Süreyya Karacabey
Ebedi kazların alçaktan uçuşu
“Fyodorov her kitabı rasgele okurdu- ya ellinci ya iki yüz on dördüncü sayfadan başlardı. Gerçi tüm kitaplar ilginçti ama bu şekilde okumak daha iyi ve ilginçti çünkü insan kaçırdığı her şeyi kendi tamamlamak ve anlaşılmaz ya da kötü bir yere varınca baştan yazmak zorunda kalırdı.”
Platonov'un , Hayvanlar ve Bitkiler Arasında' da okumuştum bunu, ve “yanlış fikri silmeye ve yerine doğrusunu yazmaya dayanan” ve Sitüasyonistler tarafından uygulanan “edebi komünizme” uygun bir örnek teşkil ettiğini de sonradan öğrenmiştim.
Bizim gibi gündemle dövülerek büyüyenlerin çağrışım hatlarında oluşan kalıcı bozukluk, oturup bu güzel örnekten edebi tekniklere doğru bir yolculuk yapmamın önüne geçtiği için, bende yarattığı ilk duygunun aynı kitabı aynı biçimde okuyup, farklı bir sonuç çıksın diye dua ettiğimiz bu saçma hayata karşı bağırma arzusu olması olağandı. Bir uzaylının benzin fiyatlarıyla ilişkisini düşünmeye başlayacak kadar, mekanik aletlerden seçim mevzusuna sıçrayacak kadar hastalıklı bir ruh halinin içine düşmüştüm. Tanrı'nın da dediği gibi, bazı kavimler varolmadan yok oluşun içindeydi, hep birlikte hızlıca olmayan bir yere doğru koşmak, onların tözüne içkindi. Yani doğrudan dememişti ama dediklerine bakılırsa, böyle de diyebilirdi.
Her şeyi birbirine bağlayan zihnim, yine aynı adamın “deve dikeni ve dilenciler, tarlalarda türkü söylemek, elektrik bir lokomotif ve düdüğü ve depremler arasında bir tür akrabalık vardır” sözüne sırtını yaslayarak, “bir defa da olası görünmeyene, gücün tanımadığına, alışıldık olmayana bir şans verin ey yurttaşlar” diye bağırmak istedi.
Sonsuz bir mantıksızlıkla devinen bu sisteme bakıp, akılcıl sonuçlar çıkarmaya çalıştığımız için bu haldeyiz belki de diye bağırdım mutfakta. Makul olanın peşinden uzaklaşmadan bu saçmalıktan kurtulmayacaktık.
Dedikleri doğru olsaydı, tuz ruhuyla ve asitle eritilebilir olsaydı çok şey, şimdiye kadar denenenlerin gerçekten huzurlu bir toplum gibi bir hedefi olsaydı, kurdukları o retorik evrende, hakikatin bir kırıntısı olsaydı sevgili yurttaşlar, biz şimdi daha mutlu insanlar olmaz mıydık? Öyle olsaydı ben şimdi mutfakta, deneyeceğim yeni bir yemek tarifinde kullanacağım malzemenin fiyatına değil, niteliğine bakıyor olmaz mıydım. Vaat ettiklerinde ya da bize anlattıkları ülke masalında gerçekten kalplerini acıtan bir hikaye bile değil, minicik anektod olsaydı, bu kadar çocuk aç kalır mıydı ey sevgili yurttaşlar!
Sen sakın siyasetçi olma dedi, domates, barbunyaya benim yerime, bamyayı koyardın. Domatesleri bile kendi aklımıza uydurmuştuk, yemek kitabı okumuş bir domatesle, bir azınlığın çıkar kitabını kendi kelimeleri sanan bir yurttaş arasındaki farkı düşündüm. Ben zaten siyasetçi olmayacağım dedim ahmak domatese, sadece aynı yolu aynı biçimde yürümenin kimseye bir şey kazandırmadığını bağırıyorum, aklıma her geldiğinde. Aynı düşüş, aynı çamur, hooop başa dönüp, hadi yine buradan yürüyelim diyenlere dayanamıyorum sadece.
İşine her gün aynı yolun kaldırımdan yürüyen adamlara benzemiştik, arka yoldaki papatyalı yamaçla hiç karşılaşmayacak, hissettiğimiz şeylerle bildiklerimiz arasındaki çatlağı büyütecek, aynı sloganlar karşısında aynı tepkileri verecek, bir de şunu farklı yapsam ne olur demeden ölecektik.
Her şey çok acıklıydı, birbirimizi anlamadığımızı iddia ettiğimiz bütün o cümleler, kendilerinden başka dertleri olmayan küçük bir topluluk yüzünden yaşadığımız ayrışmalar, adaletin unutulduğu bir yerde bizi birbirimize düşüren dilin aynılığında bulduğumuz farklar, hepsi çok acıtıcıydı. Ama daha fenası, herkeste yerleşen değişmezlik duygusuydu, en beteri, en fenası buydu.
Mümkün olduğuna inandığımız her şey aşırı zalim ve sadece kötülük getirici. İmkansız sandığımızı deneyelim.
Bir çıkmazı çözüm diye sunuyorlar, şimdiye kadar hiç çıkan olmadı, çıkmaz dediklerini deneyelim.
Şimdiye kadar hep ortak çıkarları olan insanları düşmanlaştırarak burada kalmayı becerdiler. Kan davasının bir sonucu yok. Eşit yoldaşlığı deneyelim.
Onların makul dediği her şey anlamsız, doğru dedikleri her şey yanlış, bölgesel çıkar dedikleri şey kirli. Birlik beraberlik dedikleri sadece bölünmeler yaratıyor, heterojen olanların birlikteliğini deneyelim.
Elimizi taşın altına koymazsak, dünya tepemize yıkılacak, çöle salınan ve ıssız yerlere günahlarımızı taşıyan o keçi, şimdi kapımızda, yüzümüze bakıyor. Günahı kolektif paylaşmayı deneyelim.
Ayrıca barbunyaya ne koyacağım sadece beni ilgilendirir, yemeği ben yapıyorum ama deneyerek başka bir lezzeti ortaya çıkarabilirim. Soğanlar çok kavruldu be yurttaşlar, domatesler çok ezildi, bu tepetaklak olmuş düzende adalet, sadece tersinden tesis edilebilir, bunu hep hatırlayalım.
Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.