Süreyya Karacabey
Görev neydi?
Ortada mantıklı hiçbir şey yoktu, olacak gibi de görünmüyordu, eğitimli zihinler kısa devre yapıyor, etrafımdaki insanlar kafalarından duman çıkararak dolaşıyordu. Çok yüklenmeyin zihninize, ilerideki bir zaman lazım olacak diye dalga geçiyordum, şimdi o zaman değil belli ki. O değil de bu “dada” ülkede her şeyi akılla kavrayabiliriz fikrini ortaya ilk kim atmıştı, sosyolojik verilerin, siyasetbilimindeki eğilim grafiklerinin, insan mantığının kaotik olana katlanamayacağına ilişkin bilgilerin anlamlı olduğunu kim söylemişti.
Bir şeyi anlamak için durmadan analiz yapan insanları dinlemekten usandım, uzman görüşünden bezdim, böyle bir ortamda sağduyulu birilerinin yazdığı teorileri çağırıp, pratiğe, hey buraya uyacaksın diyenlere ise salondan açılan kapısı olmayan karadeniz balkonuna bakar gibi bakmaya başladım. “Vatandaş koş, teori ne hoş” dendikçe ömrü boyunca siyasi bir faydası olmayan birinden kurtarıcı gibi söz edenler çoğalıyor, tek bir oy almamış başka birisi ülke gündemini kendisinin belirlediğini iddia ediyor, her gün yüzümüze yumruk atanlar ise bizi şiddet yanlısı olmakla suçluyordu.
Ortam tam olarak buydu, ve herkesin acilen Buzlar Çözülmeden oyununun bininci sürümünün ortasında olduğunu idrak etmesi, bildiği yoldan sıçrayarak çıkması ve içinden geleni yaparak bir yerde uyumu yakalaması gerekiyordu. Bu arada mümkünse kimseyi aşağılamaması, aynı deliliğin içine kendisinin de çoktan düştüğünü derhal kavraması da. Ben meseleyi çözdüm dedim, deve tabanlarına, bundan sonra sadece duygulara çalışacağım. Çünkü biz bilince çalıştıkça bilinçdışı amorf biçimde büyüyor, doyurulmayan arzular başka bir imkansızlığın içinde kendine bir yok-nesne buluyor, bir şeye bağlanmanın anlamlı bütün biçimleri, duygusal bağlanmanın içinde yok oluyor ve bu duyguların etrafa saçtığı patoloji bir siyasi bilinçdışı halinde bombe yapıyordu. Devetabanları, “arzunun örgütlenmesi meselesi” dediler, “siz arzuya çalışmıyorsunuz, bir boşluğu nereye yönlendireceğiniz konusunda hiçbir fikriniz yok. “ Hakikaten dada bir yerdi burası, devetabanlarıyla arzu konuşabiliyordun.
Buradan hareketle olay örgüsünü gerçeküstücü bir biçimde düzenlemek gerekiyordu. Rüya mantığıyla, nedenlerle sonuçlar arasında bir bağ yoktur, uçarsınız, sonra düşersiniz birden yatağınızda bulursunuz kendinizi. Verili bir model yoktur, karşınıza aniden hiç tanımadığınız bir siyasetçi çıkar, “bana baba deyin” diye seslenir, siz de Artaudcu bir sesle Kan Fıskiyesi'ndeki gibi bağırırsınız. “Biz onu bu dilde konuşmuyoruz.”
Kurguyu böyle düşününce ümitsizliğim azaldı, aklımdan başka başka sahneler geçti. Sandığa StarWars'ın kalabalık sahnelerinden birine benzer bir kareografiyle koşarak gidiyoruz, sonra da yere düşmüş vişneleri topluyoruz ama birileri gelip ayaklarıyla eziyor o vişneleri ve her taraf kanla doluyor. Aniden doksanlı yıllara geçiyoruz, Batman'dayız, Hizbullah, gençlikleri ve kadınlıkları biçiyor bir orakla, ve birden Azrail'e dönüşüyor hepsi. Mehtap Ceyran'ın yazdığı Mevsim Yas romanından biri bağırıyor, “koşun onlar koltuğa oturmadan önlerini kesin, sonra her şey için çok geç olur, asla uyanamazsınız” diye. Koşuyoruz. Bir şey yapmamız gerektiğini biliyoruz, bir görevimiz var ama görevi hatırlamıyoruz.
Bir yolda üç ayrı uygarlık biçimiyle karşılaşıyoruz ve hepsiyle kardeşsiniz diyor biri. Orada kurgu aniden kesiliyor ve biri bağırıyor, bu kardeşlik edebiyatı bu yolda işlemiyor, çok denedik. Sınırlı, mesafeli ilişkiden sakın vazgeçmeyin, sonra hepiniz yerdeki vişnelere dönersiniz diye korkutuyor bizi. Kurguya buz dramaturjisinden eklemeler yapıyorum, ama bir rüyada anlamsızca koşmayı sürdürüyoruz.
Bir yerde durmamız lazım ama hiçbirimiz görevi hatırlamıyoruz, görevi kimin verdiğini, görevin ne olduğunu hatırlamıyoruz ama bir görevimiz olduğunu biliyoruz, ağır bir vicdan azabı gibi, kalbe oturmuş bir taş gibi, yerine getirmezsek herkes ölecek gibi.
Sonra bir çocuk çıkıyor karşımıza, çöplerden yiyecek topluyor, sonra zıplayıp bir inşaatın en tepesinde bir iş yapıyor, çocuk hiç durmuyor, çocuk ama çocuk değil, çocukluğu kalmamış, hepimize öyle fena bir bakışla bakıyor ki, anlamadığımız bir utanç kaplıyor içimizi. Ağır vicdan azabına bir de utanma duygusu ekleniyor. Bütün bunlar yapmamız gerekeni yapmadığımız için oluyor diyoruz. Görevi unuttuğumuz için, biçilmiş gençliklere ve kadınlıklara sahip çıkmadığımız için, ölüler yanımızdaki nehirden sessizce geçiyorlar ve dönüp bir an bize bakıyorlar.
Aramızdan biri diyor ki, uyanın bunların hepsi rüyaydı. Rüya olmadığını hepimiz biliyoruz ama sessiz kalıyoruz. “Bana baba deyin” diyen siyasetçi geçiyor gökyüzünden, inşaatın tepesindeki çocuk ona çarparak yere düşüyor. Buna rüya diyemeyiz diye bakıyoruz birbirimize, çünkü ayaklarımızın dibinde bir çocuk ölüsü var. Buna rüya diyemeyiz, çünkü bir çocuk kendini bir inşaatın en tepesinden önümüze atıyor. Görev neydi diyorum, hatırlayan var mı?
Rüya yazımında birlikte koşan insanlar, görev neydi diye tekrarlıyorlar koro halinde, o çocuk defalarca düşüyor, o kadın defalarca bıçaklanıyor, etrafımız aniden “siyaha boyanmış mezar taşlarıyla” doluyor, birlikte koşan insanlar savrulup, Alice'in peşine takıldığı tavşanı kovalamaya başlıyor. Durun diye bağırıyor domuz bağıyla bağlanmış, defalarca kesilerek öldürüldüğünü bilmeyen o kadın, “durun, nereye gidiyorsunuz, bana ölümümü bildirecektiniz önce”.
Bir köşede bir grup duruyor ve teori ne hoş, pratik buraya koş diye pankart açıyor, pankarta yumurta fırlatıyor başka bir grup, koşanlar, ölüleri unutuyor, sonsuz zamanları varmış yanılgısına kapılıyor, kurgunun gerçeküstülüğü yüzünden. Önce usul hakkında konuşalım diyor gruplardan biri, önce usul diye tekrarlıyor diğerleri. Bir küçük kıyamet sahnesi, herkes birbirine söz balonları ile saldırıyor. Bir kürsüde konuşan adam hepimizin üstüne gülerek kesik kollar ve bacaklar atıyor, usul diye tekrarlıyor, kanlı bacağı eliyle savuşturan biri. Bu anda sahneye kolu bacağı kesilmiş, başı gövdesinden ayrılmış yarı ölüler giriyor ve bir duvar gibi karşımıza dikiliyor. O kadın tekrar bağırıyor, durmayın, koşun, vakit yok, geçiti bombalayacaklar bir daha bir yere koşamayacaksınız diye. Çocuk son bir ümitle tekrar en yüksekten önümüze atıyor bedenini, “kaç defa ölmem lazım” diye sorduğunda tartşmalar duruyor ve herkes aniden utancını, vicdan azabını yeniden hatırlıyor. Koşalım diyor en öndeki kadın, koşalım yolda görevi hatırlarız.
Görev neydi?
Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.