Doğan Özgüden
Darağacına meydan okuyan devrimci Hıdır Aslan
"Uzun uzun yazacak değilim. Bu ana hep hazırdım. Son yolculuğum yaşamım kadar güzel olmalı. Üzülmek mi? Bunu hiç istemiyorum canlarım. Büyük sözler etmeyi gereksiz buluyorum. Her şey yaşamımız kadar açık ve sade olmalı. Yaşamak bir türküyse, bunu, bu türküyü en güzel biçimiyle söylemeye çalıştım. Zafer şarkısının söylendiği günler de gelecek. Kısa da olsa onurlu yaşamanın yolunu seçtiğim için mutlu gidiyorum. İyi, güzel şeyler uğruna yaşanıyorsa her şey, katlanılmayacak şey yoktur. Ölüm bile basitleşiyor. Anlamlıysa ölüm yaşamak kadar güzeldir."
Bu satırları bundan 34 yıl önce Burdur Kapalı Cezaevi'nden Dersimli genç bir devrimci bir yakınına yazıyordu. 26 yaşındaki Dev-Yol militanı Hıdır Aslan Türkiye'deki faşist askeri dikta rejimine ve onu önceleyen sözde parlamenter müstebitlere nasıl gülerek meydan okuduysa, idam sehpasının gölgesinde de ölüme gülerek meydan okuyordu.
Hıdır Aslan'ın 25 Ekim 1984'te, ondan üç hafta önce de yine Dev-Yol militanı İlyas Has'ın 7 Ekim 1984'te İzmir'in Buca Kapalı Cezaevi'nde idam edilmeleri, Türk Devleti'nin mahkeme kararıyla, TBMM'nin ve de Cumhurbaşkanı'nın onayıyla insan katletmesinin son uygulamalarydı.
12 Eylül 1980 darbesinden sonraki Evren Cuntası yönetiminde tam 47 kişi idam edilmişti. Bu vahşetin ilk kurbanları arasında yaşı küçük olmasına rağmen 13 Aralık 1980'de Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde idam edilen Erdal Eren de vardı.
Hıdır ve İlyas'ın idam cezaları ise askeri yönetim altında değil, Turgut Özal'ın başbakan olduğu sözde parlamenter hükümet döneminde infaz edildi.
Aslında Osmanlı'nın kalıntısı üzerinden yeni devletin kurulmaya başladığı 1920'den itibaren Türkiye sürekli idamlara sahne olmuştu. 1920-1926 arası istiklal mahkemelerinin sehpaya gönderdiği onlarca kişi dışında tüm cumhuriyet tarihi boyunca Şeyh Sait ve Dersim isyanları gerekçesiyle asılanlar da dahil yüzlerce kişi idam sehpalarında can vermişti.
Savaş sonrası çok partili rejime geçildikten sonra 1961 yılında Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan'ın MBK kararıyla asılmaları Türkiye siyasetinde idamı bir intikam unsuru haline getirmişti.
Bunun ilk kurbanları 21 Mayıs hareketinin liderleri Talat Aydemir ile Fethi Gürcan'ın 1964 yılında CHP lideri ve zamanın başbakanı İnönü'nün zorlamasıyla idam edilmeleri olmuştu.
İdamlar konusunda bizim kuşak devrimcilerinin ilk büyük acısı hiç kuşkusuz Deniz Gezmiş. Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın 6 Mayıs 1972'de Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde asılarak katledilmeleriydi. Askeri mahkemenin verdiği ölüm cezaları 12 Mart 1971 darbesinden sonra göstermelik olarak ayakta tutulan TBMM'de başta Demirel olmak üzere tüm AP'lilerin toplu desteği ve de CHP'li bir kısım milletvekillerinin karşı oy kullanmaktan kaçmasıyla onaylanmıştı.
Bu idamlara karşı gerek Türkiye'de, gerekse dünya kamuoyunda infial o denli büyüktü ki, 12 Mart rejimine tepkili kitlelerin oylarını çekmek için bol keseden "demokratikleşme" vaadlerinde bulunan CHP lideri Bülent Ecevit Avrupa Konseyi'ne de çeşitli reformlar arasında idam cezasını kaldıracağı vaadinde bulunmuştu.
Ne gezer? 26 Ocak 1974'te başbakan olan Ecevit, idam cezasını kaldırarak devlet eliyle cinayetlere son vermek yerine kanlı bir operasyonla Türk Ordusu'na Kıbrıs adasının yarısını işgal ettirecekti.
Bu ihmalin sonucudur ki. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Evren Cuntası çoğu soldan olmak üzere 47 kişiyi idam edecekti.
(Türkiye'de 1922'den 1984'e kadar idamların tam listesi: dipnottadır)
İdam cezası ancak Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyelik başvurusundan sonra zorunlu olarak önce 2001'de bazı suçlara sınırlandırılacak, 2004 yılında da anayasadan ve Türk Ceza Kanunu'ndan tamamen çıkartılacaktı.
Mevzuatta bu değişiklikler yapıldı ama üzerinden 12 yıl geçtikten sonra, 15 Temmuz çakma darbesini bahane eden Erdoğan, Avrupa Birliği Müktesebatı'na aykırı olmasına rağmen, idam cezasını yeniden gündeme getirdi, son seçimlerde AKP ile Cumhur İttifakı yapan MHP de idam isterisini sürekli körükledi.
Erdoğan'ın idamı yeniden ülkenin başına bela etmesi özellikle Avrupa Birliği'yle ilişkiler açısından ve de Meclis'te bunun için gerekli çoğunluğu sağlama açısından mümün olur mu bilinmez. Bunun yanıtı büyük ölçüde gelecek seneki yerel seçimlerin sonuçlarıyla belli olacak.
****
Ancak idam cezası anayasadan ve Türk Ceza Yasası'ndan çıkartılmış olsa da, idamlar fiiliyatta gerçekten durmuş mudur?
Hayır… İdam cezası dışında muhaliflerin infazı zaten bir devlet geleneği olarak "faili meçhul" ya da "yargısız infaz" olarak onyıllardır uygulanmaktadır.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı değerli meslekdaşımız Turgay Olcayto 28 Ağustos 2018 tarihli Evrensel Gazetesi'nde yayınlanan "Faili meçhuller ve cezasızlık" başlıklı yazısında şöyle diyordu:
"Osmanlı’da devletin bekası adına öldürme, öldürtme eylemi bir siyaset tarzıydı. Cumhuriyet dönemlerinde biçimler değişse de temelde anlayış değişmedi.Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin Basın Müzesi'ne yolunuz düştüğünde öldürülen gazeteciler galerisinde fotoğraflara bir göz atın. Bu katledilme olaylarında siyasetin ne denli ağır bastığını göreceksiniz.
"Örneğin 1909’da köprü üzerinde öldürülen Serbesti gazetesi yazarı Hasan Fehmi muhalif bir gazetecidir. 1915 de öldürülen Kirkor Zohrab milletvekilidir ve gazetecidir. Zohrab’ı öldürenler yargı önüne çıkarılsalar da aynı tarihte Çorum'da öldürülen Diran Kelegyan'ın canına kastedenler bulunamamıştır.
"Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Uğur Mumcu,Turan Dursun, Musa Anter, Metin Göktepe ve Hrant Dink’in de aralarında yer aldığı 64 gazetecinin fotoğraflarına galeride yüreğiniz daralmadan içiniz burkulmadan bakabilir misiniz?
"Yakın tarihimizin de ibretlik belgeleridir bunlar… İki nokta dikkatinizi çeker: Birincisi öldürülenlerin çoğunun faillerinin bulunamaması, tetikçisi yakalansa bile olayı aydınlatacak bağın ortaya çıkarılamamış olması. İkincisi de özellikle 1989 ile 1999 yılları arasında tam 40 gazetecinin öldürülmesi.
"Bu tarihten sonra 2007’ye dek öldürme olaylarına ara verilmişse de, 2007’de Hrant Dink öldürülmüştür."
"Faili Meçhul Cinayetler Tarihi" adlı kitabın yazarı Orhan Gökdemir de kendisiyle yapılan bir röportajda "Bu çalışmamda 1900 dolayında faili meçhul cinayet ve kayıp listeleyebildim. Bu 1900 faili meçhul cinayetin yaklaşık 300’ü 12 Eylül 1980 tarihinden önce işlenmiş. Geri kalan 1600 olay 12 Eylül 1980 ile 2000 yılı arasında gerçekleşmiş" diyor.
Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas katliamlarıyla zirve yapan kitlesel kırımlar dışında Roboski'deki gibi Kürt ulusal direnişine karşı "anti-terör" adı altında yürütülen operasyonlarda katledilen sivillerin sayısı binleri buluyor.
Anekdot olarak anımsatalım… DEP Milletvekili Mehmet Sincar 4 Eylül 1993’te Batman’da öldürülüyor. Başbakan Tansu Çiller 4 Kasım 1993 tarihindeki bir açıklamasında aynen şöyle diyor: "Elimizde PKK’ya yardım eden Kürt işadamlarının listesi var. Listede 60 kadar isim bulunuyor. Devlet PKK’yla olduğu gibi, PKK’ya mali destek sağlayanlarla da her biçimde mücadele edecektir."
Çiller’in bu açıklamasının ardından kanlı bir süreç başlıyor. 14 Ocak 1994’te Behçet Cantürk‘le başlayan, 25 Şubat’ta avukat Yusuf Ziya Ekinci ile devam eden o cinayet dizisinde Savaş Buldan, Hacı Karay, Adnan Yıldırım, Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı Namık Erdoğan, avukat Medet Serhat, DEP’li avukat Faik Candan, Fevzi Arslan, Şahin Arslan ve Ankara’nın Altındağ ilçesinin Yüksekovalı Nüfus Müdürü Mecit Baskın katlediliyor.
Sadece Türkiye sınırları içinde mi, Kürt halkının varolduğu Irak ve Suriye'de, Kürt diyasporasının son derece politize olduğu Avrupa ülkelerinde de "faili meçhuller" ya da "yargısız infazlar" her daim gündemde.
Üç Kürt kadın direnişçisi, Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez 9 Ocak 2013'de Paris'in göbeğinde Türk gizli servislerinin bir tetikçisi tarafından alçakça katledildi. Fransız adaleti bu yargısız infazı hâlâ aydınlatabilmiş değil ya da Türkiye ile ilişkilere halel getirmemek için bulguları bir türlü açıklayamıyor...
Sürgünde kırmızı bültenle haklarında bir nevi ölüm fermanı çıkartılan binlerce muhaliften bazılarının her an bir "faili meçhul" kurbanı olması işten bile değildir. Avrupa'ya salınan rejim ajanları ve tetikçileri ya da TC'nin diplomatik misyonları emrindeki dernekler ve camiler kanalıyla beyinleri yıkanarak "vatani misyon"a hazırlanan göçmen çocukları her an "yargısız infaz" yapabilir.
Evet, bugün Dersimli genç devrimci Hıdır Aslan'ın Burdur Kapalı Cezaevi'nde idam edilişinin 34. yıldönümü… O da, Deniz, Yusuf ve Hüseyin diğer devrimciler de, tıpkı savaştıkları baskı rejimine karşı meydan okudukları gibi ölüme de meydan okuyarak sehpaya yürüdüler…
Bu yazının başına konmak üzere iki resim seçtim:
Biri ölüme gülerek meydan okuyan yiğit devrimci Hıdır Aslan… Diğeri de Tayyip'in gözlerini kan bürümüş idamcı güruhu… Bunların benzerleri daha geçen yıl Avrupa başkenti Brüksel'in göbeğindeki bir salonda toplanıp böğürmüşlerdi: " İdam… İdam isteriz!"
İdamı yasalaştıramazlarsa, ne gam? "Faili meçhuller" ve de "yargısız infazlar" ne güne duruyor?
*****
Yazımı bitirirken Internet'te Kaşıkçı cinayetiyle ilgili yeni haberlere göz atıyorum. Olacak gibi değil…
Türkiye'de yüzlerce gazeteciyi, binlerce muhalifi rehin alarak zındanlarda çile çektiren Tayyip Erdoğan Suudi gazetecinin katli karşısında arslan kesilmiş, canciğer dostu Suudilere hesap soruyor, dahası cinayetin faillerinin o son derece sabıkalı Türk adaleti tarafından İstanbul'da yargılanmasını istiyor. Bir yandan da sultanla ve cinayetin bir numaralı şüphelisi veliahtla can ciğer kuzu sarması mesajlar teati ediyor.
Hele hele demokrasi ve insan hakları savunuculuğunu kimseye bırakmayan Avrupa yönetimleri sadece Kaşıkçı'nın değil, Yemen'deki Şiilerin de celladı Suudi Arabistan'a silah satışını durdurup durdurmama konusunda pası birbirlerine atıp duruyor. Silah satışı durdurulursa silah fabrikalarının krize girmesi ve binlerce işçinin işsiz kalması bahane…
Bunları izlerken belleğim beni yarım yüzyıl öncesine götürüyor.
1968 yılı… ABD emperyalizminin Vietnam'da yürüttüğü savaşa karşı dünyanın her yerinde protestolar yükseliyor. O sırada ünlü Amerikan sendika lideri Walter Reuther Türkiye'ye gelmiş. DİSK'i de ziyaret edecek. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler telefon ederek misafir sendikacıyla Ant için bir röportaj yapmamı öneriyor. O sırada Çemberlitaş'ta bulunan DİSK genel merkezindeki röportaj sırasında sorduğum sorulardan biri Amerikan sendika hareketinin Vietnam Savaşı'nın sürdürülmesine karşı olup olmadığı...
ABD'li sendikacının verdiği yanıt beni de, Türkler'i de hayretler içinde bırakıyor:
"Kesinlikle karşı çıkamayız… Aksi takdirde ABD silah sanayii ve ona bağlı tüm sektörler büyük bir çöküntü yaşar ve milyonlarca işçimiz işsiz kalır…"
Ya Avrupa sendikaları? Onlar ne diyecek? Göreceğiz…
--------------------------