İçeride İslamcılıkla helalleşme, dışarıda mühletli uzlaşı

Gelmekteymiş gibi görünenler de liyakat, devlet aklı, siyaset/partiler üstü politika nağmesini mırıldanıyor. Taşracı ve egemenlikçi ufuksuzlukta da İslâmcıyla devletçi birbirini aratmıyor.

Başlığı iki cepheli ("Janus’vari" desek havalı olurdu) bir soru kabul edersek, yanıtı belli: Olası değil. İlki, islâmcılık en ılımlı ("islâmcılığın ılımlısı, iyi huylusu olur mu?" bir diğer geçerli soru) biçimiyle bile bünyenin kendi ürettiği ancak demokrasileri içinden kemiren bir hastalık olduğu için. İkincisi, içeride seçmenin/yurttaşın olduğu gibi dışarıda da ama müttefik ama muhasım tüm muhataplar da artık on ay bile kalmamış seçimin sonucunu bekledikleri için. 

İslâmcılığı, "dinbazlık" diye anlaşılır Türkçe’ye çevirmek uygun. Ancak dindar, muhafazakâr ve üstelik çoğunluk diye anlamak bence çok yanlış. Kaldı ki Altılı Masa’nın eleştirildiği "devlet tapıncı" takıntısından kurtulmasının yolu, öyle bir niyet varsa, çoğunluk şakşakçılığı da olmamalı. Hele şu yirmi yıllık karanlığın ardından ve yaşadıklarımız ortadayken. Zaten o hayal edilen çoğunluğu devlete uyarlama işini, özellikle "Allah’ın lütfu" 15 Temmuz’un ardından Erdoğan, Bahçeli ve Akar elbirliğiyle yaptılar, yapıyorlar. 

Galiba ortak hülya, ortak gereksinim demokrasi değil de hukuk devleti olacak bizim durumumuzda. Biri diğerinin "mütemmim cüzü" de denilebilir -tıpkı laiklik gibi. Bunun da ama’sı "hak, hukuk, adalet" demenin "hukuk devleti" arayışına tekabül etmemesi. Devleti dönüştürmeden, "restore etmeden" değil dönüştürmeden, ve tam (hiç yoktan AB standardında) ifade özgürlüğü de benimsenmeden hukuk zeminine erilemeyecek de ondan. Belki AKP’nin ilk yıllarındaki şirretliklerle yüzleşmekten kaçınma adına, laiklik ve ifade özgürlüğüyle göbeğinden ilintili "Gülşen" gibi vakalarda dahi "ama şimdi şey etmemek lazım" kafasıyla muhalefetin herhalde etkin olduğu iddia edilemez.  

Örnekse İtalya’da 25 Eylül’de yapılacak erken seçimde popülist sağ-aşırı sağ koalisyonunu Giorgia Meloni’nin iktidara taşıması güçlü olasılık. Esasen komşu Fransa’da veya Atlantik ötesi ABD’de de olduğu gibi, İtalya’da da artık "aşırı" tamlamasını kullanmak güç zira dünün aşırısı bugün ana akımı yahut kenarı değil merkezi denebilir. Buna karşılık başkanlık rejimi rüyası olsa da Meloni’nin İtalya’yı Vatikan rejimine geçireceğini düşünmek dahi saçma olur. 

Dolayısıyla hemen faşizmin hortlamasından değil (yine örnekse) Nanni Moretti’nin bu ara MUBI’de yeniden gösterimde olan "Aprile" (1998) filminde 1994’de Berlusconi’nin ilk seçilişini izleyen dönemi anlattığı gibi ancak mizahi bir nevrozdan söz edilebilir. O zaman 58 yaşında olan Berlusconi’nin bugün artık 86 yaşında ve halen piyasada oluşunu da not düşelim. Kaldı ki Meloni’nin kendi, çocuk sahibi olduğu sevgilisiyle evlenmeden yaşamayı sürdürüyor. "Hristiyan" Avrupa’da din kürtaj hakkına iteklenmiş durumda ve kürtajın yasak olduğu biricik AB ülkesi de minik ada devleti Malta.

Oysa inançlı bir Müslümanın önüne kutsal kitapla anayasa kitapçığını yan yana koyduğunuzda yanıtı belli. Öyle olması da anlaşılabilir kanımca. O zaman demokrasi, ifade özgürlüğü nerede? Şurada: "Aklıma laik cumhuriyet yatmıyor, inancıma ters" diye düşünmek ve söylemek başka. Bu düşünceyi hayata geçirmek için çabalamak ise anayasal suç. Yana yamuk, hafif kaykılmış, ayaklar birbirinin üstünde, uysal ve sırıtık çehreli tipik FETOcu oturuşunu gözünüzde canlandırın. İşte o sokulgan ve görünüşte zararsız kaypaklık, elde silah dağa çıkandan daha ciddi bir beka tehlikesi.  

"Çoğunluk böyle, ne yapalım seçmen mi ithal edelim, helâlleşmek gerek" demekse hem düşünsel güdüklük, hem siyasal aymazlık. Yüzüncü yılında demokrasiyle taçlanacaksa cumhuriyet, dönüşecekse devlet, onun taşıyıcı sütunlarından biri de, tıpkı laiklik, tam ifade özgürlüğü, hukuk devleti, ademimerkeziyet olduğu gibi çoğulculuk. Çoğunlukçuluk yahut vasatın tasallutu değil. Başka türlüsü ortak evimizi dere yatağına yapmakla eşdeğer. Siyaset önce kanaat sahibi olmayı, sonra halkı o kanaatler doğrultusunda ikna etmeyi de içeriyor. İzahtan vareste, kanaat sahibi olmak için de düşünmeye cüret gerek. Özcesi, islâmcılıkla helâlleşme demokratik bir seçenek değil.    

Şimdi başlıktaki ikinci soruya geçelim. Anmaktan bıkmadığım Kavala ve Demirtaş isimlerinde simgeleşen durum ortada. Bununla birlikte "ceteris paribus" konuşmak gerekirse ulusal güvenlik ve dış politika dosyalarında sergilediği manevra kabiliyetiyle Erdoğan belirli bir demokratikleştirme ortaya koydu. Çünkü onun dediği oldu ve o deyince, o ne dese oluyor, Prof. Dr. Erdoğan’ın yerinde tanımlamasıyla "Sir Humphrey tarzı" liyakatlı hariciyecilerin değil. Yukarıda da değindiğim üzere "hiç bir şey olmasa da bir şeyler olan" 15 Temmuz’un ardından Genelkurmay Başkanı’nı Milli Savunma Bakanı yaparak parti ile devlet arasında nasıl bir al-ver yapıldığı henüz belirsiz olsa da, çakmak bakışlı-çatık kaşlı mutad zevat karşısında da ibre Erdoğan’dan yana duruyor. 

Buraya kadar iyi de, Erdoğan’ın tek başına attığı çalımlar, aldığı kararlar bize sürekli anlatılan denli bir "cepheden cepheye, zaferden zafere" veyahut "siyaset bu kardeşim" durumunu mu yansıtıyor? Bir yandan ülkemizin kimlik ve yönelimiyle kavga edilerek hatta yok etmeye çalışılarak, diğer yandan ulusal çıkarlarımız "mümkün makulde aranarak" en iyi biçimde savunuluyor mu? Karar alma süreçlerine başta hariciye olmak üzere eğitimli, deneyimli, birikimli bürokrasinin zinhar dahil edilmemesi çok mu sağlıklı bir olay akışını gösteriyor?

Fransa’nın eski BM Daimi Temsilcisi ve Vaşington Büyükelçisi Gérard Araud (bile) "Ukrayna’da savaşın başlamasından bu yana Türk diplomasisi hatasız bir performans ortaya koydu: Çıkarlarının değerlendirilmesi, savaşan tarafların dengelenmesi, gerekirse durumdan çıkar sağlayarak kararlılık" diyor. Her yorum siyasal olmak zorunda, bu da öyle. Rusya Suriye’den S-300 yüklü gemisini Karadeniz’e, Karadeniz’den (savaş uçakları için) jet yakıtı yüklü gemisini Suriye’ye boğazlardan geçiriyor. Erdoğan, önce Tahran’a sonra Soçi’ye Putin’in ayağına gidiyor. Belki Özbekistan’da ŞİÖ zirvesine de gidecek. Bu mu hatasız denge?

Benim de olumlu görüş bildirdiğim "tahıl koridoru" uzlaşısı ise giderek tıpkı Suriye’de ve Ukrayna’da gördüğümüz tipik ve sinsi Putin aldatmacası "insani koridor" uygulamalarını çağrıştırıyor. Ulaştırma Bakanı Karaismailoğlu Ukrayna’nın toplam tahıl ihracatı 984.536 ton rakamını verse de Karadeniz’den çıkan toplam 630.000 ton civarında. Siloda bekleyen 25 milyon ton ve yeni mahsul de kapıda. Varılan uzlaşıyla Rusya’ya Marmara’da denetim hakkı tanımak da işin bir başka boyutu. Bu tempoyla ve Putin’in eline vanayı vererek bu çözüm girişiminin akıbeti zor gözüküyor. Üstelik Odesa düşmese de, Rusya’nın Karadeniz’deki gayrıresmi ablukasının bir gün kırılması gerekecek herhalde. 

Yetmedi Şam’la barışma da Putin’in arabuluculuğuna havale ediliyor. Öyle ya, maksat Kürdün tepesine binmekse, gerisi teferruat. Yeniden imardan pay konusu ise farklı. 2003’te ABD ile buzul çağını yaşarken bile Irak’ta ABD ordusunun kumanyasını, Bağdat’ın her köşesinde yükselen betonarme "T" duvarlarını, tekerlekli askeri araçların zırhlanmasını, genel olarak da gıda ihracatı ve inşaat işlerini bizim atmaca girişimciler yürütüyordu. Yıllar sonra gerek Ukrayna gerek Suriye’de benzer durum şaşırtıcı olmamalı. Buna karşılık, "Suriye’deki TSK varlığı sona erecek mi, erecekse ne zaman ve hangi koşullar oluştuğunda?" sorularına Altılı Masa’dan net bir yanıt pek duyulmuyor.     

Schengen vizesi kepazeliği ise ortada. Sen adama habire "açarım baraj kapaklarını, salarım sığınmacıları ha" dersen o da sana "örerim baraj duvarını, süründürürüm yurttaşını ha" der mi, demeden öyle demiş oluyor galiba. Artık Çavuşoğlu çıkıp dilediğince dayılanabilir AB üyesi Yunanistan’a "ağlamayı iyi bilirsiniz" diye. Nasılsa maksat Beştepe’den aferin almak. Biz kendimizi F-35 programından attıralım, Fransa ve İtalya ile hava savunma sistemi tedariki peşine düşelim, F-16 modernizasyonu için Kongre kapısında bekleyelim. Yunanistan F-35 alsın, İtalya destroyerini önce Sarayburnu’na liman ziyaretine sonra oradan Doğu Akdeniz’de ENI’nin petrol-gaz arama gemisini korumaya göndersin. 

Örnek dosyalar daha çok çeşitlendirilebilir de özetle, dış politikada işlerimiz giderek ya imzada takılır, ya sumenaltı edilir görünüm alıyorsa, şaşmamalı. Biz ne denli seçimi bekliyorsak, yabancı muhataplar da Titanik’e bilet almak için birbirini ezmek niyetinde değil. İçerideki "iyi sıhhatte olsunların" yeriyse ayrı. Onlar Erdoğan gitmeden ya da "ya giderse" şiarıyla üst üste kördüğümler atmak peşindeler. Gelmekteymiş gibi görünenler de nasılsa liyakat, devlet aklı, siyaset/partiler üstü politika nağmesini mırıldanıyor. Taşracı ve egemenlikçi ufuksuzlukta da İslâmcıyla devletçi pek birbirini aratmıyor.                      

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aydın Selcen Arşivi