Her insan biraz ırkçıdır; her Türk de…

Türklüğün diğerlerinden üstün, iyi olmadığını biliyorum. Başka kültürlerden daha değerli de değil. Benim sosyalleştiğim ve kendimi yuvamda hissettiğin kültür bu.

Bu başlığı ırkçılığı olağanlaştırmak için yazmadım. Farkına varmadığımız ve ırkçılık olarak deşifre edemediğimiz hallerimiz ırkçılığı "normal ve olağan" hale getiriyor. Okullarda öğretilen ‘ulus bilinci’ farkına varmak istemediğimiz ırkçılıklarla da dolu.

İnsanın savunma mekanizmaları ve düşünce şekli, ırkçılıkla pek çok ortak özellik taşır. Parçalama/kutuplaştırma, iyi ve kötüyü birbirinden uzaklaştırma ve ilişkilerini koparma eğilimi, her insanın tanıdığı bir mekanizmadır. Bebeklikte normal sayılan bu "ilkel" savunma mekanizmasını, yetişkinlikte de görebiliriz. Bir kişiyi kötü olarak tanımladığımızda, o kişide iyilik bulunmadığını düşünmeye ve iyiliği ondan uzaklaştırmaya meyilli oluruz. Irkçılarda bu mekanizmaya sıkça rastlarız; düşmanlarında ‘iyi‘bulmazlar. Kendini sorgulayan biri, bir noktadan sonra kendi abartısını fark edebilir. Ancak ırkçılarda bu inanç değiştirilemeyecek kadar sabittir.

Irkçılığın kaynağı genellikle gerçek bir soruna dayanır. Hızlı ve yoğun göç alan ülkelerde ciddi uyum sorunları yaşanır. Bu, hem gelenler hem de yerliler açısından göç ve göçün yarattığı sorunlar nedeniyle "uyum mekanizmalarının" zorlanmasına yol açar. Uyum mekanizmalarının zorlanması da insanları bütünüyle reddetmeye yöneltebilir. Irkçılar, göç ve göçmenlerle ilgili sorunları sadece göçmenlere yükleyerek ve onları sorumlu tutarak, yani onları ortadan kaldırarak (örneğin geri göndermek gibi), bu sorunları çözeceklerini iddia ederler.

Çok alkış alan bir söylem var: "Biz Türk’üz, vatanımızı terk etmeyiz, vatanımızı ölümüne savunuruz..." Oysa insanlık tarihi göçler tarihidir, yani‚ yurtları terk etme tarihi. Bilim insanları, insanların ilk yurdunun Afrika olduğunu söylüyorlar. İnsanlık, Afrika’dan göçlerle dünyaya yayılmış. İbrahimi din anlatılarına göre Âdem ve Havva siyahîlerdi yani. Türkiye Cumhuriyeti de yurtlarını/yuvalarını terk etmiş veya terk etmek zorunda kalmış insanlar tarafından kurulmuş. Yani, göçmenlerin kurduğu bir ülkede yaşıyoruz. "Türk ölür de vatanını terk etmez" bir söylencedir. Bu insanlar ölmemiş ve ülkelerini terk etmiş/terk etmek zorunda kalmışlar. İyi ki öyle yapmışlar, yaşamışlar… Yani, Suriyelilere söylediğimiz şeyleri kendi göç hikayelerimizde de bulabiliriz. Yaşamak için topraklarını terk etmek, çok insani bir özelliktir ve Suriyelilere özgü değildir.

Suriyeliler vatanlarını savunmadan kaçan korkaklar mı? Afganistan, Suriye’de gördük. Filistin’de görüyoruz. Savaşta ölümler kalleşçe ve anlamsızdır. Hiçbir hikâye bu anlamsız katliamlara özel ve güzel anlam yükleyemez. Suriyelileri hayatta kaldıkları için suçluyoruz. ‘Neden ölmediniz’ veya ‘gidin ve ölün’ suçlamasıÖlümden sıradan bir etkinlik gibi söz edebilme…

Oysa Köroğlu ne demişti? "Delikli demir çıktı, mertlik bozuldu." Eski savaşlarda kılıç ve kalkanla dövüşenler, göz göze, beden bedene savaşırdı. Ateşli silahlar, savaşlarda/kavgalarda insanlar arasına mesafe koydu. Öldürülecek insan, sadece bir hedef. Tetiğe basarak onlarca insanı uzaktan öldürebiliyorsunuz. Sonra roketler, uçaklar, insansız hava araçları geldi. Günümüzde, bir düğmeye basarak köylerinde, evlerinde oturan insanlar öldürülüyor. İnsanlık tarihi kahraman, cesur insan hikayeleriyle dolu. Ama Suriye’de iki ordu karşılaşıp birbirine saldırarak ‘mertçe cenk’ etmedi.

Günümüz kahramanlarının/starlarının askeri üniformaları yok. Her ne kadar askeri kahramanlık dili canlı tutulsa da günümüz de askeri başarılar namertlik, sinsiliklerden oluşuyor. Filistin’de, Ukrayna’da evinizde otururken, hastanede tedavi sırası beklerken bir roketin kurbanı oluyorsunuz. Filistinli bir annenin kucağında emzirdiği çocuğuyla bir roketin hedefi olmasının mertlikle ilişkisi yok. Ama askeri kodları ve dolayısıyla ırkçı söylemlerini ayakta tutmaya çalışan grupların anlatısında var bu ‘sahte mertlik’. Yani mertlik namertliğin süslenmiş hali. Mertlik ortadan kalkınca korkaklık, hainlik de anlamsızlaşıyor.

Türk ordusu da güzel adlar koyduğu harekâtlarda mertlik kodeksine bakmıyor. Uçaklar, belirlenen hedeflere bombalarını bırakıyor. Bombaların düştüğü yerlerden habersiziz. Mertliğe övgü düzenler, aynı zamanda insansız hava araçlarıyla, uçaklarla, tanklarla, roketlerle, yani uzaktan insan öldüren silahlarla gurur duyuyorlar. Günümüzde mertlik söylencesi, namertliği gölgelemekten ibarettir. Yani ‘kahraman asker’ anlatısının son kullanma tarihi çoktan doldu.

Suriyelilere korkak, kaçak diyenler, günümüz savaşlarında düşman askerine rastlamadan ölen on binlerce insanı unutuyorlar. İnsanlık, savaşı bir bilgisayar oyununa çevirdi. “Neden uçaktan atılan bir bombayla mertçe ölmediniz” diye mi suçluyoruz Suriyelileri? Savaştan kurtulanlara söylediğimiz şu: Hayatta kaldığınız için suçlusunuz. İnsanlıkta vardığımız nokta bu…

Irkçılık genelde bir projeksiyonla ayakta tutulur. Projeksiyon, insanın kendisine ait bir meseleyi, kendinde görmek istemediği için başkasına yıkma çabasıdır. Mesela, "Suriyeliler pis." Oysa her insan pis. Temizliğin çok önemsendiği bir dine inanalar… İnancı gereği günde beş kez abdest alanlar. Pisliği ve temizlenmek gerektiğini söyleyenler… Her kültürün temizlik anlayışı farklıdır. Geçmişte elle yemek normalken, günümüzde bu bazılarına pis ve tiksindirici gelebiliyor. İnsanın bedeni "pisi" üretir. Ter, çiş, sümük, dışkı gibi şeyler, günümüzde "pis" olarak kabul ediliyor. Ancak "pis" dediğimiz şey, her çağda ve kültürde farklıdır. Yüz yıl önce sümkürmek pis değilken, günümüzde çok tiksindirici kabul ediliyor. Bir grup içinde osurmak, bazı kültürlerde çok tiksindirici, bazılarında ise çok doğal karşılanıyor.

DÜNYANIN KARMAŞIKLIĞI VE IRKÇILIĞIN MEKANİZMASI

Dünyanın karmaşıklığı ve büyüklüğü, insanları yaşadıklarını, algılarını, bilgilerini ve deneyimlerini kategorize etmeye yöneltir. Bu kategorize etme süreci hatalar içerebilir, ancak gereklidir. Irkçılık, bu kategorileri bölme ve parçalama mekanizmasıyla birleştirerek değişmez ve mutlak bir gerçekliğe dönüştürür. Dünyada birçok halk, kültür, dil ve grup var. Aynı kültür içinde de birçok alt kültür bulunur. Bu durum, önyargıları kaçınılmaz kılar. Örneğin, ben hiç Şilili tanımıyorum, ancak okuduklarımdan ve izlediklerimden bir Şili ve Şilililer imgesi oluşturdum.

Kısacası, pozitif ve negatif önyargılar, insana bazı kolaylıklar sağlar. Kategoriler ve önyargılar konusunda hepimiz esneğiz ve bu kategorileri, yeni bilgi ve deneyimlerle değiştirebiliriz. Ancak ırkçılar, bu konuda son derece katıdır ve dünyalarını, bu kategorileri ve önyargıları değiştirmemek üzerine kurarlar. Tüm yaşamlarını, bu kurgulanmış/hayali gerçekliği hakiki gerçeklik olarak korumaya adarlar.

Örneğin, bir Türk birine bıçakla saldırdığında, Alman ırkçılar bu durumu anlamak yerine, bu olayı Türkler hakkındaki tezlerinin doğruluğunun kanıtı olarak görürler. Burada bir başka mekanizma devreye girer: tekil bir olaydan çıkarak yapılan genellemeler. Örneğin, "Türkler saldırgandır ve şiddete yatkındır." Bu tez, bir gazete haberine dayanır. Bir kentte bir Türk eşini bıçaklamıştır. Bu iğrenç olay, "Türkler saldırgandır, bıçak taşırlar, Türkler uyumsuzdur" gibi genellemelere dönüşür. Tekil birkaç olay seçilerek milyonlarca insan suçlanabilir. Irkçı olayları seçici algılar. Irkçılar, bu tür olayları seçici bir algıyla izler ve dikkatlerini sadece kendi varsayımlarını güçlendirecek haberlere yöneltirler. Yani, dünyada Türklerin yaptığı kriminal olayları seçerler.

Bazen bu ırkçılığa karşı geliştirilen tepki de "Türkler çok dürüst, çok ahlaklıdır" gibi bir karşı ırkçılığa dönüşebilir. Türkiye’de de katiller, hırsızlar ve tecavüzcüler var. Suç, Türklere özgü bir karakter özelliği olmadığı gibi, masumluk ve ahlaklılık da sadece Türklere özgü değildir. Her ulus devlet, önce güvenlik örgütünü kurar: polis teşkilatı, adalet sistemi, mahkemeler ve hapishaneler. Yani her ülke, her halk, iyi, kötü, masum, suçlu, ahlaklı ve ahlaksızı içinde barındırır. Ancak ırkçılar, kendilerine olumlu karakter özellikleri seçerken, düşman grupları yalnızca negatif özelliklerle tanımlarlar.

Irkçılık, çoğu zaman bireyin kendi yetersizliklerini ve eksikliklerini gizlemeye hizmet eder. İnsan, yetersiz bir varlıktır ve dünyaya çok az donanımla gelir. Bu yetersizlik duygusu ömür boyu sürer. Büyümek, aslında bu yetersizlik hissini aşma sürecidir. Birey, bu yetersizlik duygusunu geride bırakmak için yücelik ve muhteşemlik fantezilerine sığınır. Irkçı kolektif narsizm (grup narsizmi) üzerinden aşağılık kompleksinden kurtulmaya çalışır.

Yetersizlik duygusuna bulunan çözüm, büyük bir gruba, örneğin Türklük veya Müslümanlık gibi, sığınmaktır. Bu gruplara olağanüstü özellikler yükleyerek, bu üstün gruba ait olmanın yücelik/üstünlük duygusunu yaşarlar; yani, o grubun bir parçası olmanın, o grubun özelliklerine sahip olmak anlamına geldiğini sanırlar. Örneğin, ortalama zekaya sahip bir kişi, "Türkler çok zekidir" diyerek, Türk olduğu için kendisini olduğundan daha zeki sayabilir. Aynı şekilde, "Yunanlılar çok dürüsttür" gibi bir genellemeyle, ortalama bir Yunanlı, sırf Yunanlı olduğu için kendisini başkalarından daha dürüst sayabilir. "Türkler şereflidir, kahramandır, zekidir, çalışkandır" gibi ifadeler, kulağa hoş gelse de aslında ırkçı/saçma söylemlerdir.

İNSANIN YABANCIYA TEPKİSİ VE IRKÇILIĞIN DOĞUŞU

Dünyaya gelen çocuklar çevrelerine merakla bakarlar. Yeryüzündeki her şey -anne, baba, hava, su, sıcak, soğuk- çocuk için yenidir ve aynı zamanda yabancıdır. Doğumla birlikte ana karnından, yani adeta cennetten çıkan/atılan çocuk için yeryüzü biraz da gurbet ve sürgün yeridir. Bu yabancılığa verilen ilk tepki korkudur ve her bebek bu korkusunu ağlayarak ifade eder.

Annenin kucağı, sarmalaması ve güven vermesiyle çocuk, zamanla bu yabancı dünyaya merakla bakmaya başlar. Yani insanda yabancı olana karşı iki zıt eğilim vardır: korku ve merak. Bebek, anneden aldığı güvenceyle dünyayla tanışır. Yani kendini güvencede hissetmesi çocuğun korkularını da azaltır… Modern devlet ananın/babanın görevlerini üstlenir. Mesela çocukken hasta ve bakıma muhtaç olduğumuzda bu işi anne üstlenir. Yetişkinliğimizde böyle bir durumda bize devletin bakmasını, kurumlarıyla bu görevi üstlenmesini bekleriz.

Güven konusu da öyle. Çocuk korktuğunda annesine sığınır. Yetişkinlikler korktuklarında devlet babaya sığınır ve yardım ister. Yetişkinleri devlet baba anacan işler yapan kurumlarıyla korur, kollar ve yardım eder… Irkçılığın başka bir tercümesi de ‘ben kendimi güvende hissetmiyorum ’dur. Bu güvensizlik nevrotiktir çoğu kez. Kriz dönemlerinde insanın ilk/ilkel korkuları depreşir. Kendini ırkçı gruplar içinde bulan kişi kendisini onaylanmış hisseder. Mesela kişinin iş güvencesi yoktur ve Müslümanlara işini kaptıracağından korkmaktadır. Bu nedenle de Müslümanların Fransa’dan atılmasını savunmaktadır ve devlet babadan Fransa’yı Müslümanlardan arındırmasını talep eder. Katıldığı gruptakiler de benzer korkuları ve çözümleri anlattıklarından bu kişi kendisini onaylanmış hisseder. Bu aşamadan sonra bu patolojik/nevrotik olan değiştirilmez hakikate dönüşür.

Yaklaşık sekiz aylıkken çocuk, ilişkilenme konusunda zor bir dönem yaşar. Bu dönemde, psikanalizde "sekiz ay korkusu" dediğimiz bir durum ortaya çıkar; çocuk her yabancıdan korkar ve anneye sığınmaya çalışır. Burada anlatmak istediğim şey şu: Yeni ve yabancı olan, insanda tedirginlik ve korku yaratır. Aynı zamanda merak uyandırır. Bu durum, yabancıyı anlamaya ya da reddetmeye yönlendirir. Örneğin, geçmişte Anadolu’da uzun saçlı gençleri görenler, bu gençleri sadece uzun saçlı oldukları için reddetmişlerdi. "Eski köye yeni adet" kabulü genellikle sorunlu olur. Aynı zamanda, yeni olan bazen orijinal olabilmek için taklit bile edilebilir.

Yabancıya duyulan korku ve tedirginlik, insanda yabancı düşmanlığına, hatta ırkçılığa çok çabuk evrilebilir. Yılandan korkan biri, yılandan uzak durur. Korkulan obje, düşmanlaştırılarak ve daha da korkunç hale getirilerek, ondan uzak durulmaya çalışılır. İşte bu sıradan gelişim süreci, ırkçılığın doğduğu ve beslendiği yer olabilir. Her insan aslında ırkçılığa yatkındır. Irkçılık, yabancıdan korkuyla bağlantılıdır. Ve bu yabancı, düşman olarak görülmeye başlanır. Yılandan korkan biri, yılanı öldürdüğünde sonsuz bir rahatlığa kavuşacağını sanır. Sonra da tüm yılanları öldürerek bu rahatlığı sağlamak ister. Korku objesi olarak görülen Kürt, Yahudi ya da Filistinliyi ortadan kaldırarak sorunun çözüleceğini sanma ve bu korkunun zulme dönüşmesi ırkçılığın temelini oluşturur.

POLİTİKACILAR VE ÇÜRÜME

Politikacılara güvenilmez. Politika, gerçeğin inkârı anlamına da gelir. Ancak politikacılar, bir toplumun durumundan bağımsız değillerdir. Çürüyen bir toplumda doktor, psikolog, boyacı, satıcı, mühendis gibi herkes de çürür. Politikacıların çürümüşlüğünün öne çıkmasının sebebi, onların toplumun yönlendirilmesi ve sistemin düzeltilmesi gibi birincil görevlerinin olmasıdır. Çürük bir sistem, herkesi çürütür. Politikanın en önemli sermayesi güvendir. Yönetenlerin yalancı, hırsız ve sahtekâr olduğu bir ortamda güven yok olur. Yalanların günümüzdeki en önemli işlevi insanları aldatmak değil, gerçeği öldürmektir. Güvenilmesi gereken pozisyondaki insanların (bakan, vali, belediye başkanı, hâkim, cumhurbaşkanı) sürekli yalan söylemeleri, insanlarda gerçeğe inanmamayı sağlar. Bu durumda gerçek ve yalan arasındaki fark ortadan kalkar. Her yalan gerçek, her gerçek yalanmış gibi algılanır. Yalanla gerçek birbirine zıt olmaktan çıkar ve aynı hale gelir. İşte bu, çürümenin/küflenmenin en ileri aşamasıdır.

Günümüz Toplumlarında Kriz, İnkâr ve Kaçış

Almanya'da, denetim mekanizmalarının görece "sağlıklı" işlediği bir ülkede yapılan bir araştırma [1], Almanların politikacılarının gerçeklikten koptuğunu ve sorunları çözebilme kapasitelerinin olmadığını düşündüklerini ortaya koydu. Halk, günümüz krizlerinin kendilerini yorduğunu ve bu krizlerin üzerlerinde büyük bir psikolojik yük oluşturduğunu belirtiyor. Bu krizler, insanları eylemlilikten ve protestodan daha çok özel hayata kaçışa yönlendiriyor. Almanlar üzerinden konuşsak da benzer eğilimleri başka ülkelerde de gözlemlemek mümkün. Sorunlar arttıkça sosyal içe kapanma, rakı muhabbetlerinin artışı ya da daha dinsel söylemlere sığınma gibi davranışlar artış gösteriyor. Toplum, umudunu Instagram ve TikTok gibi platformlarda yıldız olmaya bağlamış durumda. Gerçeklikten özel hayata kaçış söz konusu. Özel alan… Evrende yatak odaları ve yataklara sığınır oluyor insanlar.

Cinsellik, olması gerektiğinden daha fazla tartışılan bir konu haline geldi. Geleneksel ahlakın denetiminde büyük delikler oluştuğu bir dönemdeyiz ve cinselliğin bu kadar rahat konuşulduğu bir ortamda bile en can sıkıcı sorun, hâlâ cinsellik. Dertlerini çözmek için hocalara, hacılara, eş terapistlerine ya da terapistlere başvuran bir toplum var karşımızda. Toplum olarak mutlu olma umudunu yitirenler, yatak odalarında cinsel performansla mutluluğu arıyorlar. Cinsel mutluluk, olabildiğince çok insanla cinsellik deneyimi arayışı... Cennet, sadomazo stüdyolar, grup deneyimleri, sembolik ve hayali online seksler… Bu, pornografinin kültürel bir kaçınılmazlık haline geldiği bir dönemdir. İnkar dediğim bu durumu kastediyorum… Irkçılık da inkardan beslenir. Irkçılık bir soruna parmak basan ama sonrasında sorunu inkâr eden bir yol izler. Irkçılık inkara dayanır

Bahsettiğim araştırmada bazı korkular öne çıkıyor: Otonomiyi yitirme korkusu. Sosyal medyada psikologların sıkça dile getirdiği konular: "Kendinizi ezdirmeyin", "Altta kalmayın", "Kim sizi üzerse uzaklaşın." Narsizmi koruma söylemi, psikologlar, koçlar, danışmanlar, alimler ve veliler tarafından dile getiriliyor. Bu kadar çığırtkanlığın altında bir korku var: İnsanın çaresizlik korkusu ve bu çaresizlikten kaçmanın yollarını arama. İnsan, ezilmeden veya ezmeden, incinmeden veya incitmeden, yaralanmadan veya yaralamadan, yanlış anlamadan veya yanlış söylemeden hiçbir insani ilişki kuramaz! İnsanın ilişkilerinin alfabesi budur. Buradaki temel mesele, ilişkilerde gönüllülük ve hakkaniyet ilkesidir. İnsan en çok sevdikleriyle tartışır, en çok sevdiklerinin gönlünü kırar ve en çok sevdiklerinden incinir. Asıl mesele, bu durumlardan kaçmak değil, bu durumlarla başa çıkabilecek ruhsal donanıma erişmektir; olgunlaşmak… Zayıflığa, çocukluğa, yer yer şımarıklığa ve hata yapabilmeye izin verebilme becerisini geliştirmek…

Bir diğer korku ise düzenin bozulma korkusu. İşini kaybetme, parasız kalma, evden çıkarılma, okuldan atılma gibi bireysel korkular ve siyasal sistemin değişmesi korkusu. Darbe olacak, şeriat gelecek, komünizm gelecek, Kürtler ülkeyi bölecek… Bu tür korkular yaşayan insanlar, kendilerine huzurlu ve sorunları unutacakları mekanlar bulma arayışına giriyorlar. Modern olmak için Kadıköy'e gitmek, kentin gürültüsünden kaçıp köylere/yaylalara sığınmak, deniz kenarında sabah yürüyüşleri yapmak… Mini kaçışlar, mini cennetler… Futbol maçı izlemek, arkadaşla iki tek atmak, biraz dizi seyretmek… Yabancı ülkelere temelli kaçma isteği ya da en azından izin için kaçmak… Yunan Adaları tatilleri adeta bir söylenceye dönüştü: "Kendinden kaçan…" Sembolik yurtların verdiği huzur. Dinsel anlatılar… Altın Çağ’a özlem… Türklükte huzur aramak… Dünyaya bedel olmak… Sembolik vahalar… Tüm bu hikayeler, temel bir meseleyi inkara hizmet ediyor: Yaşadığımız düzenin zalimliği, adaletsizlik, eşitsizlik. Yoksul zengin arasındaki uçurumu unutturma… İklim faciası. Bu sorunları görünmez kılma çabası… Uzmanlar, dünyanın batacağını haykırıyorlar. Kıyamet yaklaşıyor… Ama inkâr ediyoruz. Her hoca programında cennetteki huri sayısını artırıyor. Kıyamet diyorum, ama….

Irkçılığı gizlemenin en etkili yöntemi başkalarının ırkçılığını konuşmak. Mesela ABD’deki ırkçılığı protesto etmek çoğumuz çok seksi gelebiliyor. Irkçılığı konuşabilmenin ilk koşulu insanın kendi düşünceleri ve duyguları üzerine refleksiyon yapabilmesi. Almanya’da Nazileri konuşmak çok heyecan veriyor ve bu konuşma aslında bizim ırkçılığımızın da turnusol kâğıdı. Araplar üzerine neler düşünüyoruz mesela? Kürtçeyi bilinmeyen dil olarak sunmak nasıl bir şey? İnsan kendisine riyakâr olmadan ırkçı olamaz. Bu nedenle ırkçılıkla mücadele aynaya bakmakla, içimize tuttuğumuz aynada kendimiz görmemizle bakmakla mümkün… Ve utanmakla…

Irkçılıktan kurtulmanın en basit cevabını sanıyorum G.E. Lessing ‘Nathan der Weise’ oyununda veriyor: Ben insanım. Dinler, milletler üstü bir kimliğe vurgu yapıyor. H. Ahrendt ise ‘hiçbir halkı sevmiyorum. Arkadaşlarımı seviyorum sadece’ diyordu… Bana göre… Türklüğün diğerlerinden üstün, iyi olmadığını biliyorum. Başka kültürlerden daha değerli de değil. Benim sosyalleştiğim ve kendimi yuvamda hissettiğim kültür bu. Bana en yakın kültür bu… Başkaları da kendi kültürlerinde benzer duygular ve yakınlıklar yaşıyordur ve iyi ki böyle…


Şahap Eraslan kimdir?

1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berlin'de çalışıyor.

DİPNOTLAR
[1] https://www.rheingold-marktforschung.de/gesellschaft/deutschland-auf-der-flucht-vor-der-wirklichkeit/

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi