’ın bir kuramı.[5] Çocuklar anne babalarından gördüklerini tercüme ederek kendilerine katarlar. Bilinçötesi ama çocuk için çoğu kez tercüme edilemez. Çocuk işte annede gördüğü bu acıyı tercüme edemiyor. Bu çözülmez karmaşık bulmaca o çocuğun içinde bir düğüme dönüşüyor. Kuşaklar arası aktarım olarak yazılarımda sıkça sözünü ettiğim durum oluyor. Annenin acısı çocuğa aktarılıyor. Çocuk kendi dışında, hiç ilgisi olmayan bir meseleyi kendi meselesi gibi içine alıyor… Burada başka bir mesele de var. Öfke… Bu durumu yaşayan çocuğun biriken öfkesi… Kendisine gülümsemeyen annenin bu durumundan kendisini sorumlu tutabilir. Bu suçluluktan ötürü öfkeyi kendisine yöneltebilir. Ya da annesine kızar. Ama annesine bağımlı olduğundan ve annesi kendinden güçlü olduğundan annesine öfkesini gösteremeyebilir.

Hangi insan acı çeken annesini üzebilir ki! Acı çeken anneye öfkeyi de çocuk içinde tutabilir. Kendimizden biliyoruz… Annesine acı çektiren çocuklar mutlu olamazlar… Bu biriken öfkeler ya oto agresif (kendine zarar verme) ya da başkalarının üzerine yansıtma şeklinde dışa vurulabiliyor. Yani masum insanlar bu öfkenin adresi olabiliyorlar… Burada konum/rol değişimi var (Parantifizierung): Çocuğu annenin koruması gerekirken burada çocuk anneyi korumaya başlıyor.

ARZULARI ÇOCUKLARA YANSITMAK

İsmimizi genellikle bir veya iki kuşak öncesi belirler ve bu isimlerden sorumlu değiliz. Bu kimliklerle özdeşleşebiliriz, reddedebiliriz veya kendimize layık görmeyebiliriz. İsim koyanlar, isimle birlikte bize dolaylı ya da dolaysız bir misyon da yükleyebiliyor. Deniz, Devrim, Mahir, Dersim… Solculara, Alevilere, Kürtlere ve Ermenilere sempatik gelmeyen, hatta dışlayıcı olabilen isimler, devlette iş ararken kişiyi tanımadan hakkında ipuçları verebilir. Devrim isimli kişilerin yaşadığı zorluklar da burada devreye giriyor. Evin, Roşna, Zelal, Sidar, Azat gibi isimlere karşı takınılan garip bakışları anlatmaya çalışıyorum. Bazı isimlerin çocuklara konmasının yasak olduğu bir coğrafyada yaşıyoruz. İstediği ismi koyamadığı için bir süre isimsiz kalan çocukları… Konulacak adlarla ilgili davalar… Hayata mahkemelik olarak başlayan bu çocukların bilinç ve bilinçaltı dünyalarını araştıran bir bilim dalı var mıdır?

Aslında anormal olan isimler değil, bu isimlere gösterilen tepkilerdir. Bu tepkiler, bu isimlerin kültürel ve etnik kimlikleri temsil ettiği için duyulan öfkeye dayanır. “Biz”leştiremediğimiz “ötekiler”e duyduğumuz öfke… Bu isimleri taşıyan ve sıkıntı yaşayan ya da bu kimlikle özdeşleşmek istemeyenler ne demek istediğimi anlıyorlardır. Bir çocuğa isim koyarken, isim koyanların arzuları, korkuları, idealleri, agresyonları ve duyguları devreye girebilir. Örneğin: Savaş, Cenk, Cihat gibi isimler… Savaştan daha agresif ne olabilir? Arzu diye bir isim var mesela. Dursun veya Yaşar gibi isimler, çocuk ölümlerinin yoğun olduğu ailelerin, çocuğun yaşamasını dilemesiyle ortaya çıkmış. Ya da çok çocuklu ailelerin Tanrı’ya adeta yakarışı: Yeter, Tamam gibi isimler. Anne ve babanın narsistik projeksiyonları da isimlerde kendini gösterebilir: Alim, Bilge, Özgür, Kahraman, Mert, Aslan, Sevgi, Özlem, Hasret

Renklerden isim olur mu demeyin: Mavi, Lila… Mekânlar ve coğrafi yerler de isim olarak kullanılıyor: Ulaş, Dersim, Asya, Cennet… Hayvan isimleri: Aslan, Ahu, Ceylan… Nehirler ve ırmaklar: Aras, Dicle… Aylar ve günler: Ramazan, Şaban, Cuma, Eylül… Bitkiler: Menekşe, Gül, Çiçek… Kutsal figürlerle sembolik akrabalıklar kurmak: Muhammed… Muhammed’in annesi ve babası olmak gibi. Ali, Hüseyin, Ömer, Ayşe, Fatma, Selma, Meryem ve daha niceleri. Kahraman isimleri: Hamza, Ali, Deniz, Mahir, Battal… Hatta cinsiyetsiz isimler: Melek gibi. Bazı isimler, kişinin inancını, kültürel kimliğini ve ideolojisini açıkça yansıtıyor: Muhammed, Deniz, Mahir, Devrim, Asena, Ülkü… Bu isimler, çocuğa bırakılan bir sembolik miras, bir beklenti anlamına geliyor. Ancak bu aynı zamanda, çocuğun özerkliğine ve özgürlüğüne vurulan bir kelepçe de olabiliyor.

İSİM KOYARKEN MOTİVASYONLAR

Cat Stevens, dinini değiştirdiğinde ismini de değiştirerek Yusuf İslam oldu. Bu dinsel dönüşüm, kimlik dönüşümünde de görüldü. Anne ve babasının verdiği ismi reddederek kendine yeni bir isim koydu. Kendini adeta yeniden doğurdu ve ebeveynlerin rolünü üstlendi. Hem anne-baba hem de çocuk kendisi oldu. İki kuşak arasındaki zaman ve mesafe ortadan kaldırıldı. Bu süreçte, anne ve babanın verdiği kimliği reddetmek aynı zamanda anne ve babayı da reddetmek anlamına gelir. Benzer olgular, illegal isim değişikliklerinde ve dönüşümlerde de görülebilir.

Birine isim vermek, o kişiyi bireyselleştirmek ve ötekilerden ayrıştırmaktır. İsim koyarken izlenen yollar arasında geleneklere bağlı kalmak ve geleneği isim üzerinden sürdürmek vardır: Ahmet, Mehmet, Veli, Ali, Ayşe, Fatma, Hacer gibi her kuşakta tekrarlanan isimler. Diğer yanda ise, orijinal bir isim arayarak benzersizliğe özen göstermek de bir yöntemdir. Burada çocuk, biricik ve özgün bir bireydir; fakat biriciklik ve tek olma, tanrısal bir özellik taşır. Toplumda yaygın bir inanış vardır: Her insanın bir benzeri, bir ikizi vardır. Bir yandan biriciklik arzusu, diğer yandan bu söylem. Biriciklikte gizlenen tanrısal boyutu nispi hale getirmek belki de. Herkes orijinal olmak isterken, bu ortak arzu aslında orijinalliğin yitimine neden olur. Biriciklik, otantiklik değildir. Biriciklikte karşılaştırma olmaz çünkü kişi tektir. Otantiklik ise başka bir dinamiktir; karşılaştırmasız mümkün değildir. [6]

TAKMA İSİMLER, LAKAPLAR

Başka ülkelere göçle insan kendinden, kimliğinden bir şeyler kaybeder. Mesela ben Almanca’da ş olmadığından s’leştirildim, s’den çok z’leştim. Şahap Zaap oldu. Ç’ler de c oluyor. Ve telaffuzla da isim/kimlik değişiyor. Bazen insanın kendisine/kimliğine sahip çıkmadığı durumlar olabiliyor. Bir kurumda beklerken Şahin’i Zahin olarak, Tuğra’yı Tukra olarak çağırdıklarında çağrılan kişi bu değişikliklerden ötürü istemi dışında değiştirilmiş kendisine sahip çıkmayabiliyor. Aslında bu değişim göçle gelen değişikliğin de göstergesi gibi.

Her ne kadar televizyonlarda ‘çocuklar melektir’e inandırılmaya çalışsak da çocukların canavar, adi ve alçak bir yanları da var. Akran zorbalığı buna örnek olabilir. İşte bu akran zorbalığının bir türü de lakaplar. Aşağılanacak olanı delirmek için kullanılan alet. Lakaplar genelde kızdırılacak kişinin bir özelliğinin abartılı dillendirilmesidir. Kilolu biri şişkodur. Lakaplar abartıdır. Derslerini çalışan inek, saf görünen biri öküz, biraz fedakâr biri de eşek olabilir. Bireysel olanın gizlendiği, törpülendiği kolektif kültürlerde lakap o kişiye ait bireyselliktir de. Lakap takılan kişinin bir özelliğidir. Sivri burunlu Ali, Kör Hatçe, Sağır Hüseyin gibi. Bu kültürde lakaplar kişinin genelde arkasından/o kişinin olmadığı ortamlarda söylenir. Bir kişiye lakabını yüzüne söylemek bir provokasyon, bir agresyondur. Bir kişinin lakabını bazen de gücü göstermek ve onu aşağılamak için yüzüne söylersiniz…

Online kimlikler de seçme olabiliyor. İnsanlar bu seçme kimliklerle kendilerinde bastırdıkları yanları dışa vurabiliyorlar. Ya da kendilerini gizlemek ve birilerini başka bir kimlikle (anonim kimlikle) aşağılamak için. Devletten gizlenmek için de illegal seçme isimler kullanılıyor. Devletin terörist olarak tanımladığı örgütlere sempati duyanların seçtiği, seçme kimlikler.

