Hey, Gençler…

Ülkenin gençleri, genç gibiler, kendini her daim genç hissedenler, “Bu hayatta iyiler hep mi kaybedecek?” diyen küskünler, öfkeliler sandığına gider. Demokrasi talebi ne kadar güçlü veya cılızsa oyları ile o kadar güçlü veya cılız bir arza dönüştürür.

Hey, gençler, genç gibiler, kendini her daim genç hissedenler, “Bu hayatta iyiler hep mi kaybedecek?” diyen küskünler, öfkeliler ve ümitsizler. Bugünkü yazım en çok size hitaben ve ithafen.

Çünkü dün 19 Mayıs, Gençlik Bayramı’ydı!

NUTUK

Biliyorsunuz Nutuk “1919 senesi Mayısının 19uncu günü Samsuna çıktım” diye başlar. Gazi Mustafa Kemal onu 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Cumhuriyet Halk Partisi’nin İkinci Büyük Kongresi’nde okur. Ayakta alkışlanmasından sonra şöyle devam eder:

Muhterem efendiler; Sizi günlerce işgal eden uzun ve teferruatlı beyanatım, en nihayet mazi olmuş bir devrin hikayesidir.

Bunda milletim için ve müstakbel evlatlarımız için dikkat teyakkuzu devam edebilecek bazı noktalar teberrüz ettirilmiş isem kandimi bahtiyar addedeceğim..

Efendiler, bu beyanatımla milli hayatı hitam bulmuş farz edilen büyük bir milletin istikbalini nasıl kazandığını ve ilim ve fennin en son esaslarına dayanan milli ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu ifadeye çalıştım.

Bugün vasıl olduğumuz netice asırlardan beri çekilen milli musibetlerin uyanışı ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.

Bu neticeyi Türk gençliğine emanet ediyorum.

(Özgün metne özellikle sadık kaldım. Yani bilmediğiniz sözcüklerin anlamına sözlüklerden bulma zevkini size bıraktım. Çünkü ben de öyle yaptım. )

Daha sonra da, çok daha iyi bilinen “Gençliğe Hitabe”sini okur.

Nutuk’u ondan birkaç ay önce Dolmabahçe Sarayı’nda arkadaşları ile paylaşmıştır. Metin üzerinde ufak tefek bazı düzeltmeler yaparak son haline getirmiştir. Sonra da Gençliğe Hitabe’yi ilk kez onlara yüksek sesle okumuştur.

Salondaki soluğunu tutmuş dinleyenlerin sessizliğinde bitirdiği zaman da ve Afet İnan’ın ifadesiyle:

“..derin bir nefes almış, fakat iki damla gözyaşını da bizlerden saklamamıştı.

Sonra yine devam eder:

“Tarihi yaşadığımız gibi yazdık, fakat geleceği Cumhuriyet'e inananlarla onu koruyanlara ve yaşatacaklara emanet etmek lazımdır...

Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfan müspet fikirlerini veriniz. İstikbalin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Hür fikirler tatbik mevkiine geçtiği vakit Türk milleti yükselecektir.”

TARİH

Aradan geçmiş onca zamanda dünyada ve bu ülkede hangi olaylar olduysa oldu. Kimler tarihi nasıl yazdıysa yazdı. Atatürk’ü de, Cumhuriyet tarihini yazmaya yine devam edilecek.

Ülke tarihleri de tıpkı bireylerin kişisel tarihleri gibi yazılır. Kimileri olabildiğince yaşandığı gibi ve olgusal. Kimileri nasıl bilinmesini, okunmasını arzulanıyorsa öyle. Araçsal aklıyla veya kendi de bilincinde olmadan cilalar, şişirir, çarpıtır, keser, atlar, ekler, boşluk bırakır, vs. Fakat mutlaka ve kaçınılmaz olarak, kendi gözünden, dilinden ve elinden geldiğince. Özneldir yani.

Dolayısıyla tarihi “nesnel”, yani “mesafeli” yazabilmek kadar, hatta bence ondan bile daha çok, reflektif okuyabilmek önemli ve değerlidir. Bu da sadece belgelere ve tarihsel zamana ait tüm diğer yardımcı bilgileri kullanarak olanaklı değildir. Çünkü o da benzer biçimde kendi öznel yetilerini kullanarak boşlukları doldurur, fazlalıkları filtreler, yeniden yorumlar filan.

Kısacası, sonuçta bir açıdan hangi tarafın daha iyi niyetli, becerikli veya yetkin olduğu önemsiz. Çünkü her halükarda ve Gadamer’in deyimiyle iki tarafın “anlam ufuklarının çarpışması ve füzyonu kaçınılmaz. İlk başta ne kadar az kırık dökük olursa, belki o kadar iyi olurmuş gibi de gelebilir bazılarınıza belki.

Oysa bu durum, yani “alan memnun, satan memnun” durumu, ancak bu öznel gerçeklikler tarihsel hakikatten fazla uzaklaşmadığı ölçüde iyi bir şeydir. Yoksa en hafifiyle ister bireysel, ister kolektif düzlemde olsun inkardır.

Nitekim “tarih tekerrürdür” dedirten şey de biraz bununla ilgilidir. Tıpkı “tarihten ders almamak” gibi anlayacağınız. Tabii bir de kişisel veya kolektif hafıza meselesi var. Aynı insan veya toplum, aynı olayı her hatırlayışında ve yorumlayışında onu kendi yorumlaması da değişebilir. Bütün bunlar tarihçileri yakından ilgilendiren ve cilveli konular. Fakat hakikatin inkar edilme(me)si veya bireyler/toplumlarca onun farklı gerçeklikleriyle yüzleşil(eme)mesi çok daha karmaşık bir mesele. Ve ne yazık ki tarih disiplininden başka bazı alanlara taşar. Hatta en “bilinçli ve dürüst” tarihçiyi de aşar.

Zaten bu bağlamda Freud’un Nachträglichkeit ( deferred action / afterwardedness) kavramından ertelenmiş (anlama) eylemini anlamalıyız. Yani argo tabiriyle jetonun geç düşmesini, kafaya sonradan dank etmesi gibi. Bu içgörü ileriye dönük veya ilerletici (progresif) de olabilir, geriye dönük veya geriletici (regresif) de olabilir diye daha önce başka bir vesileyle yazmış idim. Fakat o yazım da tıpkı bunun gibi Türkiye’nin bugünü içindi.

Çünkü tarih sadece geçmiş değil, aynı zamanda da bugün ve gelecek demektir. Dolayısıyla da tarihten öğrenip öğrenmemiş olmak, geçmişi olup bittikten sonra yorumlamaktan öte, bugünü şimdi-ve-burada “doğru” okumakla ve “yarını” henüz olmadan mevcut gerçekçi limitler dahilinde kestirebilmekle ilişkilidir.

Kısacası bu tarih okuması Cumhuriyet’in kuruluşu gibi yüz yıl öncesi ile, geçen Pazar günkü yaşanmış, önümüzdeki Pazar yapacağımız CB seçimi ile veya bugünle ilgili olabilir.

O halde 103 yıllık bir sıçrama ile bugüne, 19 Mayıs 2023’e gelelim. Atatürk’ü de, yüz yıllık Cumhuriyet’i de rahat bırakalım. Zaten bugün Diyanet Atatürk’ü anmadı diye ne Atatürk tarihten silinir, ne de Cumhuriyet, dileyen dilediği parantezleri açsın kapatsın.

GENÇLİK

Biz Atatürk’ün bugünü bayram ve doğum günü ilan edip Cumhuriyet’i emanet ettiği gençliğe bakalım biraz.

Gençlerle yaşamının üçte ikisini geçirmiş birisi olarak, yukarıdaki gibi Atatürk ve Cumhuriyet okumalarıma göre şunu rahatlıkla dillendirebilirim sanıyorum: Atatürk gençliğe gerçekten güvendi. Zaten kendisi de kendine güvenen bir gençti. Gençliğin neler yapmaya muktedir olduğunu bilerek gençlere hitap etti.

Keza yine gerek akademik, gerekse mesleki olarak yeterince uzun yıllar ailelerle çalışmış birisi olarak şu gözlemimi paylaşmama izin verin. Bugün salt siyasetçiler değil - ki aralarında genç yok- genç anababaları da “gençliği” Atatürk kadar tanımıyor ve onlara güvenemiyor.

Aradan geçen yıllarda Türkiye sözde modernleşmesine görünürde modernleşti, fakat biliyoruz ki demokratikleşemedi. Çünkü demokrasi bir ülkenin siyasi yönetim rejimi ister cumhuriyet olsun, ister krallık, ister federasyon, onun başına ve yukarıdan kraliyet tacı veya kuş gibi kondurulamaz.

Zaten demokrasi her derde deva ütopik veya hayali bir melek haresi de değildir. Tabandan ve bebeklikten itibaren çocuk yetiştirme pratikleri başta olmak üzere, özel/kamusal alandaki toplumsal/kurumsal pratiklerle demokratik toplum olunur.

Bu konulardaki geleneksel kültürel alışkanlıklarda hiç değişiklik yapılamazsa nesilden nesile aktarımlarla demokratik toplum için önkoşul olan bireysel/kolektif “altyapı” da dönüşemez. Başka bir deyişle de el yordamı (söz gelimi “alaylı”) ve yarı-modern/-cahil bilgiler (mektepli) çarpıştıkça, kırılıp dökülen gençler ve koca toplum olur. Dolayısıyla Atatürk kuşağından bugüne toplumsal dönüşümlere bu psikososyal açılardan bakabilmek gerek.

Zaten bu toplumda “gençlik” daha hala kategorik olarak bile tam yerini bulamadı. Ne olduğu tam anlaşılmıyor, henüz bilinmiyor. Bir “deli-kanlı” lafı bellenmiştir, gidiyor. Zaten o bakımdan da her “deli”den ve “bilinmeyen”den ürküldüğü gibi gençlerden korkuluyor. Onun için de özgürlükleri kısıtlanıyor, baskılanıyor.

Onlar konuşturulmuyor. Onların yerine konuşan anketler bile doğru yorumlanmıyor. Popülist siyaset için araçsallaştırılıyor. Bol keseden spekülasyon ve geçerliği doğru dürüst bile sınanmayan yığınla varsayımsal atmasyon. Gençlere çocuk, çocuklara da bebek muamelesi yapılıyor. Çok yazık.

SEÇİM

Fakat görüyorum ki bu konularla pek kimse ilgilenmiyor. Türkiye’nin gençleri bugün hepten yoksul, eğitimsiz, işsiz, evsiz, sevgisiz, aşksız, sekssiz, sporsuz, kültürsüz, sanatsız ve daha da önemlisi siyasetten ümitsiz. Çoğu da oldukça yaşcı ve hadsiz.

Tabii bugünlerde “gençler” pek bir revaçta. Çünkü zaten seçim sezonu açıldığından bu yana seçmen nüfusunun kritik bir çoğunluğunu oluşturduklarından gözler epeydir onlardaydı. En niteliklileri zaten daha demokratik veya insanca yaşam koşulları vaat eden ülkelere kaçıyordu. Siyasi partiler ülkede kalanların (oylarını) da kendilerini seçmelerini umuyordu.

Bugün hala geçen Pazar kaç gencin oy kullanmadığı hesaplanmaya çalışılıyor.

Başta muhalefet olmak üzere onları önümüzdeki seçim nasıl sandığa nasıl çekeriz diye düşünülüyor. Elbette söylemeseler de esas arzulanan kararlarını kendi adaylarından yana vermeleri.

Gençlerin “tepkisel” oyları önce İnce’ye, sonra Oğan’a gitti; geri kalanı da zaten çok apolitik ve “tepkisiz”, acep n’apsak deniyor.

100 yıl yeterince uzun bir hazırlık süresi bence. O bakımdan ben de naçizane gençleri rahat bırakın, orasından burasından çekiştirmeyin, gereksiz “beyin yıkamacı” propagandist girişimlerle “kafa ütülemeyin” ve derin bir nefes alıp bir kez de onlara güvenmeyi deneyin diyeyim.

Çünkü zaten “onlar” diyerek iktidara gelmiş ve 21 yıl boyunca ayrışması kutuplaşması derinleşmiş, düşmanca yarılmış, her katmandaki yönetimin aşırı şahsileştirilmiş olduğu bir toplumda, "her yol mübah" diyen ve fakat halkın yarısının aşktan gözü kör olmuş bir lideri, hala bunlar” diyen ve şahsın iftiraları karşısında şahsi savunuya geçen bir muhalefet lideri deviremez.

Ülkenin gençleri, genç gibiler, kendini her daim genç hissedenler, “Bu hayatta iyiler hep mi kaybedecek?” diyen küskünler, öfkeliler ve ümitsizler “tıpış tıpış” veya “marş marş” seçim sandığına gider. Demokrasi talebi ne kadar güçlü veya cılızsa oyları ile o kadar güçlü veya cılız bir arza dönüştürür. Oyuna, iradesine, yaşamına sahip çıkar.

Elbet bir gün bizim çağdaş toplumumuzda da “jeton düşer”.


Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazdı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aydan Gülerce Arşivi