Demokratikleşmenin bilişsel durakları ve Türkiye’nin seçimleri

14 Mayıs’ta “ya demokrasi, ya da otokrasi” seçimi yapılacak denilen sandığa giderken, tedavüldeki bazı bilişsel kategoriler ve entelektüel argümanlar üzerinde daha geniş kapsamlı ve derinlikle düşünmekte ve alışkanlıkları değiştirmekte yarar görüyorum.

Bu yazıda kürtaj veya ötenazi gibi bir konuda dinî, felsefî, ahlakî, siyasî ve pek çok başka açılardan çok yüklü tartışmalara eklemlenmek veya doğrudan katılmak niyetinde değilim.

Dolayısıyla bu yazıya şöyle “kolay” bir yerden rahatlıkla başlayabiliriz: Başlangıcımızdan. Yani hem somut ve olumsal bir ölümlü varlık olarak insan bireyin başlangıcından. Hem de soyut ve ölümsüz evrensel bir merak/inceleme nesnesi olarak insanlığın başlangıcından. Yani asla bilemeyeceğimiz bir yerlerden. Dolayısıyla her kim hangi felsefi görüşü veya hangi dini, bilimsel, siyasi ideolojik söylemi benimsemiş olursa olsun, zorunlu olarak “temelsiz” olmaya “ömür boyu mahkum” bir temelden (foundation)!

Öyleyse önce yaşam ve ölüm arasındaki iki “canlı/cansız” çizgisini binlerce yıldır üzerinde uzlaşılmış iki noktasal ana koyup, bırakalım. Ve biz “iki kapılı han”ın kapılarına değil de, aralarındaki dönüşüm güzergah(lar)ına bakalım.

BİREYSEL VE KOLEKTİF BİLİŞSEL GELİŞİM

Bu çok geniş kapsamlı konuyu başlıktaki gibi salt “bilişsel dönüşümler” ile de sınırlandıralım. Tabii bizde henüz kavramsallaşamamış ve Türkçe’de tam terim karşılığını da bulamamış “biliş” (cognition) kavramına da şimdi-ve-burada hiç dalmayalım. Bilişin sadece (birey/grup/ topluluk/toplumların) “bellek, muhakeme, karar verme” vb. zihinsel işlemlerinin çok önemli ve belirleyici bir (ön)bileşeni olduğu şeklinde bir önkabül ile yetinelim.

Bugün Türkiye’de ve de dünyada yaşanan ve “görünürdeki” türlü din, ırk, mezhep, kültür, bilim, dil, iktidar savaşlarına hiç dikkate alınmayan, çünkü “görünmeyen” bu yanı ile yaklaşmayı deneyelim. Ve basitçe “demokratikleşme süreçleri” ile yakından ilintili bulduğum yanlarına ve bazı “kavramsal/pratik ayrıştırmalara” odaklanalım.

Sonunda da sözü Türkiye’deki seçimlere getirelim. Malum, bu ülkede bütün yollar zaten her zaman Roma’ya filan değil (kaldı ki onunla kast edilen de İtalya’daki Roma değil, zaten İstanbul’du!), Türkiye’ye çıkar. Bugünlerde ise sadece ve sadece (kendimize/evimize?) Türkiye’nin 100. yıl seçimlerine.

Dolayısıyla biz de bu yazı için makul bir güzergah kurgulayalım. Birlikte hızla vites yükselterek, Sağa Sola pek sapmadan, park etmeden ve fakat sonra da mecburen küçülterek, seçim sandığının önünde de nazik bir frenle durmaya çalışalım. Yani ne elektrikli Tesla kullananlar, ne de TOGG’la swift ve hava atanlar gibi olalım. Kısacası her şey “çok güzel olacak” derken, Türkiye’nin duvara çarpmasına izin vermeyelim!

BİLİŞSEL (D)EVRİMLER VE GÜNDELİK SEÇİMLERİMİZ

Bilişsel süreçler gelişimsel ve kronolojik (ontolojik tarihsel) anlamda hiyerarşiktir. Fakat her bireysel/kolektif öznenin bilişsel süreçleri ne doğrusal bir seyirde gelişecek, ne de farklı nitelikteki yetileri sergileyebilecek demektir bu. Nitekim tam da bu sebeple bazı insanların birey veya toplumların kolektif olarak zekalarına da bunların belirli tipleri damgasını vurduğundan bazı problemlerini çözemez, takılıp kalırlar.

Şimdi ve tabii akademik ayrıntılardan hoşlanmayanlar için (başka yerlerde tartıştığım tipolojimi) kabaca özetleyeyim. Daha doğrusu, bir sonraki bilişsel yöntem modeli veya tipi bir öncekini ve “özneleşme, demokratik gelişme ve özgürleşme anlamında daha ilkel” olanı içererek aştığından, bunları hızlıca sıraya dizeyim. Okuyucuyu da dilerse eğer, istediği bir durum ve özne veya özne-öncülü açısından kendi analizlerini yapabilmesi için rahat bırakayım:

  • Tüm-Bir-Tek: (All-One-Only): Başlangıçta gerçeklik yekpare (ve kaotik) bir bütündür. İç/dış, iyi/kötü, vb bir ayrışma da yoktur. Tarihsellik, durumsallık, olumsallık, her hangi bir bağlantısallık, vs söz konusu değildir. Zaten mutlak, genel, totaliter ve homojen bir bütünlük dışında da bir şey yoktur. Biliş gelişirken görülen ilk totalist ve kronolojik çok daha sonra olsa da güdük kalmış veya gerilemiş popülist genellemeler ile yapılan kategorik sınıflamalarda olduğu gibi. “Bütün sakallılar babadır”, “Çingenelerin hepsi çalar”, “Bütün kadınlar sürtüktür”, “Her devlet rejimi/iktidar otoriterdir”, “Politikacıların hepsi yalancıdır”, “Zenginlerin hepsi hırsızdır”, “Her ekose ceketli AKP’lidir”, vb. “bilişsel tekçilik” (monism).
  • Ya X/ya da X-değil (Either/or): “İç/dış”, “Kendi/kendi-olmayan” veya “EGO/EGOya yabancı” arasında bilişsel ayrıştırmalar başlar. “Ya hepsi/ya da hiç biri.” “Ya var/ya da yok”. Yani tıpkı Yapay Zeka bilişinin “ya I/ya da O” kategorileri ile dijital algoritma mantığında olduğu gibi.
  • İkicillik (Dichotomy): İç ve dış gerçeklikler de uç, kendi içinde homojen ve dışındakine zıt ikicil kategoriler olarak bölünerek sınıflandırılır. Yanı sıra bunlara duyuşsal olarak da “yarılmış”(split) eşleştirmelerle birlikte “Ben-olmayan yabancı ya iyidir/ya da kötüdür”. “Ötekine aşk/nefret” vb.

Kısacası bugün yaygın tedavülde olan ve Kartezyen ikicillikler olarak anılan “zihin/beden”, “mantık/duygu”, “iç/dış”, “ben/öteki”, “kadın/erkek”, “Doğa/teknoloji”, “Siyah/Beyaz”, “Türk/Kürt”, “Sünni/Alevi”, “Müslüman/Yahudi-Hristiyan”, “yerli-yabancı”, “milli/gavur”, “heteroseksüel/homoseksüel”, vb sayısız ve derin yarılmış kategorilerin kutuplaştırılarak bilişsel/duyuşsal muamele görmesinde olduğu gibi.

  • X - X olmayan ve diyalektik: Gerek feodal, gerekse (post)modernist entelektüel dünyaya eril bilişsel süreçler egemen. Yani diyalektik yöntemin adı konmadan önce de, sonra da. Nitekim Hegelci veya Marksist diyalektik “tez-antitez-sentez” bilişsel yöntemini idealize eder. Elbette “anti-tez” adı üstünde nitekim, “anti”dir. Yani “antagonistik” ve çatışmacıdır. Oysa her ikilik ne kendi içinde homojen/benzeşik, ne de diğerinin zıddı olan veya çatışmalı bir kategorik ikicilliktir.

Tesadüfen bugün de Karl Marx’ın 205. doğum günü. Özellikle Marx’tan çok Marksist çağdaş (“Sol” veya “ilerici”) entelektüeller de sıklıkla, her farklılığın diyalektik dönüşüme elverişli bir “X”-“X-olmayan” (negation) fark olmadığı gerçeğini atlıyorlar. Örneğin cinsiyet en temel ikili kategoridir. Ancak “kadın, sadece erkek-olmayan”, hele onun zıddı veya “anti-tezi” değildir.

  • İkirciklik ve paradoks: Fakat EGOnun kendi bekası açısından elzem olan bu ikicillikler yapay ise, yani ister “idealist”, ister “tarihsel maddeci” kategoriler olsun, yaşamda geçerli (valid) temsili karşılıkları yoksa “diyalektik sentez” veya “ilerleme” filan da olamayacağı için paradoksal sarmalda takıntılı kalınır. Yani “iki ucu pis değnek”, “yukarısı sakal, aşağısı bıyık”, “40 katır, 40 satır”, vb. durumları. Türkiye güncel siyasetindeki “laik-dindar”, “modern-mütedeyyin mahalle”, vb. ” tez-antitezler” ve de dolayısıyla safsata “yerli ve milli”, “Türk-İslam sentezi”, vb “sentetik (=yapay) sentezler” gibi.
  • Hem X, hem de X-değil ve ikilik (Duality): Bu biliş biçimi de zaten ikicil veya ikircikli kategorilerin mutlaka birbirlerinin zıddı değil, sadece “farklı” olduğu bilişine varıldığını gösterir. Nitekim yapısalcı ve post-yapısalcı entelektüel katkıları kavramak bu açıdan da önemli.

Her halükarda, öznenin bilişsel süreçleri kutuplaşmış uçlar arasındaki farklı derecelerin, boyutların ve katmanların da eklenmesiyle gelişir. Örneğin tipik bir simge olarak kullanılan Siyah/Beyaz arasında sadece grinin farklı tonları yoktur; gökkuşağındaki renk tayfının başka renkleri ve tonları da vardır. Nitekim, “diyalektik sıçrama” veya “dönüşüm” (transformation) de aynı analitik düzlemde olmaz.

  • İki değerlilik (Ambivalence): Zaten paradoksal sarmaldan kurtulma ve sorunsalların çözümü de salt bilişsel/rasyonel/entelektüel analitik söylemde değil, eşzamanlı olarak duyuşsal/bedensel/irrasyonel eylemde de olursa olur. Özne/öncülü ister bilincinde olsun, ister olmasın. Ayrıca, örneğin bir Beşiktaş’lının hem Siyah, hem de Beyaz rengi kendisiyle özdeşleştirmesi ve ikisine birlikte fanatik “aşk” duyması değil; aynı zamanda da karşı takımın (bunlar da nedense hep iki renkli!) renklerine karşı da sadece fanatik “nefret” duymamasıdır. Her iki klübü de söz gelimi iyi veya kötü oynadıkça, yönetildikçe, vs. eleştirebilmesidir.
  • Ne X, ne de X-olmayan ve çoğulluk (Neither/nor ve multitude): Gerçeklik temsili kategoriler birbirlerinden ayrıştırılarak çoğaldıkça ve bilişler iyi/kötü vb. “duyuşlardan arındıkça” (neutrality), entelektüel akıl yürütmeler ve kavramsal temsiller de birbirleriyle ilgili veya ilgisiz (irrelevant) olarak yeniden sınıflandırılır. Eskilerin kullanım sınırları belirlenir. Yeni kavramsal temsiller devreye girer.
  • Diyalojik çoğulculuk (Dialogic plurality): Çoğulcu demokrasiye de, hele Türkiye gibi son derece heterojen, eski geçmişli fakat buna rağmen hem kısa, hem de çok politize olmuş tarihli ve çok boyutlu yarılmış bir toplumda, ikişer ikişer çarpışmalar ve çatışma çözücü uzlaşmalar ile ulaşılamayacağı kanaatindeyim.

Zaten “diyalojik ilişkisellik” de yeterince ayrışmış kavramsal ve dakik kullanılan “ortak düşünsel dil ve çoğulcu toplumsal vizyon” gelişmeden olanaksız görünüyor. Nitekim yazılarımda kullandığım “diyalojik ilişkisellik” kavramının da genel kullanımdaki gibi “ikili görüşme” anlamındaki diyalog ile doğrudan veya pek bir ilgisi yok. “Çoğul (rasyonel/irrasyonel) mantıklı ve yeterince geçerli ilişkilendirilebilen çoklu söylemsel etkileşimler” ile çok var. Kaldı ki bu da gerçekleştirilmeden “demokratikleşme” de, “özgürleşme” de sadece çok uzak ve ütopik bir hayaldir.

VE TÜRKİYE İÇİN SEÇİMLERİMİZ

Bu yazının bazı okuyuculara hayli yoğun gelebileceğinin farkındayım. Fakat şunun şurasında seçimlere de bir hafta kaldı. Yoksa, yani bol vakti olsaydı eğer, bu konularda rahat rahat eleştirel okumayı, özdüşünümsel öğrenmeyi, uygarca tartışmayı, anladıkları ve gündelik yaşamdaki bireysel/kolektif toplumsal pratiklerimiz üzerinde birlikte diyalojik düşünmeyi ve değişmeyi çok sever aydın/entelektüellerimiz. Dolayısıyla da onların önderlik ettiği siyasetçiler ve halkımız. Bakarsınız Cumhuriyet ulus-devlet toplumunun ilk yüz yılda, milletin yüzlerce yılda, insanlığın binlerce yıldır yapamadığını bir haftada hal edip, gelişip, dönüşüveririz!

Türkiye 14 Mayıs’ta “ya demokrasi, ya da otokrasi” seçimi yapılacak denilen sandığa giderken, tedavüldeki bazı bilişsel kategoriler ve entelektüel argümanlar üzerinde biraz daha geniş kapsamlı, katmanlı ve derinlikle düşünmekte ve alışkanlıkları değiştirmekte yarar görüyorum.

Her seçmen tüm bilişsel/duyuşsal gelişmişliğini ve siyasi muhakemesini kullanarak oyunu verecek. Elbette salt kendini değil, henüz seçmen olmayanlara karşı duyabildiği sorumlulukları da dikkate alacak. Vereceği oyun “geçerli” sayılmasını, seçimin “güvenlikli” olmasını dileyecek. Biz de umalım ki geleceğin hem kendisi, hem de ülkesi için daha huzurlu ve özgürleştirici olması için sürecin bu seçimi ile noktalanmayacağını bilecek. Dolayısıyla da bunları arzuladığı ve layık olduğuna inandığı ölçüde sonrasını da ölünceye kadar yakından takip edecek.

Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazdı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aydan Gülerce Arşivi