Bir yazar, yıllardır görmediği arkadaşıyla karşılaştığında, uzun bir süre kendisinden bahseder ve arkadaşının sıkıldığını fark ederek, “Kendimden bahsettim, biraz da sen anlat istersen. Son yazdığım kitabı nasıl buldun?” der. Kahrolası narsizm… Her anlatı sonunda “ben”e çıkar galiba. Burada gizlenen bir başka narsizm de “yazarda”dır. Yazar kim? Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Murathan Mungan… Ben sadece yazı yazan biriyim. Yani yazar=Schriftsteller değil de Autor= yazılar yazan kişi. Bu açıklamadan sonra, narsizmi biraz yumuşattıktan sonra, biraz da kendimden bahsedeyim. Bazı isimler, orijinal olduğu ya da söylenişi ve hissedilen melodisi nedeniyle başka kültürlerden seçilebiliyor.

Şahap, Farsça bir sözcük ve yıldız kayması anlamına geliyor. Bizimkiler, kulağa hoş geldiği için anlamını bilmeden koymuşlar. Kentte bir doktorun adıymış. Burada ailemin orijinal isim arayışı belirleyici olmuş. Ayrıca “ismi aynı olursa kaderi de aynı olur”u ummuşlar. Burada sevilen ve yüceltilen bir meslek var: Batılı, modern, aydınlanmacı, bilim yanlısı bir doktor olma arzusu. Şahap, kasabada kolektif bir narsizmi de içeriyormuş. Biriciklik… Sadece benim ismim. Ancak her biricik, aslında bir şeylerin ardılıdır. Doktor Şahap’tan alınan isim. Sonrasında Şahap’lar çoğaldı. Biriciklik sadece bir sanmadır çoğu kez ve yalnızca başlangıçta bu duygu yaşanabilir. Çünkü biricik olan ismi başkaları da çocuklarına koyabilir.

Eraslan ismine gelince: “Erkek aslan” demek… Burada korkusuzluğa ve kahramanlığa vurgu var. Ancak vahşilik ve öldürücü yanlar, korkusuzluğun gölgesinde kalıyor. Ailem, aslanı heybetli bulurdu. Hayatında hiç aslan görmemiş atalarım, aslanı anlatırken neredeyse mamuttan bahsediyormuş gibi hissederdim. Burada, ailenin kolektif bir şekilde yücelik ve muhteşemlik kompleksi gizleniyor gibi. Ayrıca, bu sülaleye soyadı aranırken kadınların göz ardı edilmesi de dikkat çekici. Şimdi, sülaledeki kadınlar da “er aslanlar”. Bazen çocuklar, kendi özerklik arayışlarında farkında olmadan “tuhaf” şeyler yapabiliyor. Üniversiteye başlarken tıp fakültesine vereceğim belgeleri son anda alıp psikoloji okumaya karar vermek gibi. O zamanlar akrabalarım ve ben de yaptığımın biraz delice olduğunu düşünüyorduk. Şimdi baktığımda bu “tuhaflık”ın, ismimi koyanlarla bir uzlaşma olduğunu görüyorum. Özerklik arayışı yani. Sağlık alanında kalacağım ama benden beklenen “doktor Şahap” olmayacağım.

İnsan doğduğunda göbek bağı kesilir ve bebek anneden koparılır. Bu, kaçınılmaz ve gerekli ama aynı zamanda agresif bir andır. Psikolojik bağı ise insan kendi kesebildiği ölçüde bağımsızlaşır.


Şahap Eraslan kimdir?

1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berlin'de çalışıyor.

KAYNAKÇA

[1] Van Gogh, der Selbstmörder durch die Gesellschaft=toplum üzerinden kendini öldüren van Gogh, 1988, Matthes&Seitz Verlag, s. 24.

[2] Vincent van Gogh, 1973, Ernst Reinhardt Verlag.

[3] A.g.y. s. 10.

[4] Die tote Mutter, 2011, Psychosozial Verlag.

[5] “Die rätselhafte Botschaften des Anderen und ihre Konsequenzen für den Begriff des ‘unbewussten’im Rahmen der Allgemeinen Verführungstheorie”, Psyche, sayı 9/10, 2004, s. 902.

[6] Byung-Chul Han, Die Austreibung des Anderen, 2016, Fischer Verlag, s. 31.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi