Erol Köroğlu
Gazap olup yağsan da…
Bu benim Artı Gerçek’teki 11. yazım. Bundan önce köşe yazarlığı deneyimim de olmadı. Doğrusu rahmetli Hakkı Devrim’in köşe yazarları için kullandığı "köşe kadısı" lafını da pek doğru bulurdum. Bulurum diyemiyorum çünkü son 6-7 yıldır düzenli olarak basılı gazete okumuyorum ve dolayısıyla, oradaki köşe yazılarını okumak gibi alışkanlıkları internet gazeteciliğine de aktarmadım. Sosyal medyada rasgeldikçe, ihtiyaç hasıl oldukça köşe yazısı okuyorum.
Bunun nedeni küçümsemek ya da sevmemek de değil. Gerçi köşe yazanların büyük çoğunluğunun şu veya bu oranda köşe kadılığı yaptığını, gündem üzerine ahkâm keserek konum sahibi olmaya çalıştıklarını düşünmüyor değilim. Bu, beni mutlu etmese bile işin doğasında var. Fakat sosyal medyanın gelişmesiyle köşe yazarlarının bu prestijli konumları bir parça geri plana düştü. Bir kere, asıl köşe kadılığının televizyon yorumculuğuna dönüştüğünü düşünüyorum. Fransızcamı affedin ama ekrana çıkan sallıyor.
Örneğin Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğünden affedilmeden, hatta Boğaziçi Üniversitesi’ne inovasyon ekosistemini getirmek üzere rektör atanmadan önce, başka bir yerlerde rektör iken çıktığı bir televizyon programında Türkiye’nin Akdeniz’deki donanma varlığı üzerine görüş bildirdiğini izlemiştim. Bayağı enteresandı. Fakat dediğim gibi, küçümsediğimden değil de (Allah hepsinin zihnine küşayiş versin), izlemek için vakit bulmak zor oluyor.
Bir şey daha var. Ben Yalçın Küçük’te okumuştum, kütüphanemde yer açmak için tüm kitaplarını elden çıkardım, şimdi nerede geçiyordu bakmam mümkün değil, ayrıca o da başka yerden mi almıştı onu da bilemiyorum, şu minvalde bir laf var: "Köşe yazarlığı akademisyenin intiharıdır." Buna da inanırdım ve hâlâ inanıyorum. (Buna rağmen siz sevgili okurlarım için kendimi feda ediyor ve yine de köşe yazısı yazıyorum.)
Akademik çalışma uzun soluklu bir iştir. İster makale olsun ister kitap, günlerce, aylarca, yıllarca uğraşa uğraşa ortaya çıkar ve bu sırada yüksek lisans ve doktora tezleri yazarak edindiğimiz sabır ve dayanma gücü sayesinde dikkatimizi canlı tutabiliriz. Akademik üretimde bir işi tamamlama ve sona ulaşma hissi, tatmin ya da doyum gecikmelidir. Oysa köşe yazısı kısadır (istesem daha uzun yazarım yani, üzerime gelmeyin lütfen). Yarım ya da bir gün odaklanır, yazıyı yazıp editörünüze yollarsınız. Bu da müthiş bir tatmin duygusu yaratır. Bu tarz küçük tatminler, akademisyenin dayanıklılığını zayıflatabilir. Köşe yazısı, akademisyen için bu anlamda bir intihardır.
Ben aslında bu hafta önemli şeylerden söz etmek istiyordum ama pek bir salınarak girdim yazıya. Yazı ya bu havada gidecek ya da uzayacak ve olan siz sevgili okurlara olacak (Allah encamımızı hayreyleye). Şunu demek istiyordum aslında, ilk satırdan beri: Burada daha 11 yazı yazdım ama şimdiden birkaç tanesinde bir evvelki yazının sonuna bağlanarak başladım. Bu bana iyi bir giriş tekniği gelmiyor ama şimdi de öyle yapacağım diyecektim. Gerçi başlangıçtan bayağı ileri gittik (yazının yaklaşık beşte biri bitti!!!!).
Her neyse, geçen hafta yazıyı şöyle bitirmiştim:
"Margolin’in sözünü ettiği eşeyleme ihtiyacımız var. Eşitliğin ön planda olduğu ve herkese tam özgürlük şiarıyla oluşacak bir ilerici toplum idealini hep birlikte hedefliyorsak, o zaman soru ve sorunlarımızı yeniden çerçeveleyerek ifade etmeli, bir araya gelip konuşmalıyız. Ne, ne zaman, nerede, ne yönde ve hangi yollar üzerinden önemli?
Toplumu yaşatmak için nereden başlayalım?
Dinlemek diyebilir miyiz?"
Bir topluluk, yukarıdan aşağıya ve katı bir hiyerarşiye dayanmadan kafa kafaya verip tartışa tartışa eşeyleme ve oradan da eşgüdüme ulaşıyordu. Bu tarz bir kolektivite için elbette konuşmaktan çok dinlemek önemli. Oysa "babanın sözü"nü çoğaltan ya da tekrarlayıp duran, bunu yaptıkça da Leviathan’dan Behomoth’a, zebellaha dönüşen devlet için dinlemek dayanılır şey değildir. Tebaa dediğin boyun eğer, mücrim olmayı seçen de ceza görür. Bundan öte devlet neyi ve kimi dinlesin? Ne gerek var? Zebellah devlet için önemli olan sözün sahibi olmak ve buyurmaktır. Devlet söyler, sen dinlersin. Bu ideal durumdan sapma oldukça, yeni yasalar ve uygulamalarla değişiklikler yapar, devlete karşı söz söyleme cüretini cürüm olarak göstermek için bedeli ağır hale getirirsin.
Tam da böyle bir hafta geçirdik. Pek sevimsizdi. Enflasyon ve hayat pahalılığı zebellah devletin yokmuş gibi göstermeye çalıştığı ama elbette beceremediği tek gerçek. Bu acı gerçek mağdur ve madun kitleleri ezmeye devam ediyor. Hep orta ve alt orta sınıfın geçim derdinden, düşen alım gücünden haber alıyoruz alternatif ya da muhalif medya ve sosyal medyadan. Fakat asıl ezilenlerin, tam anlamıyla mağdur ve madun olanların seslerini daha az duyuyoruz. Derin yoksullar ve güvencesizlerin nasıl ezildiğini yeterince göremiyoruz ya da görmemeyi seçiyoruz.
Fakat zebellah devlet, sesi çıkan orta ve alt orta sınıfı sıkıştırmak için de elinden geleni yapıyor. Geçen hafta hep böyle geçti. Öncelikle güçlü bir sosyal medya ve medya sansürü geliyor. Ağzını açan bezsin diye devlet elinden geleni yapacak. Mahvettiği ekonomi yüzünden kaybedeceği seçimi böyle bir sansür ve baskı yöntemiyle kazanır, algı yönetimi üzerinden kendi çerçevesini işletir ve yine pozisyonunu korur diye düşünüyor iktidarın tüm ortakları. Yıktığı ekonominin halini görmeyiz umuduyla tam bir kültür savaşı yaratmaya çalışıyor. Onun karşısına geçelim, bağıralım çağıralım, siyaset meydanları, münazara turnuvaları düzenleyelim istiyor.
"Öyle mi de böyle mi? Öyle değil, ağzını topla, şöyle! Ona öyle demezler, kodum mu oturturum!" Türk mafya dizilerinde olduğu gibi, böyle bol sakallı bıyıklı, etrafta silahlı adam, taraftar, tabanca, taş olsun, kaşımız ayrı ağzımız ayrı çarpılsın, çağanoz gibi birbirimize bakalım bakalım da "heeeeyyttttt!" diye bağıralım, kafalar yaralım, gözler morartalım, ulan hıncımızı nasıl karşıdakinden çıkaralım! Anadın mı?!
Böyle bir öfke, bir nefret, "tamam, öyleyse ya herru ya merru" havası yok mu her birimizde? Sarıklı cübbeli insanlar İstanbul Üniversitesi’ne yöneliyorlar, LGBTİ+ bireylere dehşet salmaya ve "sapıkları" çil yavrusu gibi kaçırmaya koşuyorlar. Kolluk göstericilere dönük en küçük bir şey yapmıyor. Göstericiler demokratik "nefret ve tehdit hakları"nı sonuna kadar kullanıyorlar. Bu sırada polis Ankara’da bir Afrika lokantasına bezdiri uyguluyor, birtakım ırkçı ve faşistler mülteci sorununa çözüm olarak mültecilerin ülkelerine kovulması talebinde bulunduğu için. Bu basit çözüm bazı faşist oyların kaybedilebileceğini ve doğal olarak da kazanılabileceğini gösterdiği için, zebellahça yöntemler uygulanıveriyor. Sonra bir milletvekili polisin bezdirisine uğrayan Afrikalı işletmeciyi savununca, polis amiri milletvekiline dakikalarca ağır hakaretlerde bulunuyor ama tam fiziksel şiddet uygulama sınırında duruyor. Emniyet müdürlüğü de açıklama yayınlayıp amirin ağzından kaçan tek bir istenmeyen sözcük dışında, yapılanın ne kadar doğru olduğunu savunuyor. Kimse hesap sormayacak bu sınır aşımlarıyla ilgili. O yüzden bu özgüven.
Bu haberleri okudukça sinirimiz kalkıyor. Münakaşaya ve hatta kavgaya girmek istiyoruz. "Yeter be!" Aniden Yeşil Dev Hulk gibi ama tabii yerli ve milli bir öfke kasırgasına dönüşmek istiyoruz. Gazap olup yağmak istiyoruz. "Şşşşş, akıllı olll, anadın mı!"
Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşadığımız benzer bir durumdan da söz edeyim. Okulun Bilgi Teknolojileri Kurulu’ndaki dört hoca, bağlantılı çalıştıkları Bilgi İşlem Merkezi’nde üniversiteyle ilişkili olmuş ve halihazırda olan on binlerce kişinin kişisel bilgilerine erişim imkânının rektörlüğün anlaşma yaptığı bazı özel şirketlere verildiğini fark ediyorlar. Fark ettikleri anda, önce rektör tarafından hızla görevden alınıyorlar ve kısa bir süre sonra da iktidar destekçisi medya ve sosyal medyada bir örnek biçimde ofis basmakla, belge çalmakla suçlanıyorlar. Denetlemekle yükümlü oldukları bir ofis bu. Bununla da yetinilmiyor, bu dört profesör üç aylığına okuldan uzaklaştırılıyorlar. Bütün kartları, hesapları, her şey askıya alınıyor. Dönem sonu notlarını bile sisteme giremiyorlar. Okulun internet haberleşme ortamlarında durum eleştirildikçe birtakım entipüften karşılıklar verilirmiş gibi yapılıyor ama asıl yine bir örnek biçimde medya ve sosyal medya iftira ve karalamalarına devam ediliyor. Hulk bu noktada artık yeşil değil, koyu yeşil!
Bu esnada, Facebook’ta takipçisi olduğum ve önceki yazılarımda ayrıntılı olarak sözünü ettiğim dilbilimci George Lakoff Bir Fil Düşünmeyin! kitabının yeni basımı vesilesiyle kitaptan pasajlar paylaşmakta. Benim de daha önce sözünü ettiğim şu sözü tam da kavgaya dalmak için öfkeye batmış bizlere bir hatırlatıcı: "Öteki tarafla tartışırken onun dilini kullanmayın. O dil belirli bir çerçeveye oturur ve bu, sizin isteyeceğiniz bir çerçeve değildir." Zebellah devlet ve arkasında durduğu iktidar bloku bize "yamulturum" derken, verilmesi gereken cevap "ona öyle demezler, peynir ekmek yemezler aslanım" değil o zaman. Lakoff’a göre burada bir kültür savaşı yatıyor. Her yanı saracak bir orman yangını gibi, inatlaşmalara kitlenecek, aklın gittikçe ortadan kalkacağı, saçımızdan ayak tırnağımıza ak ya da karaya dönüşeceğimiz bir girdap, bir akıl dışılık, bir cinnet hali… Böyle bir durumda zebellah devletin birilerimizi tebaaya bazılarımızı da mücrime dönüştürmesi ne kadar kolay!
En zor anda bile aklı korumak gerekiyor o zaman. Karşımızdaki en aymaz hamleleri çözümleyip anlamak ve yeniden çerçeveleyerek ne yapılmaya çalışıldığını sakin sakin anlatmak zorundayız. Boğaziçi Üniversitesi örneği mesela. Bu son olay, Boğaziçi Üniversitesi bileşenlerinin "özgür, özerk, demokratik, şeffaf ve hesap verebilir kamu üniversitesi" gelenek ve şiarına cevap olarak sadece "yetki benim, ben seçerim, ben yaparım, ben atarım, ben, şahsım ve sorumlu olduğum tek merci saray" demekten başka şey yapmayan, bir geleneği yıkmak için son derece tutarlı davranan kayyım rektörlüğün beklenmesi gereken bir hamlesi. Opak ve hesap vermeyi reddeden bir tavırla, mantıklı ve akla yakın işler yapan kaç yıllık kurumdaşlarını hem akıl almaz biçimlerde cezalandırıyor hem de kurum dışı ortamlarda linç edilmeleri için yol hazırlıyor. Gerektiğinde daha neler diyecek, nelerle suçlanmalarını destekleyecek. Bu kafaya göre onlar çünkü mücrim.
Biri bir şey söylediğinde, yazdığında, bir trol, hatta kıdemli trol üzerimize aktığında, yeni bir kısıtlayıcı yasa ya da uygulama ortaya çıktığında zebellahın iktidar savaşı planında bunun nereye oturduğunu akılla ve soğukkanlılıkla ortaya koymalıyız. Bunun için her söylenen ya da yapılanın her zaman görünmeyen bir amaç ya da hedefi olduğunu hatırlamalıyız. Eleştirel akıl bunu gerektiriyor. Eleştirel akıl bize, ortamın en çok ısındığı sırada lazım. Taşların üstüne ve altına bakarak, sabırla yürümek lazım. Menzili kaybetmeden yolu yürümek lazım.