Erdoğan sevilmeye değer mi?

Erdoğan’ın en büyük başarısı, insanları sürekli küçük ve aşağılık olduklarını düşündürüp aynı zamanda onları insan yerine koymasıdır. Önce siz sadece istatistiklerde insansınız duygusu, sonra da siz çok önemlisiniz duygusu.

İnsanlar yıllarca kendilerine düşmanca davranmasına, aşağılamasına rağmen peşinden gidiyorlarsa bu sadece aptallıkla açıklanamaz. Sosyal bilimlerde ilgilendiğiniz, anlamaya çalıştığınız grubu ‘aptal’ ilan ederek incelemek sorunludur. Ayrıca insanlar neden aptaldır sorusuna da bir yanıt bulmak gerekir...

BİR ELMANIN YARISI OLMAK

Her insan erken doğar. Bazı canlılar doğduklarında anne/babaları tarafından terk edilmişlerdir ve hayatla baş edecek donanımla yaşama başlarlar... Bazı hayvanlar birkaç ay ya da bir kaç yıl annelerine, sürülerine bağımlı olarak yaşar ve sonra da bağımsızlaşırlar. Büyüme/gelişme dediğimiz şey canlının bağımsızlaşma sürecidir... İnsanın annesinden bağımsız olması diğer canlılarla karşılaştırdığımızda daha uzun sürer. Bu durumda insan uzun dönem yetersizlik ve eksiklik duygusuyla yaşar ve kendisini tamamlayan olarak da annesini görür (bizim kültürümüzde bu işi anne üstlenir genelde). Bir dönem sonra kişi anneden bağımsız olsa da bu bağımlılık dönemine ait eksiklik duygusu iç dünyamızda kalır. İnsan doğduğunda psikolojisi de tamamlanmış olarak doğmaz. Psikolojik doğum gelişim/büyüme dediğimiz süreçte gerçekleşir. Aslında psikolojik olgunlaşma ömür boyu devam da eden bir süreçtir. Bazı insanlar bu psikolojik doğumu gerçekleştiremez ve anneye/babaya/otoriteye bağımlı kalırlar. Bu insanlar işte kendilerini tamamlayan birini bulduklarını sandıklarında kendilerini bu führere, reise, başbuğa bağımlı hale getirerek onların emirlerine göre yaşarlar...

Biz aşkı da bir eksiklik gibi görürüz: Bir elmanın yarısı ben ve diğer yarısı da sensin. İkimiz birlikte bir olabiliriz. Tek başına insan bu konsepte eksiktir, yarımdır... Eksik yanımızı bulduğumuzda tamamlanmış oluruz. Eksik insanlar her ilişkilerinde kendilerini tamamlayacak kişiyi/tarafı da bulamazlar, ama bulduklarını sanabilirler. Ben arkadaşlarımla konuştuğumda burjuvazinin insanları köleleştirdiğini, insanları ezdiğini ve bu durumun düzeltilmesi gerektiğinden söz ederdik. Bir zaman sonra insanlar ezilmeyi öylesine içselleştiriyorlar ki başka bir dünyanın var olabileceğini hayal dahi edemiyorlar. Yani kendilerini tamamlayan öteki yarıları olmazsa var olamayacaklarını düşünüyorlar.

Kolektif kültür birey olmayı ve bireysel olanı azami zorlaştırır. Kolektif kültürün ben’i aslına grupsal/ailevi ben’dir. Mesela bir seansta anne bana “bizim çocuk sınıfta yaramazlık yapmış” diyor. Ben (psikoterapist) ve anne (hastanın annesi. Benimle ilişkisi hastam üzerinden). “Benim çocuğum” ya da “çocuğum” demiyor... Bizim çocuk?

Buradaki biz aslında ben anlamındaki grup/kolektif ya da aile ben’i... Yani grup olamadan kişi tek başına birey olamaz. Bu, kolektif toplumun kişilerinin birbirlerine ekonomik, sosyal, psikolojik bağımlılığı da demektir. Kolektif kültürdeki kişi ötekiyle ilişkilenirken çoğu kez hiyerarşik ilişkilenir. Bu tür ilişkilenme insanlar arasında kendiliğinden bir hiyerarşi oluşturur. Kolektif kültürde iki yabancı karşılaştıklarında aradaki yabancılığı gidermek için birbirlerini ailesel bir konuma getirerek (tanıdık bir ilişkilenme biçimi, tanıdık olduğu için de kişiye güven veren, yabancılık duygusunu aşmasına yardımcı olan bir biçim) ilişkilenirler. Örneğin iki kişi karşılaştığında yaştan ötürü konumlanma (ağabey, kardeş, bacı) ya da akrabalıktan ötürü konumlanma (amca, dayı) oluşur. Bu konumlanmanın getirdiği kurallar vardır ve bir hiyerarşiyi içerir. Burada ilişki ritüelize edilerek aslında sınırlar, görünmez duvarlar ve roller de belirlenir. Mesela birine ‘ağabey’ diyorsam ilişki ağabey/kardeş denkleminde yürüyecek ve roller buna göre dağılacaktır. Akraba olarak konumlandırdığım kişiyle aramdaki cinselliği de neutralize ederim ve ensest tabuyla aramıza da görünmez bir sınır çizerim. Kolektif kültürdeki kişi de yarımdır. İşte bu yarım kişi olma hali eşi üzerinden öteki yarısını bulduğunu ve tamamlandığını kurgular.

Psikanalitik eş terapisi uzmanı Jürg Willi, eşler arasındaki ilişkileri incelerken (Die Zweier-Beziehung, Rororo Verlag, 1992) eşler arasındaki ilişkilerde iki farklı tutumdan söz eder: ilerici (progressif) ve gerici (regresif) savunma biçimleri (s. 20). Birbirini tamamlayan sağlıksız ilişkilerde bir taraf ilerici/yetişkin/anne/baba konumundayken diğeri ise geri/olgun olmayan/çocuksu konumundadır. Sağlıklı ilişkilerde kişiler birbirini tamamlarken bu roller ve konumlar yer yer değişir.

Sağlıksız ilişkilerde her kişi kendi konumuna sıkı sıkıya bağlıdır. Bunu sosyal düzene aktardığımızda bazı kişiler çocuksu bir tutumla yöneticilerinden kendileri adına karar vermelerini beklerler. Geleneksel toplumda birey sıkça karar vermek durumunda kalmaz. Kararı genelde kolektif verir (aile/kişinin içinde yaşadığı grup). Bazı kararlar ise vazifeler ve toplumdaki sistemler üzerinden organize olur. Günümüzde her insan farkında olarak ya da olmayarak birçok karar vermek durumundadır. Bazı kararları düşünmeden veririz. Mesela bugün ne giyeceğimiz havanın durumuna göre belirlenir. Mesai saatlerimizi başka kişiler belirler. Karar vermek, sorumluluk almak ve özgürlük demektir de. İşte sorumluluk meselesi yanlış karar verildiğinde karar veren için olumsuz sonuçlar da doğuracağından kişi çocukça bir konuma girerek karar vermeyi yücelttiği yöneticilerine aktarır ve yöneticilerin kendisi için karar vermesini bekler. Karar vermek için karar vereceğiniz konuda bilgi sahibi olmanız gerekir. Günümüzde bilginin çokluğu ve bu kadar çok bilgiyi kişinin edinememe zorluğuna karşın karar vermeyi birine yükleyerek hayatı da kolaylaştırmak mümkün oluyor.

ERDOĞAN VE AYARTMA/KANDIRMA POLİTİKALARI

Flörtlerden de bilinen bir bilgi var: Bir insanı ayarlamak için, ayartmak için ona hayal satmanız gerekir. Politikacılar çoğu kez hayal pazarlayıcıları/satıcılarıdır. Bärbel Wardetzki (Narzissmus, Verführung und Macht [Narsizm, Ayartma/Baştan Çıkarma ve İktidar], Goldmann Verlag, 2018) kapsamlı bir çalışmayla iktidar, narsizm ve ayartma ilişkilerini incelerken ayartmanın özdeğer duygusuyla doğrudan bir bağlantısı olduğunun altını çizer. Ayartma şiddet kullanmaksızın bir kişiyi manipüle etmeye yarar. Ayartmanın başarılı olabilmesi için ayartılanın ayartma aracına (güzel sözler, para, narsizmi okşama, övme gibi) gereksiniminin olması gerekir.

Ayartma bir yokluğa, yoksulluğa işaret eder aslında. Ayartmada benim istemediğim, o an aklımda olmayan bir yana birinin beni pozitif bir yöntemle yönlendirmesiyle mümkün (s. 45). Canım iş çıkışı eve gitmek istiyor ve yolda karşılaştığım bir arkadaşım beni bir yere kahve içmeye ikna ediyor. Özdeğer ve özgüven duygusuna seslenmek ayartma yöntemlerinden biridir (birine güzel/zeki olduğunu söylemek). Politikacılar da oyunu almak istedikleri grupları ayartmaya çalışırlar. Mesela Kürtler seçim öncesi genelde terörle ilişkilendirilirken seçimde bu ‘teröristler’den oy isterler. Alevilerin inançları da seçimlerde ‘saygın’ olur...

Ayartan açısından başka bir konu da başarıdır: Ayarttığı oranda başarılı sayar kendini... Kandırmanın olması için çoğu kez birilerinin de kandırılmaya yakın olması gerekir. Birini kandırabiliyor olmanın narsistik bir hazzı/kârı da vardır. Ayartmanın inandırıcı olması için gerçeklikle ilişkili olması ya da en azından gerçeklikle ilişkilendirilen yanlarının olması gerek. Mesela aptal biri kendisini dünyanın en akıllı görmeye meyilli olabilir ama onu dünyanın en akıllısı olduğuna ikna etmek biraz zordur. İnsanların arzuladıkları gerçeklikle de ilişkilendiriliyorsa başarılı ayartma olabilir. Bazen ise bu gerçeklikle ilişkisi olmayan iddia bir vaade dönüştürülürse kabul edilme şansı artar. Mesela ‘Türkler çok zekidir ama onlara olanak verilmiyor ve biz insanımıza zekasını kullanacağı şartları yaratacağız’ biçimindeki bir söylemin alıcısı çok olur. Burada dolaylı olarak ‘birbirimizi tamamlayalım’ sözü de verilir. 'Siz akıllısınız ama olanaklarınız yok. Biz olanak sunabiliriz ve böylece iki taraf da bu durumdan karlı çıkar' anlatısı var. 'Sen çok akıllısın ve ben de çok güzelim. Akıllı ve güzel bir ikili oluruz' gibi... Burada genelde kişi kendisini eksik, yetersiz gördüğü için ötekiyle bütünleşerek bir şeyler olmayı dener. Ben yoktur, ben sadece biz olunca bu biz’in içinde var olabilen bir ben’dir.

Bir başka aldatılma/ayartma biçimi ise Wardetzki’ye (s. 50) göre överek aşağılamadır. Erdoğan... Aslında aşağılayıcı övgü ustası... Barolar Birliği’nden hukukçuları, ekonomiye ilişkin toplantılarda ekonomistleri aşağılamak. Televizyonlarda gazetecileri aşağılamak... Bir yandan bu toplantılara giderek bu grupları önemsemek ama toplantı esnasında da bu meslek grubunu aşağılamak... Aşağılanan halk aynı camide namaz kılmakla övünüyor. İnsanları açlıkla terbiye eden Erdoğan bu insanların kafalarına çay kutuları fırlatarak halkı 'ödüllendiriyor' ama ödüllendirme aynı zamanda aşağılayıcı da.

Aşağılananlar (halk) aşağılayandan (Erdoğan) korkuyorlar. Bu korku mutlaka zulüm görmeyle veyahut Silivri zindanıyla ilişkili de olmayabilir. Erdoğan kendini muhteşem, ulaşılmaz, yüce, dev bir konuma getirdiğinden kendini küçük gören aynı zamanda küçültülmüş kişilerdeki bu büyük/küçük relasyonundan ötürü oluşan tedirginlik. İşte bu küçültülen kişiler bir dönem sonra bu küçüklüğü kabul ediyor ve bu duruma alışıyorlar ve bir vakit sonra kendi kendilerini küçültüyorlar: ‘Ayakkabısını yalarım’ deyiveriyorlar... Yalamak sadece insanlarda olduğu gibi kültürle de ilişkili olmayıp doğada da görünen bir eylem. İnsanlarda yalamak çok yakın, mahrem bir ilişkinin göstergesidir. Hayvanlar da yalayarak yakınlaşabiliyorlar. Hayvanlar temizlik amaçlı yalarlar genelde. Bir de canlılar genelde birbirlerini karşılıklı da yalarlar... ‘Kadınlar karısı olmaya hazırım’ derken aslında erotik bir çekimden çok aşağılanmayı kabul etmekle ilgili bir durum...

Burada insanlar bir yandan kendilerini küçültüyorlar diğer yandan bu insanlar kendilerini kendileri de küçük görüyorlar da. Burada başka bir psikodinamik var. Aşağılama gibi görünen bu durumun ardında bile kişinin kendisini koruma çabası. Seansa geç gelen biri kendisine hakaret ederek ve kendisine kızarak aslında terapistin kendisine kızmasının önünü de kesiyor. Başkasının bize kızgınlığı ve aşağılamasının narsistik incinmesi daha fazla olacağından kişi kendisini aşağılayarak hem ötekinin kızgınlığını önler hem de kızgınlığın kendi kontrolünde olmasını sağlar... Yani, sen ‘ayakkabımı yala’ dediğinde daha çok incinme olacağına kişi kendisi ‘ayakkabısını yalarım’ diyerek bu incinmeyi kontrol edilebilir hale getiriyor. Gerekiyorsa ben kendimi aşağılarım yani...

ERDOĞAN’A LAYIK OLANLAR KENDİLERİNE İHANET ETMEK ZORUNDADIR

Büyüklük ve küçüklük arasındaki mesafeyi Erdoğan kutsalı da kullanarak yaratıyor. Ekonomiden anladığını, piyasayı bildiğini söylüyor. Uzmanlar ekonomiye dair söylediklerinin anlamsız ve çok saçma olduğunu söylüyorlar. İşte burada ekonomiyi tartışmaktan çıkarıyor Erdoğan. Kutsalın arkasına gizleniyor. Eleştirilerin karşılığı ayetler ve hadisler oluveriyor... Tartışma reis ve kutsala karşı yani... Saçma diyenler kutsala hakaretten içeri veya sürgüne yani.

Aileler çocuklarını manipüle etmek, ‘yaşken eğmek’ için kullandıkları en etkili yöntemlerden biri de çocuğa ‘akıllı olursan severim’ lafıdır. Çocuk sevilebilmek için kendisinden beklenen davranışı gösterir. Bu davranışla çocuk annenin takdirini kazanır. Rüşvetle aldatılmayı bir pedagojik yöntem olarak çocukluktan tanıyoruz. 'Akıllı olursan sana dondurma alacağım, babana söylemezsen sana tatlı vereceğim' çocuğun ilk rüşvetidir. Çocuk şantaj da yapabilir ve verilen sus payı yeniden istenebilir. Bizim hayatımızda karşılığı olan, tanıdığımız yöntemlerin bizde etkili olma oranı yüksektir... Ayartma eleştiriyi, iradeyi ortadan kaldırır. Erdoğan’ın çevresine yaptığı en etkili manipülasyon da böyledir. Onun istediği gibi olursan sever, onun istediği gibiysen onun gölgesinden yararlanabilirsin. Onu eleştirenler ise başlarına gelenlerle ömürlerini geçirirler.

Anne babalar çocuğu olduğu gibi sevmiyor, kabul etmiyorlar. Çocuğu kendilerinin istediği kıvama getirerek çocuğun kendisine ihanet etmesini sağlayarak, ailenin istediği gibi olduğunda seviyorlar. Burada çocuk öteki, başkası, başka kişiliği olan değildir. Çocuk arka teker, baba/annenin fotokopisi yapılır (‘ağaç yaş iken eğilir’ aslında bu durumu tanımlar. Burada çocuk anne/babanın dışında özgün bir kişi değildir. Anne baba bu ağacı eğerek çocuktan odun, kalas, sopa, çıta yapabilir) ve iradesi kırılır.

Erdoğan’a layık olanlar kendilerine ihanet etmek zorundadırlar. Bunun bir anlamı da Erdoğan’ın çevresindekilerin ben’i yoktur ve bu kişiler ben’lerini Erdoğan’a teslim etmişlerdir. Bu kişilerin tiksintiye varacak tutumları işte iradelerinin olamamasıyla ilgilidir. Bu kişiler Erdoğan’ı savunduklarında arlanma duyguları yoktur ve yüzleri kızarmaz... Yetişkinlikte çaresizlik ve çıkmaz ne kadar çoksa o kadar insan ayartılmaya yatkındır. Ayrıca gereksinimin miktarı da ayartılmayı kolaylaştırır. Flört etmeyi bile beceremeyenlerin cennette hurilerle kendilerini hayal etmeleri gibi...

Bir dönem sonra ayartılan bir yalan balonun içinde gerçeklikten uzak bir dünya kurar. Eleştiri bu balonu patlatacağından eleştirenlerle düşmanca mücadele edilir. Burada çok basit bir dünya yaratılır. Karmaşık her sorunun çok basit çözümü vardır. Böyle basit formüller düşünme, rasyonelleşmeyi engeller ve insanlar yarattıkları palavra biyotopunda yaşarlar. İşsizlik, Suriyeliler defolsun... Ekonomik kriz... Dış güçler. Deprem... İçki içilmezse çözülür... Eleştireni yol ederek sorunu yok ettiklerini sanırlar.

ERDOĞAN’LA ONU SEÇENLER ARASINDA NARSİSTİK TAMAMLAMA İLİŞKİSİ VAR

Reis, führer, başbuğlar halkla aralarında “narsistik tamamlayıcı” (Willi, s. 76) bir ilişki olmasına özen gösterirler. Narsizm özdeğer duygusunun dengelenmesini tanımlar ve her insan ve her ilişkide kaçınılmaz olarak narsistik bir boyut vardır; bu çok normal bir durumdur. Narsizm insanın psikolojik (özdeğer duygusunu) dengesini tanımlayan bir kavramdır. Narsistik tamamlayıcı ilişkide bir taraf kendini yetersiz, güçsüz ama aynı zamanda şanssız sayar. Sıkça karşılaştığım bir söylem var. Sıradan kendi işini bile doğru dürüst yapamayan biri kurduğu cümleye “ben cumhurbaşkanı olsam” ya da “ben zengin/milletvekili” olsam gibi. Aslında çok değerli olduğunu, durumunu sadece şanssız olmasına bağlayan bu kişiler kendilerini tamamlayacak birini bulduklarında, yani o şansı yakaladıklarında bu kişiye bağımlı/bağlı olarak kendilerini var etmeyi denerler.

Yoksulluk, sömürü gibi tartışmaları, sınıfsal durumu bir yana bırakarak psikanalitik yanını anlamayı deniyorum. Tamamlayıcı narsistler kendi ideallerini gerçekleştireceğini umduklarına yansıtırlar ve böylece “önemli” olurlar. Sıradan insanlar bu tamamlayıcılık üzerinden özdeğer duygularını yükseltirler. Lider/führer/reis de bu ideal korkusuz ve güçlü adamı oynar. Her insan hayatının bazı dönemlerinde, anlarında bazı kontekslerde haksızlıklar yaşamıştır. İşte lider bu haksızlığı gidereceğini, intikam alacağını vaat eder. Kurgulanmış bir 'Müslümanlara yapılan zulüm' anlatısının intikamını almak ve kindar nesiller için iktidar oldu Erdoğan.

Kısacası Erdoğan ve onu seçenler arasında tamamlayıcı narsistik bir ilişki var. Erdoğan onlara yüce, muhteşem olma duygusu veriyor, onlar da bu duyguyla bir hiç olma duygusundan kurtuluyorlar. Ayakkabı yalayıcı olmak hiç olmaktan çok daha değerli yani... Bu anlatıda zaten ‘eşit insan’ kurgusu yok... Eşitsizlik içinde bir hiç olmaktansa Reisçi olmak var... Sıkça gözlenen 'çapsızlık' bu durumla da ilgili... Muhtarlar toplantısına katılanların yüzlerine bir bakın isterseniz... Halife edasıyla, seçkinler arasına katılmamın, kutsal ve ulaşılmaz biriyle çorba içmenin sonsuz gururu. İşte bu kitleler, 'insan sayılmaya', önemsenmeye karşı reise bağımlılar. Kuşkusuz narsistik tamamlayıcı ilişki çok itici gelebilir. Ama ulusalcı, Kemalist, adları neyse... İşte bu grupların halkı bu duruma getirmiş olmaları ve Erdoğan’a bağımlı olmaya zorlamış olmalarının da üzerinde durmak gerek...

Jürg Willi (s. 77) bir şef sekreterin şefi için her fedakârlığı yaptığını anlatır... Bu sekreter randevuları ayarlar, şefin kahvesini ikram eder, acıktığını anımsatır, şefin eşine doğum günü hediyesini organize eder, alışveriş yapar... Şefin adeta eli, kolu, beyni olur. Burada şefe iş için bağımlıyken, şef onu işten her an atabilecekken zamanla şef her konuda sekreterine bağımlı olur ve sekreter artık bu şefi her alanda kontrol eder. Sekreter ayrıca şefin olanaklarından da yaralanır. İşte bağımlılığın tersine dönmesiyle narsistik tokuşma/çatışma olur ve bu ayrılığa gider, diyor Willi. AKP’lilerle reisleri arasında sembiyotik bir ilişki var: Birbirlerinden karşılıklı yararlanıyorlar. Erdoğan yıllardır sadece kendi tarafına olanaklar sunuyor. Ortak suçları üzerinden mafyavari bir suç örgütü gibiler. Hepsi aynı gemideler.

DEPREMDE ERDOĞAN’IN İNŞAAT KURGUSU YOK OLDU

Modernin halk açısından ilk belirtisi elektrik, çelik ve betondur. Köylerden kente göç kentin köyde olmayan olanaklarına (sağlık, eğitim ve zenginlik) kaçış ve kentte bu olmayanlara ulaşma arzusunu da içeriyordu. Karanlık köylerden aydınlık kentlere, sokaklara göç aynı zamanda köylülük için geriliği, kent ise ileriyi temsil ediyordu. Kent aynı zamanda insanı anonimleştirir, kaybolur kişi. Kent, kente göçenlerden ilk beklentisi uyumdur ve kişinin uyum mekanizmaları yorulur. Apartmanlar aslında anonimleşmiş toplu yaşama mekânlarıdır ve apartman aynılık demektir. İşte bu aynı ve herkesten biri olma iç mekânların bireyselleştirilmesi, evlerin içini kültürel vatana dönüştürme çabasını etkinleştirir. Vatan Alexander Mitscherlich’e göre (Die Unwirklichkeit unserer Städte, Surkamp Verlag, 2008, s.15) bir mekânın kimliğe yansımasıdır da. Küçük yerleşim yerleri ‘biz’ duygusunu geliştirirken kentte anonimlik söz konusudur. Yeni şehirleşmeler betonla inşa edildiğinden esnekliğe izin vermez (s. 9).

Beton sert bir madde olsa da birleştiricidir de. Su, kum, çimento ve havayı birleştirir. Günümüzün mimarisini bu sert materyal belirliyor ve beton insanı da biraz betonlaştırıyor... Özellikle çelik ve beton kapitalist endüstriyle sıkı sıkıya ilişkili bir materyaldir (Anselm Jappe, Beton, Mandelbaum Verlag, 2023, s. 19). Çelik betonun sağlamlığı, dayanıklılığı, taşıma kapasitesi büyük binaların yapımıma izin veriyor. Çelik betonun bir özelliği de binaları, yapıları birbiriyle bağlantılı yapabilmesi... Çelik beton bir mucize gibi görüldüğünden çelik betonla inşaat endüstrisi her gün ‘yeni mucizeler’ yarattığını da iddia ediyor...

Çelik beton eleştirileri anlamsızlaştıracak sertliği/dayanıklılığı da sembolik olarak göğüslüyor. Çelik betonun eleştirisi 'solcuların' modernizm ve gelişme düşmanlığı olarak sunulur sağ politikacılar tarafından. Demirel ve çevresinin Boğaz Köprüsü eleştirilerine cevabı da benzerdir. Çelik beton gelişme, ilericilik, modernlik olarak sunulduğundan eleştirel tutum katı şekilde karşı eleştiriyle karşılaşır. Erdoğan da birçok sağcı gibi inşaat ve betonu kendi başarısı gibi sunuyor... Çelik betonun sağlamlığı, doğaya dayanıklılığı (rüzgâr, fırtına, güneş, soğuk, deprem) inşaat malzemesi olmasını kapitalizm kendisiyle özdeşleştirerek kapitalizmin eserlerini de sağlamlığın ve kalıcılığın eseri gibi sunuyor. Erdoğan da inşaatlarla tarihe geçip bu eserlerle kalıcı olacağına inanıyordu. Depremde Erdoğan’ın inşaat kurgusu da yok oldu aslında...

Faşizm çelik betonu başarısının sembolü gibi gösterdi. Devasa binalar, yollar ve çelik beton köprüler halkın gözünü boyamak için kullanıldı. Sonunda kentler betondan kafese dönüştürüldü. Katı ve kesin söylem esnek olmayan geometrik şekiller kentin resmini çiziyordu. Dik açılar ve yuvarlak ve kareden nefret faşist politikayla ilişkileniyordu (s. 45). Sovyetler Birliği de çelik betonu başarı simgesine dönüştürüyordu. Cumhuriyet de kendi başarı öyküsüne çimento katıyor ve başarısını çimento fabrikalarıyla gösteriyordu. Çelik beton büyük apartmanlar, gökdelenlerle kapitalizmin başarısı gibiydi adeta. Çelik betonun başarısı ucuz olmasından kaynaklıydı ve halk da çelik beton ucuzluğu sayesinde apartmanlarda yaşayabiliyordu. Beton diğer yöresel inşaat malzemelerinin kullanılmasını engelliyordu. İnşaat tek tip olmaya başladı, inşaattaki esneklik ve çeşitlilik kayboldu. Halkın ucuz apartmanlara yerleşmesiyle yoksulluğa duyulan öfke (vandalizm) halkın kendi yaşam alanına yöneldi. ‘Sınıfsal öfke’ kendi kendisine yönelik bir öfke, kendine zarar vermeye dönüştü. (s. 53). Toplu konutlarda yaşayan halk vandalizmle kendine, kendi semtine zarar verek sınıfsal öfkeyi kendisine yöneltir.

ERDOĞAN VE İNŞAAT MAFYASI

Para kazanılan alanlar kendi suç evrenini ve kriminallerini de yaratıyor. 1950’lerde 200 milyon ton, 2019’da 4,4 milyar ton çimento kullanımı (s. 71). Erdoğan’ın yollar yaptık diye övünmesini lokal bir fenomen gibi görenlere duyurulur. Çin son yıllarda açık arayla en çok çimento kullanan ülke... Bu son onlarca yıldır dünya genelinde izlenen politika yani... Her ülkede yollar ve köprüler yapılıyor. Dünya kirliliği tartışmasında çimento 'masum materyal' (s. 74) olarak fazla eleştiri almaz, çünkü nükleer artıklar ve plastik daha zararlı materyaller olarak görülür. Jappe (s. 71) Japonya’yı örnek verir: Betonun aşırı kullanımı politika, mafya ve inşaat sektörünü buluşturur. Tsunamiden korunmak için çelik beton engeller yapılır. 2011’de bu yapıların işe yaramadığı mafya, yolsuzluk, inşaat sektörü ve politikanın bu saçma ve işe yaramayan sonucu doğurduğu görüldü... Bu modeli Türkiye’ye depremlere aktardığımızda benzerliklerin çok olduğunu görürüz... Depremde aslında inşaat fetişizmi bitti... Erdoğan’ın bulduğu yanıt ise ‘daha çok beton dökeriz’ oldu... Depremde gene bu ülke kendi çocuklarını yedi... Ödipal çözüm, yani kendi evlatlarına canice düşmanlık ve onları yok etme yeniden yaşandı...

ERDOĞAN’IN SARAYI

Bu bir tiyatro oyunun parçası... Önemli, yüce kişi bekleniyor. Yüce kişi bekleyenleri bekleterek gerilimi artırıyor. Sonra yükseklerde, yücelerde beliriyor... Ulaşılmaz ve ideal olanı görüyor bekleyenler. Bu bir ermiş, kutsal birini yükseklerde görülmesi gibi bir şey... Sonra reis merdivenlerin başında konuklara bir göz atıyor. İşte üsttekilerle alttakiler arasındaki farkın/uçurumun altının çizildiği andır bu. Sonra bu kutsal olan, ermiş, evliya, hızır, melek... Merdivenlerden yavaş yavaş ama kendinden emin (bu güçlülüğün sahnelenmesidir) adımlarla iniyor. Alttakilere yüce olanın, kutsal olanın kendilerine doğru gelmesi ve alttakileri önemsenmesi sahnelenir. Burada tanrısal mertebedeki yüce kişi aşağıya yaklaşınca heyecan da artar. Nihayet kavuşma sahnesi. ‘Gerektiğinde sizden biriyim’ sembolik olarak gösterilir. Bazıların elini sıkar. 'Bana dokunabilirsiniz'dir bu. Bu sahne önemlidir, çünkü bu sahnede reisin gerçek olduğu görülür, duyulur ve dokunulur... Onu yukarıdayken izleyenler küçüklük duygusunu yaşarlar ve yüce kendilerine gelince bu yüceyle bütünleşerek bu yüceliğin bir parçası sayarlar kendilerini... Erdoğan’ın en büyük başarısı, insanları sürekli küçük ve aşağılık olduklarını düşündürüp aynı zamanda onları insan yerine koymasıdır. Önce siz sadece istatistiklerde insansınız duygusu, sonra da siz çok önemlisiniz duygusu... Bu seçimlerde mantık, siyasi projeler değil de gerginlik, duygusallık (özellikle de korku ve korkutma) önemli rol oynayacak. Din, ırkçılık bu duygusallaştırmanın narsistik şişirmenin sosu gibi sanki.

APTALLIĞA ÖVGÜ

En başa dönersem... Aptallık her insan için çok tanıdık bir durumdur. Hiç aptal olmamış, aptal durumuna düşmemiş kişi yoktur. Aptallık bazen kolektif de olabiliyor. İnsanların grup olarak verdikleri kararlar daha sonra çok mantıksız, saçma ve aptalca olabiliyor. Duymuşsunuzdur... Aptalı oynamak, aptala yatmak... Aptallık bazen bir korunma ve savunma biçimidir. Bazen aptallık regresyondur. Mesela bir yüzleşme, suç üstü durumunda gösterilen tepkiler regresiftir. Kriz dönemlerinde aptallık “reaksiyon oluşumu”na (bu bir savunma mekanizmasıdır belirli durumlara, duygulara, hallere verilen aynı tepki anlamına gelir) dönüştüğünden süreklileşir. İnsan aptala empatik davranmaktan kaçınır, çünkü bu empati süresince kendisi de aptallaşmaktan çekinir. Aptallık karar anında değil de daha sonra fark edilir. İnsan bilerek ve isteyerek aptal olmak istemez... Seçimler... Aptal olma opsiyonu yok bu kez... Savunma ve korumanın bile anlamsız olduğu aptallığın gerçekten sadece aptallık olacağı bir durum var yani. Umarım aptallık bu kez önceden fark edilir...


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi