Gelmişim bilmem kaç yaşıma!

Toplumda bir sorun varsa ve siz bunun için çaba harcamıyor, bununla ilgili yarım saat bile ayırmıyorsanız, siz o sorunun parçasısınız. ‘Ben ne yapabilirim?’ dediğiniz için o sorun var.

Geçen hafta Gülşen’in tutukluluğu çok konuşuldu. Medya ve sosyal medya bununla inledi. Sonra geçen Pazartesi tutukluluğa itiraz görüşüldü ve Gülşen elektronik kelepçe ile ev hapsinde tutulmak üzere salıverildi. Yani tutukevine, mapushaneye değil de, evine hapsedilmiş oldu.

Bütün gürültü de burada sona eriverdi. Kamuoyu belli ki zaten sadece bunu umuyordu. Belki tutukluluğa ilk itirazda suçlamalar düşer diye de umulmuştu ama belli ki yüzlerce kurum ve birey üzerinden organize edilen böyle bir şikâyetin olduğu bu ortamda herhalde kimse bu kadar iyimser olamıyordu. Umulabilecek en iyi şey, Gülşen’in tutuksuz yargılanmak üzere salıverilmesiydi. Onun bir tık altı oldu. Böylece iktidarın ortaya çıkarmak ve geliştirmek için elinden geleni ardına koymadığı kültür savaşının her iki tarafını da şimdilik tatmin eden bir sonuç elde edildi. Gülşen hapishane köşelerinde sürünmeyecek ama öyle özgür özgür, eskisi gibi giyinip kuşanıp konserlere çıkamayacak, LGBTİ+’lara verdiği desteği açıklayamayacak.

Bir de, burada "Gülşen kapatılsın"cıları alttan alta mest edecek bir çözüm de gerçekleşmiş olmuyor mu? Gülşen hapishaneye değil, evine kapatıldı. Bir kadının olması gereken yere. "Bak orada çocuğuna, ezeli ve ebedi Müslüman Türk aile idealine uygun yaşa. Bir kadına yakışmayan yerlerde dolaşma, çarpık ve yanlış işler yapma!"

Sözü burada yeniden aileye getireceğimi, beni izleyen okurlarım anlamıştır. "Hah, yine aile diyecek!" Evet diyeceğim ama önce başka bir şey diyeceğim:

Bugün kültür savaşına razı olmak, size biçilen yere yerleşmek bir bireysel sorumluluktur ve vebali vardır. Siyah diyene beyaz demekle yetiniyor, medya ve sosyal medyadan size akan görüşleri yankılıyor, paylaşım ve rt’lerle akışı sürdürme üzerinden var olan durumu yeniden üretiyorsanız, konformizmin tam kucağında oturuyorsunuz demektir.

Hiçbir şeyleri beğenmeyelim, bizimle aynı kafada olanlarla ortamı koklayarak, belirli kalıpları ve ezberleri tekrar ede ede oturduğumuz yerden laf sıkalım. "Biz her şeyi biliyoruz ve elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. Bizim de çoluk çocuğumuz var, bir hayatımız var, her şeyi riske atıp kahraman olmaya mı kalkışalım. Zaten ‘onlar’a karşı ‘biz’ dezavantajlı durumdayız. Sadece her fırsatta bağırırız ve devranın dönmesini, hesabın sorulacağı zamanı bekleriz."

Doğrusu kimseden kahramanlık beklemiyorum. Bunu beklememeyi öğrenecek kadar yaşım da var, böyle bir beklentiye hakkım olmadığının da farkındayım. Ayrıca ben kendim bu yazılarda sık sık Lakoff’tan ve kavramsal çerçevelerden, hayata hep bu çerçeveler aracılığıyla baktığımızdan söz ediyorum. Fakat aynı Lakoff’un "yeniden çerçeveleme"nin mümkün olduğunu söylediğini de biliyorum ve yine buradaki yazılarımda bundan da söz ettim. "Yeniden çerçevelemek toplumsal değişimdir" diyor Lakoff.

Önümüze çıkan meseleleri, kendi siyasal duruşumuz ve bakışımız üzerinden tanımlamak burada söz konusu olan. İşte bu, kendiliğinden olan bir şey değil. Burada çaba gerekiyor. Çalışmak, öğrenmek, anlamak gerekiyor. Üstelik hepimizin aynı şeyleri çalışması, öğrenmesi ve anlaması da mümkün değil. İş çok daha karmaşık. Kendi hayat tecrübemiz ve formasyonumuz üzerinden yöneleceğiz yeniden öğrenme çabasına ve sonra öğrendiklerimizi başkalarının öğrendikleriyle bir araya getirip, çakıştırıp, çatıştırıp yeni çerçeveler oluşturacağız. Meşakkatli işler anlayacağınız.

Kültür savaşına taraf olduğumuzda, Twitter’da, Facebook’ta ya da medyada gördüğümüzü, duyduğumuzu, okuduğumuzu benimseyip tekrarlamakla yetindiğimizde ya var olan çerçevelerimizin içinde kalmaya devam ediyoruz ya da başkalarına ait birtakım çerçevelere dahil oluyoruz.

Ne var bunda? Neden kötü bir şey olsun ki bu? Şu nedenle kötü: Çaba harcamadan oradan oraya savruluyorsunuz. Birtakım işaretleri, subliminal ya da alenen ortada olan bir şeyleri görüp kendinizi oraya atıveriyorsunuz. Böylece sizin muhalifi olduğunuz iktidarın ya da başka tarafların başlattığı son derece yanlış ve basitleştirici bir kültür savaşının askerleri haline geliyorsunuz. Artık yandaş ya da muhalif olmanızın bir anlamı yok ki. Olup bitenlerle aranızda eleştirel bir mesafe yok. Değerlendirme ölçütleriniz son derece ilkelleşmiş durumda. "Bu lafı bizim taraf mı dedi, karşı taraf mı?" Bundan öte bir yargılama çabanız yok.

Oysa düşünmeniz, düşünürken yeni bilgi ve beceriler edinmeniz, anlamı olan sözü ve bununla bağlantılı eylemi üretmeniz gerekiyor. O eylem asla sadece klavye kullanmaktan geçmiyor. Siyasal partilere üye olmaktan, sivil toplum kuruluşlarına katılmaktan, iş bırakma eylemi yapan emekçilerle doğrudan eylem alanına giderek dayanışmaktan, sözünüzü sesli ve duyulur olarak sokağa, kamusal alana taşımaktan geçiyor.

Şöyle ifade etmeyi deneyeyim bir kere de: Arzuladığınız o toplumu size vermeyecekler. O toplum, size bahşedilmiş bir seçimde kullanacağınız bir oyla elde edebileceğiniz derecede ucuz değil. Ona emek emek, ter dökerek, uğruna maddi manevi fedakârlıklarda bulunarak yaklaşabilirsiniz. O toplumu isteyenlerle yoldaş olmak için onları aramalısınız. Bulunca birlikte çaba harcamalısınız. Birlikte yeni çerçeveler üretmeli, yeniden çerçevelemeli ve toplumsal değişimi mümkün kılmalısınız.

Çok mu abartıyorum yeniden çerçevelemeyi? Bir konuda tam olarak ne düşündüğümüzü, bu toplumsal meselenin nasıl ele alınması gerektiğiyle ilgili dört başı mamur sözümüzü, çerçevemizi ortaya koymak bize ne getirecek? Tam olarak şunu: Bizden farklı düşünenlerle yakınlaşmayı. Siyasal kimlikler herkes için aynı katılıkta değil. Her tarafta daha esnek düşünen, farklı görüşlere açık olanlar var. Sizin görüşünüz gerçekten anlamlı ve yeni ise, sizden farklı düşünen pek çok kişiyi ikna edebilecektir.

Öte yandan, bunu sadece siyasetçilerden ve kamuoyu önderlerinden beklememek önemli. Değişim iki kişiden, üç kişiden geçiyor. Kalıplara uymadan, yeni bir şey arayan iki ya da üç kişinin bir araya gelmesi bir başlangıç. Yeterli değil ama gerekli bir başlangıç. Eylemediğimiz sürece değişim gerçekleşmeyecek. Eylemek için de öğrenmemiz, öğrenmeye açık olmamız lazım.

22 yıl önce çalıştığım üniversitede hazırlık sınıflarına yazı dersi veriyordum. 17-18 yaşında gencecik öğrenciler… İngilizce hazırlık sınıfları tuhaf dönemlerdir gençler için. Uzun uğraşlardan sonra üniversiteyi kazanmışlardır ama o üniversitedeki öğretim dilini edinmek için en az bir yıl yoğun bir çalışmaya girmeleri gerekir. Üniversitedelerdir ama sanki lisede gibidirler. O tuhaf dönemi zor geçiren bir öğrencim bana gelip sıkıntılarını anlatmıştı. Ben de ona moral vermeye, hem üniversite hem hayatta çok şey öğreneceğini, değişeceğini ve bu sayede sıkıntılarını geride bırakabileceğini anlatmıştım. Öğrencim bir an bana katılmayan gözlerle bakıp şöyle demişti: "Hocam, gelmişim 18 yaşına, bu yaştan sonra ne değişeceğim!"

Öğrencimin bu kendi olmayı tamamlamakla ilgili özgüveni komik olmasına komik ama bu tür bir özgüven her yaş için sorunlu. Eğitimi, öğrenmeyi belirli bir dönemle sınırlamak ve belirli bir yaşa geldikten sonra hep o zamana kadar öğrendiklerimizle yaşamayı sürdüreceğimizi düşünmek bir yanılgı. Hayat hep yeni şeyler getiriyor. Öğrenmeye açık olmak lazım.

Bu yaştan sonra ne öğreneceğim diyorsanız, konforu seçiyorsunuz demektir. Bu konfor ise bir illüzyondur, yanılsamadır. Yok öyle bir konfor. "Şimdiye kadar çalıştım çabaladım, ne mücadeleler verdim, şimdi ben ayağımı uzatıp dinleneceğim, biraz da başkaları çalışsın, çaba harcasın, uğraşsın." İyi ama başkaları da sizin gibi söylüyor. Onlar da hareketi sizden bekliyor. Affedersiniz ama arka yastıklarınıza yanlayıp oturuyorsunuz. Matrix’i seçmiş durumdasınız. Bu toplumda bir sorun varsa ve siz bunun için bir çaba harcamıyor, o hafta bununla ilgili yarım saat bile ayırmıyorsanız, siz o sorunun bir parçasısınız. "Ben ne yapabilirim ki?" dediğiniz için o sorun var.

Yani bu noktada size ajit çekmek zorunda kaldığım için üzgünüm ama Ursula Le Guin’in’in Mülksüzler romanının kahramanı Shevek, Odocu (anarşist) Anarres’ten kapitalist Urras’a gezegenine gidip protestocu bir kitleyle karşılaştığında onlara ne diyordu? "Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim’i satın alamazsınız. Devrim'i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir." Devrimi şimdilik bir kenara bırakalım ama herhangi bir değişim için de bu gerekli değil mi?

Buradan, tam da yazıyı tamamlarken, tekrar aileye bağlanalım. Aileyi tarihsel bir oluşum ve bir sorunsal olarak ele almak zorundayız. Toplumun özgürleşmesini istemeyen kim varsa, aileyi bir genelleme, bir kural, bir mükemmel varoluş, bir hedef, bir cennet, Fransızcamı affedin, akla "tırışka"dan ne geliyorsa onunla dayatmaya çalışıyor. Bir kadın şarkıcı, müzik ve eğlence dünyasında pek çok örneği görünecek biçimde vücudunu sergilemekten çekinmeyen yollarla sahneye çıkınca "pornocuuuuu" diye bağırmaya başlıyorlar. Böyleleri ailemizin mazbutluğunu bozuyor, oğlumuzu kızımızı ve elbette özellikle biz erkekleri dinden imandan çıkartıyorlar. Erkek, bildiğiniz gibi, dişi sinek görünce kışkıran bir canlı türü. Böyle olmaması lazım. Aileyi korumak için konserler yasaklanmalı, "pornocu" şarkıcılar dahiyane çözümlerle evlerine hapsedilmeli. Kimse ailemize zarar veremez. Kafasını, gözünü yararız. Aile bizim namus bayrağımız!

Öyle değil. Aile bir sorun alanı. Tolstoy Anna Karenina’nın başında ne diyordu: "Bütün mutlu aileler birbirine benzer. Her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır." Romanlar, filmler bunu anlatmış ve anlatmaya devam ediyor. Eğer aile diye bir kurumu önemsiyorsak, her mutsuz aileyi, neden böyle olduğunu öğrenmek ve düşünmek zorundayız. Aile içi şiddeti, ensesti, taciz ve tecavüzü yok saymayacağız. Nasıl ve hangi biçimlerde ortaya çıktığını anlamaya çalışacak ve tam olarak anladıktan sonra sorunu ortadan kaldırmak, toplumsal çerçeveyi yenilemek için çaba harcayacağız. (Tam da bu yazıyı tamamlarken Berrin Sönmez’in şu yazısını okudum. Sözünü ettiğim çabayı mükemmelen ortaya koyuyor.)

Romanlar bu iş için biçilmiş kaftan. Haftaya aile ve evliliğin nasıl karmaşık bir sorun kaynağı haline gelebildiğini, Türkçe edebiyatın dahi romancılarından Halide Edib Adıvar’ın erken dönem romanlarından olan Seviye Talip üzerinden tartışacağım. Kim bilir, belki bana sürpriz yapıp gelecek haftaya kadar romanı okumuş da olursunuz. Aileyle ilgili çerçevemizi yenilemek, yapıcı bir tartışma başlatmak için iyi bir başlangıç da olur.

Hayırlısı…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi