Şahap Eraslan
Dış güçler masalı ve paranoya
Ülkede yaşanan ekonomik krizin nedenini iktidar "dış güçler" propagandasıyla pazarlıyor. Propaganda yanlış bir bilginin ve yalanın doğruymuş gibi ve sıkça sunulmasıdır. Tarihte ilk kez II. Ramses’in uyguladığı biliniyor. MÖ 1274’te Kadeş Savaşı’nı kazanamayan, hatta yenilmekten zor kurtulan ve bunun sonucunda tarihte ilk yazılı anlaşma olarak bilinen Kadeş Antlaşması’nı imzalayan II. Ramses, Kadeş’i Mısır topraklarına katmayı başaramıyor.
Ülkesine döndüğünde ise görkemli duvar kabartmalarıyla, kazanamadığı bu savaşı kahramanca kazanmış gibi anlatıyor. Bu kabartmalarda Ramses bir kahraman, bir cengaver olarak resmediliyor. Bir palavra, propaganda yoluyla kahramanlık öyküsüne dönüştürülüyor. Erdoğan’la Ramses arasında birçok benzerlik var: Yalanı, palavrayı iyi pazarlayabiliyorlar; ikisinin kahramanlıkları da argo deyimle ‘çakma’ kahramanlık ve kabadayılık. Yalnız Ramses zamanında gazete, televizyon ve internet yoktu. Bilginin doğru olup olmadığını kontrol etmek neredeyse olanaksızdı. Ramses’i tanrının yeryüzündeki temsilcisi sanan Mısır halkının anlatılana kuşkuyla bakması da günah gibi görülüyordu. Günümüzde ise söylenenlerin doğruluğunu araştırmak çok kolayken insanların ‘inanmayı’ ‘bilme ve bilgilenmeye" tercih ettiklerini görüyoruz…
PROPAGANDA VE SÖYLEM İKTİDARI
Ramses’ten bu yana propaganda, güç sahipleri ya da güç edinmek isteyenlerin kullandığı etkin bir silah. 2003 yılında Almanca Die Zeit dergisinde yayımlanan bir yazısında dil bilimci George Lakoff, Irak Savaşı’na dair "metaforlar öldürür/katildir" diye yazarak ABD’nin dil üzerinden bir savaş çıkardığını, katliamın önce metaforlar/propaganda üzerinden olduğunu anlatıyordu. Ayrıca kendisiyle yapılan başka bir söyleşide, ABD’ye düzenlenen terör saldırısında kullanılan dile dikkatimizi çekiyordu: Bush saldırıda ölenlerden önce "mağdur/kurban" (Opfer) olarak söz ederken daha sonra bu insanları "kayıplarımız" (Verluste) olarak nitelemeye başlamıştı; "kayıplar" savaşta ölenler için kullanılmaktadır. Dildeki bu değişiklikle, bir terör eylemini Amerika’ya kendi toprağında yapılmış bir savaş saldırısı gibi sunuyordu.
II. Dünya Savaşı’nda Japonların Pearl Harbor saldırısının çağrışımlarını kullanarak halk savaşa hazır hale getirildi ve bu kısa ön çalışmadan sonra Afganistan’a yapılacak saldırıya karşı çıkacak neredeyse kimse kalmadı. ABD savaşı önce dilde başlattı, insanlar bu söylem değişikliğini benimsedi ve bu dili kullanırken aynı zamanda farkında olmadan savaş taraftarı oldular.
Lakoff’un kast ettiğini ülkemize aktarırsam: Bu ülkede ne zaman savaş üzerine bir anket yapsak halkın tamamı ya da tamamına yakını savaşın ‘çok kötü bir şey’ olduğunu söyler. Hırsızlık, iftira ve yalan konularında anketler yapılsa sonuçlar benzer çıkar...
Durum bu iken ülkede neden savaş, yalan, iftira ve hırsızlık var? Lakoff ve bazı dilbilimcilere göre, dil üzerinden düşünürüz; yani dil düşünceyi belirler, düşüncenin strüktürünü oluşturur. Dili değiştirerek düşünceyi de değiştirebilirsiniz; dile hakim olanlar böylece düşünceyi de denetleyebilirler. Duyguları ve düşünceleri kullanılan dille bir yöne kanalize etmeyi başardığınızda savaş istemeyen insanlar birden kendilerini savaşçı bir dilin içinde ve savaş yanlısı olarak buluyorlar. Bu dili kullananlar bazen savaşın vahşiliğini algılamamızın dışında tutuyorlar, istediklerinde, işlerine öyle geldiğinde bu savaştan haberimiz olmuyor ve biz eğlence programlarının heyecanına kapılıyoruz. Bazen bu ülkenin doğusunda olanlardan haberdar olmamamız, orada yaşananların radarımıza takılmaması da bununla ilgili. Yani arka planda kirli bir savaş sürerken biz sağlıklı beslenme programları izleyebiliyoruz.
METAFORLAR, KAVRAMLAR VE POPÜLİST POLİTİKALAR
Savaş, barış, ekonomi, pandemi, döviz, finans kapital, kriz gibi herhangi bir konuyu konuşurken, "Düşünüyorum da…" diye başlayan cümleler kurarız. Bu aslında kendimize söylediğimiz bir yalandır. Çünkü biz düşünmekten çok, ‘düşünüyormuş gibi’ yaparız. Ayrıca beynimizin aktif olması, kafamızdan bir şeylerin geçmiş olması ‘düşünmek’ değildir. Bu kadar farklı, derinlemesine ve kapsamlı ön bilgi gerektiren konuları incelememiz ve düşünmemiz mümkün de değildir. Çünkü bu konular uzmanlık gerektirir ve bu konuları ‘düşünmek’ ile kast ettiğimiz şey, bu karmaşık konuları çok basite indirgeyerek biraz kavradığımızı ima etmemizdir. İşte bu karmaşık ve bilgi gerektiren konuları güvendiğimiz insanların düşüncelerinin özetlerini kaparak, bazı meseleler arasındaki bağlantıları onlardan ödünç alarak kendimizi düşünce sistemlerinde konumlandırırız, politik duruş ve parti seçimi gibi.
Mesela pandemi döneminde çok az bilgimiz olmasına rağmen güvendiğimiz insanlar ve kurumlar (tıp, devlet, hükümet, uzmanlar vd.) önerdiği için aşı olduk ve bilgimiz olmamasına rağmen bazı kulaktan duyma bilgilerle aşıyı savunuyoruz. Benzer bir durum ekonomik kriz anlatısında da geçerli: "Dış güçler ekonomimizi batırıyor!" Erdoğan ve çevresini savunanlar başta olmak üzere, bilgileri olmamasına rağmen bu ürünü satın alan halkın sözüm ona bir "fikri" var.
Lakoff, metaforların içermemesine rağmen deneyimlerimizi ve hafızamızdaki benzer bilgileri de aktif hale getirdiklerini yazar. Mesela ‘terörist’ kavramı bizde bir realiteyi tanımlayan bir kavramdan öte bir metafordur. Bu metafor çeşitli anlamları içerir: Çocuk katilleri, bölücüler, caniler, devleti yıkmaya çalışan hainler, dış güçlerin yerli piyonları, işbirlikçiler, satılmışlar vs. Kimlerin terörist olduğuna karar verme ‘hakkı’ da devlette ve devletin olanaklarını elinde tutanlardadır. Devlet ya da devleti yönetenler bir grubu terörist ya da terör destekçisi olarak tanımladığında, teröriste ait tüm sıfatlar ve negatif tanımlamalar yeniden aktif hale gelir. Barış İçin Akademisyenler, sadece bir metni imzalayarak barış isteyen insanlar değil, bebek katili destekçileri, vatanı bölenler, devleti yıkmak isteyen hainlerdir aynı zamanda!
Bu metafor, derin yoğun negatif duyguları ve teröre ve teröriste duyulan hıncı aktif yapıyor. Doğunun dağlarında "terörist" kovalayamayanlar, Ankara’nın üniversitelerinde nihayet sürek avına çıktılar. Ve çakma kahramanlar bu insanlara yönelerek naralarını atmaya başladılar. Ellerinde kalem olanların üzerine devlet tüm gücüyle yüklendi... Bu metafor etkinleştirildiğinde, halk onlarca yılın birikmiş "terör öfkesini" bu insanlara kustu ve Erdoğan’ın onlara yönelik zulmüne karşı çıkmadı. Burada asıl mesele ise şuydu: Erdoğan ve yandaşları kendi kirli işlerini birilerinin üzerine bu yöntemle yıkarak ellerini bu insanların masumiyetinde yıkadı!
Ramses’ten bu yana güçlüler bu ürünü satarlar ve halk satın alır. Popülist propaganda, yalanın gerçek gibi sunulması ve böylece gerçeğin gizlenmesidir. Bu yöntemin en etkin yanlarından biri, halkı uyutmak ve halka unutturmaktır. Savaş tacirleri genelde doğruyu söylemezler. Bush Afganistan meselesini birkaç günde halledeceğini, bundan sivil halkın zarar görmeyeceğini, kendi asker kayıplarının çok az olacağını anlattı. Kendi ülkesinde demokrasiyi katleden Erdoğan ve çevresi de Suriye’deki diktatörlüğü yıkıp demokrasiyi getirecek ve Emevi Camii’nde toplu halde namaz kılınacaktı. Halka doğruyu söyleseler hiçbir halk savaşı onaylamaz aslında.
Cepheden cenazeler gelince bu kez de halkın intikam duygularını, "Kanını yerde koymayacağız!" kodlarını akort edersiniz. Bunun da alıcısı çoktur. İşler sarpa sarınca, zaten "Türk’ün Türk’ten başka dostu yok!"tur. Bu paranoyak komplo söylemi, ırkçılığı kimliğinin çekirdeğine koymuş insanlarda çoğu kez etkili oluyor. Yeryüzünde binlerce halk var, 200’ün üzerinde devlet. Beğenilmediğini bilen çocuklar bile aynada kendilerine bakar ve çekidüzen verip beğenilme derdine düşerler. Bir gün, bu kadar grup içinde neden bir dostumuz yok, bizi neden sempatik bulmuyorlar, neden halklar bizi itici buluyor sorusu sorulamaz mı? Vizesiz gidebileceğiniz kaç ülke var? ‘Neden?’ sorusuna ‘ötekinin adiliği ve kahpeliği’ yanıtı çok anlamsız da olsa alıcısı çok...