Herkesin bir Amerika'sı var

Türkiye ve Amerika gibi ülkelerde siyasetçiler 'mazlumluk kurgusu'nu korumaya özen gösterirler. Kendilerine yarattıkları mazlumluk duygusuna toplumlar katılır, böylece işledikleri suçları meşrulaştırırlar.

Başlık, Murathan Mungan’ın bir şiirinde geçiyor: Herkesin bir Amerika’sı var. Amerika, birçok ülkede birçok insan için bir projeksiyon perdesi. Bu perdeye iyi ve kötü yansıtılıyor. Bulaşıkçılıktan milyoner olma vaadi, özgürlükler ülkesi, birey olmanın zirvesine izin veren ülke. Katil, emperyalist Amerika aynı zamanda. Amerika üzerine konuşan kullandığı kavramlardan ötürü kendisi hakkında da fikir veriyor aynı zamanda.

Amerika’yla hiç ilginiz ve ilişkiniz olmasa da orada alınan kararların dünyanın en ücra köyüne bile etkisi var. Herkesin bir Amerika’sı var ve herkese bu Amerika’dan bir pay düşüyor. Günümüzde insan olmak, Amerika’sız olamamak demek yani. Amerika rol model bize ve biz çoğu kez de ona benzemek, ondan yana olmak istiyoruz. Amerika’yla ilgili iki metin, Türkiye’yle ortak mitolojiler konusunda dikkatimi çekti. Bu yazı bu konuyla ilgili.

MAZLUMLUK KURGUSU

Bazı konuları düşünürken uzağa gitmek, başka milletlerin hikayelerine göz atmak gerekiyor. Eğer meseleyi Türklük üzerinden anlatırsam hemen tepki geliyor. Uzağa giderek insan çok yoğun efektif konularla arasına mesafe koyabiliyor. Kendi yaramıza bakmak, dokunmak çok acıtıyor. Bu nedenle başkalarının yarasına bakmanın, seyirci olmanın verdiği güvenceyle konulara yaklaşabiliriz. Ama uzaklara giderek anlattığım her hikâye benim/bizim hikayemiz.

Ulusların bir başlangıç, bir kuruluş mitolojileri var. Bir travmatik olay yaşanıyor ve ulusun kurucusu bu travmaya katlanarak/atlatarak/acılarına katlanarak varlığını sürdürüyor. Dinlerin ulusların başlangıcında bir varoluş/doğuş travması var. İslam ve Muhammed, Hıristiyanlık ve İsa, Yahudilik ve Musa… Türklük, cumhuriyet… Amerikalıların da bir travma, mazlumluk anlatıları var.

Beate West-Leuer, 'Amerikan Adam' metaforunun Âdem’e paralel bir anlatıyla 19. yüzyılda oluşturulduğunu yazıyor.[1] İbrahimi anlatılardaki Âdem gibi masum (sorumluluk yılana/şeytana ve Havva’ya yüklenir) bir şekilde cennetten kovulan kişinin, kendi kaderini eline alıp Tanrı’nın kendisi için yarattığı dünyadaki hayat mücadelesi yani.

Bu 'Amerikalı Adam' (Âdem), naif, vahşi, dışlanan ama tek başına mücadele eden ve bu mücadelede kanunları hiçe sayan ve kendi kanunlarını dayatan biri. Vardığı yere kendisini dayatan kişi. Kimseye bağlı değil, boyun eğmeyen, özgürlüğüne düşkün, ölen ama teslim olmayan biri. Kovboylarda stilize edilen Rambo’da da tanığı olduğumuz ‘kahraman’. (Irkçıların Bozkurt metaforundan söz etmiyorum!)

Yazıda, Amerikan politikacıların bu sözde/uydurma mazlumluk/masumiyet idealini korumaya özen gösterdikleri de yazıyor. Bu mazlumluk anlatısı hem politik mitolojiye hem de bu anlatının içselleştirilmesini ve böylece kimliğe eklenmesini sağlıyor. Kolektif ve bireysel bir mazlumluk, mağduriyet kimliği kuruluyor. Bir dönem sonra bu suçsuzluk/masumiyet anlatısından vazgeçmek imkansızlaşıyor. Amerika’nın küresel etkinliklerinde kendini sürekli ‘haklı, gerekli ve masum’ sunma çabası var. Amerika’nın çıkardığı her savaş/darbe/müdahale haklı ve gerekli. Ama bu neden mazlumluğa gerek duyuluyor? Çünkü bu tür anlatılarla asıl tarih ve geçmiş unutturulmak, üzeri örtülmek isteniyor.

MAZLUMLUK MİTOLOJİSİ

Bizdeki mazlumluğun nasıl oluştuğunu ve ne işe yaradığını daha iyi anlamak için okurlara Fethi Açıkel’i [2] okumalarını öneririm. Mazlumluk mitolojisindeki en önemli öğe, bilinçötesini etkisizleştirme, üzerini örtme. Yani kişi/ulus kendi fail yanını masumiyet, mazlumluk anlatısıyla örtüyor. Fail ve mazlum, iyi ve kötü birbirinden ayrı tutularak, kutuplaştırılarak ve kişiye uymayan yanlar adeta derin dondurucuya konularak cansızlaştırılarak masumiyet savunulabiliyor. Ama gerçekçi bir yaklaşım, birçok masumiyet anlatısını bozar.

Amerikalıların Vietnam’da bu anlatıları bozuldu. Burada yer yer fail travması dediğimiz bir şey oldu: Muhalif gençlik, Vietnam’da işlenen suçların kolektif sorumluluğunu almayı reddetti. Vietnam’da Amerikalı askerlere her türlü vahşeti yapma izini verilmişti adeta. Ordu ve politik sistem, bu işlenen suçları meşru sayıyor ve suç bilinci oluşmasını engelliyordu. Böylece vahşet meşrulaşıyor ve sürdürülebilir oluyordu.

Mesela bir asker, teslim aldığı bir Vietnamlıyı gerekçesi olmadan öldürüyordu ya da bir çocuk keyfi kurşunlanıyordu. Bunu savunan ordu, bu vahşetin kaçınılmaz olduğunu çünkü bu öldürülen kişilerin öldürülmeseler ileride Amerikalılara zarar vereceğini söylüyor ve böylece vahşete haklılık maskesi takıyordu. Bu anlatıda, Vietnam’a gelen masum asker görevini yapmış rolündeydi.

Kahramanlık anlatılarında kahramanlıkta gizlenen bir zulüm var. Kahraman ordu her zaman her koşulda kahraman değildir. Bu kahramanlık anlatıları da zaten bu kirlenmeyi örtmek içindir. Birinin kahramanı ötekinin zalimidir çoğu kez… Solcu gençler, Vietnam’da yaşananlara kolektif desteğin, meşruiyet kazandırmanın riyakârlık olduğunu söylüyorlardı. Böylece vahşetin adı vahşet olarak konuluyordu ve bu tanımlamayı Amerikalı gençler, aydınlar yapıyordu.

Kolektif desteğin sınırlanması (ordu ve politik sistem sonuna kadar bu vahşete destek oldu) Amerikalı askerleri kendi yaptıklarını sorgulamaya ‘ben bunları böyle bir vahşeti nasıl yaparım’a yöneltti ve bu yaptıklarından bazı askerler utanmaya, kendilerini suçlu saymaya başladılar. Yani fail travması yaşadılar. Bu askerlerin bazıları ağır psikolojik sorunlarla baş başa kaldılar, içlerinden cinnet geçirenler ve intihar edenler oldu.

Vietnam deneyiminden sonra birçok ülke ordusunun eylemlerini başka türlü sunmaya ve gizlemeye özen gösterdi. Yani zulüm bitmedi ama başka türlü sunuluyor. Irak Savaşı bir bilgisayar oyunu gibiydi. Parçalanan cesetler görmedik. Uçaklar bombalar atıyor, sonra bombalar bir havai fişek gösterisi gibi sunuluyordu. Bu eğlenceli oyunda yüzbinlerce insan öldü. Bu gösteride kan yoktu, ölüm gösterilemedi.

Gösterilemeyen şey yok sayılıyor adeta. Günümüzde de insansız hava araçları modern cinayet araçları ama birçoğumuz gurur duyuyoruz. Bize öldürme tekniği bir bilgisayar oyunu gibi geliyor adeta. Vietnam sonrası devletler daha ustaca propaganda yapıyorlar. Basın da bu kirli oyunun işbirlikçisi oldu yani. ‘Temiz’ eylemler yapılıyor, bu operasyonlara ‘güzel’, romantik ve şiirsel adlar konuluyor. Ve ölüm bu maskeyle geliyor savaşın yaşandığı bölgelere.

Türkiye’de de devletin 'terör' anlatısına itirazın olmaması, devletin ırkçılık üzerinden vatan-millet-devlet propagandası fail travmasının oluşmasını, devletin zulümlerinin sorgulanmasını engelliyor. Devletin bu ülkede başarıyla gerçekleştirdiği ve ötekine katmerlenmiş zulüm olarak geri dönen bir realite de var: Savunma amaçlı öfke/zulüm. Devlet kendisini mazlum, masum ve kurban gösterdiğinde halkın devletin tepkisine anlayışlı davranmasını getiriyor. İnsanın bilinen bir tepkisi var: Mağdurdan ve masumdan yana olma eğilimi.

Mesela bir yetişkinin bir çocuğu acımasızca dövmesinde, yere düşen birine acımasızca vurmayı sürdürme durumunda bu durumu gören insanlar mağdurdan yana olmaya eğilimliler. İşte devlet sürekli mağdur/mazlum propagandasıyla istediği zulmü yapma izni alıyor. Yani devlet zulmü yapmadan önce kendisini mağdur olarak anlatıyor. Mesela yerde dayak yiyenin bir tacizci olduğunu yani fail olduğunu bildiğimizde yerde kanlar içinde dayak yemeyi sürdürse de onun bu cezayı hak ettiğini düşünüyor, dayak atanın (failin) yanında yer alıyoruz.

Devlet de kendi muhaliflerine bir zulüm yapmadan önce bu kişileri terörist, vatan haini, bebek katili, devlet millet düşmanı olarak yani tacizci, aşağılık ve öldürülmeyi/zulmü hak etmişler konumuna getiriyor. Mazlumluk kutsallaştırıldığında sorgulanamaz, dokunulamaz oluyor. Sorgulayanlar da hain/terörist olarak katledilmeyi, hapse atılmayı ‘hak ediyorlar’. ‘Kutsal Mazlumluk’la öteki olanlara istediğiniz aşağılamayı yapmak için izin de çıkarıyorsunuz. Mağduriyet zulmün en etkili kılıfıdır. Amerikalı gençler mazlumluğu sorguladılar. Türkiye’de bu mazlumluk ve haklılık sorgulanamaz durumda. Mazlumluk anlatısı kutsalla da örtülüyor. Problem de bu.

KALU BELADAN BERİ MASUMİYET

Amerikalılar çok masumlar. Amerikan kimliği ‘ben/biz suçsuzuz’ üzerine inşa ediliyor. Amerikan Yerlilerinin yok edilişi, köleliğin düne kadar yaygınlığı, dünyanın denetimi ve darbeler ve savaşlar yoluyla bu denetime uygun hale getirilmesi. Siyahların düne kadar insan olup olmadığı tartışıldı. Yeryüzündeki her insanın atası siyahmış. Yani Âdem ve Havva da siyah tenli. Türk atalarımızın atası da siyah yani. Ben bilimin yalancısıyım. İnsanlık dediğimiz bu büyük ailenin atları Afrika’dan geliyorlarmış. West-Leuer, Amerikan kimliğinin bu suçların gizlenmesi ve inkârı üzerine kurulduğunu yazar.[3] İnsanın iç dünyasında suçsuzluk temsili vardır ve bu temsil üzerinden insanlar ortaklık kurar ve tutumları konusunda birbirlerine benzerler. Aidiyetleri bu ortaklık üzerindedir. Burada bir mesele var.

Eğer her Amerikalı bu durumu (suçsuzluğu/mazlumluğu) kabul etmiş ve içselleştirilmişse, hepsinin aynı düşünmesi ve hissetmesi gerekir. Durum tam da böyle değil. Çünkü bu masumiyet içselleştirilirken bu anlatıya dair çelişkiler de içselleştirilir. Yani masumluğu içselleştiren Amerikalı, yerlileri katlettiği topraklar üzerinde siyah kölelere neler yaptığını da bilmektedir. İşte masumiyet içselleştirilmesine bu ‘kara leke’de eklenir ve iç dünyaya alınır.

Birinin kahramanı ötekinin zalimidir çoğu kez. İşte kahramanlık içselleştirilirken bilinçötesine bu zalim yan da kaçınılmaz olarak eklenir. Bu kahraman ve zalim insanın içinde çelişkili, çatışmalı yan olarak kalır. İnsanın iç dünyasındaki bu çatışma eğer uzlaştırılmazsa kişiye rahatsızlık vereceğinden dışa vurulmak, sorundan kurtulmak denenir. Bu dışa vurulan yanlar da toplumda ayrışmalara neden olur.

Türklük konseptinde, ırkçıların, ulusalcıların, Kemalistlerin, İslamcıların masum, mazlum, haklı, dürüst, temiz millet konseptine karşın, küçük bir grubun Dersim, 1915, 6-7 Eylül, Çorum, Maraş, Gazi, Gezi, Kürtler, Aleviler, Rumlar diye ses vermeleri, geçmişte içselleştirilen çelişkili yanların dışarıda/toplumdaki karşılıklarıdır da. Bir taraf suçsuzluğa, dokunulmazlık/kutsallık derdindeyken, diğer taraf fail yana vurgu yapıyor ve zulmü dile getiriyor. Bir taraf ‘unutalım, geleceğe bakalım’ derken, diğer grup ‘gelecek, geçmişteki kirler temizlenmeden oluşamaz’ fikrindedir.

Bu temiz/kutsal mazlumluk anlatısıyla bir toplumsal ideal kurgulanır ve bu ideal bir insana projekte edilir. Muhammed, Ali, Hüseyin, Atatürk… Bu insan adeta dehadır, tektir, benzeri insanlık tarihi boyunca görülmemiştir. Ve politikacılar, işte bu deha liderin gölgesinde politika yaparlar. Yer yer kendileri ideal lider olmak isteseler de bu başarılamaz. (Mesela Erdoğan peygamber, Atatürk rolüne sürekli aday olmasına rağmen onların gölgesindedir sürekli).

Kahramanlık problemli bir anlatıdır.

“Yunanlıları denize döktük”, bunu gururla anlatırız. Kahramanlık anlatıları, kahramanlık anındaki acıyı/zulmü gizler. Yunanlıların kahramanlık anlatılarında da Türklerin acıları gizlenir. Kahramanlık anlatılarındaki zulmü kamufle etmenin en etkili yöntemi mazlumluktur. İlk suçu işleyen kahramanı mağdur etmiştir. Bu nedenle kahramanın yaptığı zulüm, bir intikam ve adaletin sağlanması amaçlıdır. Bu tür düşünme, zorbalığı kaçınılmaz kılıyor. Böyle düşünen insan aslında korkusundan düşman yaratmak zorundadı. [4]

BEN AMERİKA DİYORUM SİZ TÜRKİYE ANLAYIN

Çocuklara psikotik bir ortam sunduğumuzun farkında mıyız? Daha doğrusu psikotik bir ortamda yaşıyoruz. Filistin’de yaşananları izleyen çocuklar kendi geleceklerini nasıl kurguluyorlar? Avrupa’da çevre felaketinin sürekli konuşulması, dünyanın ve insanlığın geleceğinin olmamasının çocuklara etkileri nasıl? Umutsuzluğun, gelecek kaygılarının yoğun yaşandığı, adı konulmamış iç savaşın yaşandığı bir ülkede çocuklar ne hissederler? Yani hayatın kendisi psikotikleşince çocuklar korkularıyla nereye gidebilirler?

Psikanaliz kuramlarına önemli katkılarda bulunan Christopher Bollas’ın bir kitabını okudum.[5] Bir ulusun (Amerikalılar) çılgınlığını (Wahnsinn) inceliyor. 1967-1969 yılları arasında Amerika’da ‘sosyal psikoz’[6] yaşandığını çünkü bu dönemde Kennedy’nin vurulduğunu (Amerika başsız kalıyor. Kurban ritüellerinde kafası kesilen hayvanların can çekişmelerini, çırpınışlarını bir film gibi düşünelim), Vietnam’dan gelen haberlerin korkunçluğunu, umudu temsil eden Martin Luther King’in öldürüldüğünü, Malcolm X’in katledildiğini yani umudun yok olduğunu ve umutsuzluğun psikotik bir durum olduğunu yazıyor. Umudun olmaması, geleceğin belirsizliği, toplumsal bir facia karakteri kazanıyor.

Facia yaşayanlar genelde faciadan bir an önce uzaklaşmak ve böylece kendilerini korumak istiyorlar. Kurtuluş Savaşı sonrası ülke bir harabe. Birçok insan karmaşık travmalar yaşamış. İşte bu insanlar bu yaşadıkları travmanın yasını tutamadılar. Var olma savaşı ve travmadan kaçma isteği, anımsamama, bastırma eğilimi yas tutmaya engeldi. Böyle bir kuşağın eğlenme kültürünün olmadığını, daha doğrusu eğlenmeden kaçındığını, eğlenmek için bir nedeninin olmadığını düşünebiliriz.

Amerikalılar da bu travmatik durumda eğlenmekten kaçınıyorlar, hayatta kalma mücadelesi verirken yaşadıkları travmatik durumla aralarına mesafe koyuyorlar. Yastan kaçınan toplumların gelecek kuşaklarında ‘eğlenme mecburiyeti’ gibi durum oluşuyor. Bununla şunu kastediyorum: Çocuklar, travma yaşamış, yas tutamaması, sürekli kederli ve tedirgin anne/babalarıyla özdeşleşirken, bir yandan travmatik olanı içselleştirirler ama bu içselleştirdikleri kendilerine ait değildir. Yani babanın korkusunu içime alırım ama bu bana ait değildir, benim korkum değildir ama benim içimdedir.

Çocuklar bir yandan bu özdeşleşmeyi kendileri gibi yaşarken (çünkü benim içimdedir) diğer yandan kendilerine ait olmayan ama kendilerinde olandan kurtulmaya da çaba gösterirler. İşte bu dinamik onları çılgınca eğlenmeye yöneltir. Köpüklü partiler, konserler, festivaller… 80 Cuntası’ndan sonraki kuşağın bir yüzleşme, sorgulama değil de eğlenmeye yönelmesi, sanki bu travma yaşanmamış gibi davranması örnektir. Burada bir eğilimden söz ediyorum, her insan böyle davrandı anlamında değil bu yazdıklarım.

Travmada bir kötü, bir kötülük, bir zulüm var. İşte içselleştirmede fail de mağdur da bir kötüyü içselleştirir. Sosyal psikozlarda bir başka eğilim de işte bu kötünün de dışarı atılma çabası vardır. Faili meçhuller, şehitler, mehmetçikler… Ve Kürt gençlerinin cesetlerinin köylere, kasabalara ulaşması… Kötünün artık bir özdeşleşme, bir iç mesele olmaktan çıkarılması ve somutlaşması. Travmanın bu kuşakta yenilenmesi. Masumluk, kahramanlık anlatıları gölgelenir. Masumluk çöpe gider.

Kahraman Türk askeri, Kürt’e dışkı yedirir, ahlaklı polisimiz işkencecidir, mafyayla iş tutar. İşte bu ‘temiz, masum/mazlum’ anlatısının bitmesidir. Çıkış aranır. ‘Bir başkadır benim memleketim’ eklenir. ‘Çanakkale’de beraber dövüştük’ üzerinden ortak konteksler aranır. ‘Cennet vatanımız aman kötü demeyelim, huzurumuz kaçmasın’ kaçınması. Eğer vatan cennetse birçok insanın gözü vardır vatanda ve sıkı sıkıya korunmalıdır. Yani paranoyaklık normalleşir böylece. İşte vatanda gözü olanlardan nefret başlar. Mazlum ulus/kişi, işte burada mazlumluğa uymayan elementleri bu nefret etmek zorunda kalınan düşmana projekte eder.

BAŞKAN TROL OLURSA

Televizyon programında mahallenin aptalı rolündeki birinin kendinden olağanüstü emin halleri ve zenginliğini teşhir eden komik bir figür olan Trump’ın anlaşılması zor kariyeri başlıyor. ‘Önce Amerika’ sloganıyla kitleleri büyülüyor, yalan söylüyor, kadınlara sarkıntılık yapıyor, utanmayı bilmiyor. Psikanalist Martin Altmeyer, Trump’tan söz ederken özeleştiri bilmediğini, yanılgılarını itiraf edemediğini, yenilgilerini ve beceriksizliklerini kabul etmediğini, saygısız olduğunu ve karşıtlarının onurunu sürekli çiğnediğini yazıyor.[7]

Trump bir kişi değil, bir tutum, politik bir stil.

Bizde de ‘Bay Kemal’ diye başlayan ve birçok insanı aşağılayan, başkalarının üzerine basarak kendini üstte tutmaya çalışan bir lider var. Türklerin önderliğinde (burada kendisini kastediyor) İslam’ın yükseleceğini sürekli tekrar ediyor. Özdeğer duygusu dengeli olmayan insanlar, kendi narsizmlerini başkalarını aşağılayarak deneylemeye çalışırlar. Rakiplerim aşağıdaysa ben yüceyim gibi. Bu insanların başkalarını takdir etme yetenekleri gelişmemiştir. Başkasını takdir etmeyi kendi özdeğerlerine bir tehdit gibi hissederler. Bu aşağılamaları ve değersizleştirmeleri alaycı bir dille sunarken, kendilerini de komik sanmak gibi bir yanılgıyı fark etmezler. Trollerde gördüğümüz bir haldir bu. Ama bu trollüğü devletin başı yapıyorsa…

Jacob Johanssen, trolü, bilerek kışkırtan, insanlara saldıran, yaralayan, amacının sadece yapay ve uydurma tartışma yaratmak ve böylece birilerine saldırmak olan kişi olarak tanımlıyor.[8] Trol, toplumda oluşan normlardan ötürü kullanılmaması gereken bir dili kullanan kişidir ve bu ahlaksız tutumdan ötürü zaten girdiği tartışmada avantajlı konuma otomatik olarak gelir. Erdoğan’ın politik nezakete hiç uymaması, rakiplerine sürekli iftira atması gibi. Demirtaş ve Kavala için söyledikleri.

Erdoğan’ın kamusal alanda görülmesi ‘anormalleştiriliyor’. Onlarca araba, caddelerin kapatılması. Olağanüstü bir durum, toplantılarda çevresinde koşturanlarla telaşı bir tür telaş yaratılıyor. Her şeyin eğlenceli bir yanı var. Güç sahneleniyor, teşhir ediliyor. Cemaat liderleri, hocalar, parti başkanları, diyanet işleri başkanı… Bu ‘ciddi’ işleri yapanlar başka bir gözle bakınca adeta animasyon ekibine benziyorlar. En büyük korkuları unutulmak.

Sosyal medya görünmeyeni ölü, yaşamıyor sayıyor. Sosyal medyada her gün bir şeyler yazarak kendilerini unutturmama savaşı verirken saçmalıklarının dozunu arttırıyorlar. Sosyal medya starları. Yüzbinler, milyonlarca izleyicileri var. ‘Parasosyal’ [9] (sosyalmiş gibi görünen sosyallik) bağlantılar üzerinden beğenileriyle ilişki kuruyorlar. Bütün bu çok önemli görünmenin, önemsiz bir yığın hikâyenin öne çıkarılmasındaki amaç asıl önemli olanı gözden kaçırmak. Hokkabazlardan biliyoruz. Dikkatimizi çektikleri yerde, ışıkların yansıdığı yerde değildir hikâye; bu, oyalama için yapılır. Asıl mesele böylece gizli yapılır.

Mikrofon politikacı için güç demektir. Bu gücü elinde tutanlar, tüm haklarını gasp ettiklerine mikrofondan hakaret ettiklerinde politik dili, politik ahlakı ve normları terk ederler. Yani trolün sosyal medyada yaptığını politikacı basın toplantısında, mitinglerde yapar. Her trolün genelde paranoyak bir dünyası vardır. Trolün taraftarı ve rakipleri (trol bunları düşman görür) vardır, bu da iki taraflı paranoyak bir dünya demektir.

Anthony Giddens, günümüzde devletlerin ‘düşmanlarla’ değil, küreselleşme sonucu oluşan riskler ve tehlikelerle mücadele etmesi gerektiğini yazar.[10] Düşmanlarla her gün cenk ettiğini anlatan Erdoğan, ekonomik sorunlarla, halkın yoksulluğuyla, açlığıyla, sağlığıyla hiç ilgilenmiyor. Vatan, millet, devlet, İslam, başörtüsü gibi konuları sürekli gündeme getirerek dikkatleri asıl meselelerden uzaklaştırıyor. Ve taraftarları da tempo tutuyorlar.

Yaşadığımız çağın sorunlarını çözme yeteneği olmayanlar, nasyonalist, ırkçı ve paranoyak tutumlara sarılabiliyorlar. Trolün hiçbir konuda derinlemesine bilgisi yoktur ve işini yaparken biraz gırgır ve espriyi etkili silah gibi kullanır. Yani taraftarlarını güldürerek eğlendirir. İşte bu eğlence içeriğin zalimliğini örter. Trump ve Erdoğan gibilerin eğlenceli anlattıkları, alay ettikleri konuların altında başkaları için sıkça zulüm vardır.

İşte kitlesini eğlendiren bu esprili adamların zalim olacağını taraftarları akıllarından geçirmezler. Böylesine güler yüzlülük, şakacılık zalimlikle uyumsuz görünür. Bu insanlar yıkıcı ve saldırgan oldukları kadar başarılıdırlar. Troller de saldırganlıkla ölçüyorlar başarılarını. Başarının ölçüsü trol için yaşattığı acı. Acı çektirmekten haz almak…

Troller bühtan atarlar. Troll karşıtlarını sürekli eyleme, tepkiye zorlar. Kayyımlar, mikrofonda hakaretler, alaylar… Troll kendi düzeysizliğini ve yetersizliğini başkalarını yetersiz göstermeyi deneyerek gizlemeye çalışır. 'Avrupa açlıktan kırılıyor' demişti Erdoğan. İnsanların gözlerinin içine bakarak onlarca yıl önce yapılmış havaalanlarını kendisinin yaptığını söylemişti. Bu yalanları o kadar emin söylüyor ki dinleyenler kuşkuya düştüklerinde kendilerini suçluyorlar adeta.

Troll asalaktır. Ötekine çatmadan var olamaz ve böylece de ötekini sömürerek var olur. Trump başkan olmadan önce televizyonlarda programcı, şovmendi. Erdoğan da ulusu eğlendirmeye çalışan bir şovmen gibi. Her gün yeni bir konuya ve saçmalığa uyanıyoruz yıllardır. Gündemi belirlerken halkı da eğlendirdiğini sanan bir şovmen. Ama onun şov sandığı halka bir zulüm. İşin tiksindirici yanı da bu.

Not: Terapideki çocuk (evinizdeki çocuğunuz) sorular soruyor. -Bu ne? Yanıt veriyorum. -Neden? Yeni bir cevap veriyorum… Bir yer geliyor cevabım yok. Çocuklarımızın sorularına bazen yanıtımız yok bazen de yanıtı o çocuğa anlatabilecek bilgi/pedagojik/psikolojik donananımım yok. Bazı soruların da henüz cevabı yok. Bu soru cevap meselesinde her insanın tıkandığı bir soru var. İşte terapideki çocuk o soruyu sordu: -Filistin’de insanlar neden ölüyor? Ben yutkundum 5-6 yaşındaki çocuğun bu kadar haklı sorusuna yanıtım yok ve ‘yetişkinim’ demeye çok utandım… İnsanlığın ve binlerce yıllık uygarlık tarihinin bir çocuğun sorusuna yanıtı yok. Kederliyim… Kederliyim dediğimden daha kederliyim…

Şahap Eraslan kimdir?

1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berlin'de çalışıyor.

KAYNAKÇA

[1] The Amerikan Adam-zwischen Unschuldbehauptung und Tätertraumata= Suçsuzluk iddiası ve fail trvaması arasında kalan Amerikalı Âdem (Adam), 2018, Psychoanalyse im Widerspruch, sayı, 59, s. 47.

[2] Kutsal Mazlumluk’tan Makyavelist Despotizm’e, 2024, İletişim Yayınları, 3. Basım.

[3] West- Leuer, s. 56

[4] Thomas Auchter, Brennende Zeiten, 2012, Psychosozial Verlag, s. 371.

[5] Wenn die Sonne zerbricht, 2019, Klett-Cotta Verlag.

[6] Bollas, s. 41

[7] Das entfesselte Selbst, 2023, Psychosozial Verlag, s. 350.

[8] Zwischen Eskalation und Selbstkontrolle, 2024, Psychosozial Verlag, s. 83.

[9] Johanna L. Degen, Swipe, like, love, 2024, Psycosozial Verlag, s. 83.

[10] Entfesselte Welt, 2001, Suhrkamp Verlag, s. 30.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi