Aydan Gülerce
İki aday, tek bir temel psikososyokültürel mesele
Yarın seçim var.
Cumhuriyet yeterince seçim yaşadı. Dolayısıyla seçimle ilgili pek çok sistemik pratiklerin de çoktan rayına oturmuş olması beklenirdi. Oysa bu ülkede sözcüğü hem çok sıklıkla telaffuz edilip, hem de ne kavramsal anlamda, ne de toplumsal gerçeklikteki karşılığı olan sözcüklerden biri “sistem”.
HANGİ SİSTEM VE DÜZEN?
Öyle ya, “eğitim sistemi”, “trafik sistemi”, “adalet sistemi”, “hükümet sistemi”, “Anayasal hukuk devleti sistemi”, “seçim sistemi”, vb. yığınla sistem ifadesi yerleşti dilimize.
Hepsinin ortak ve sözlük anlamıyla sistem, birbirleriyle bir ağ içinde, belirli mekanizmalarla çalışan parçaların karşılıklı olarak ve düzenli tekrarlanan karmaşık ilişkiler bütünü demek.
Zaten terimleriyle birlikte ithal edilen kavramların etiketlerine alerjisi olan dili Türkçeleştirme meraklıların mekanizma yerine yeğlediği sözcük de “düzenek”. Başka bir deyişle de düzen ve düzenek düzenli bir devamlılık, tekrarlanırlık, güvenilirlik, tutarlık, yordanabilirlik, öngürülebilirlik, şeffaflık, onarılabilirlik, düzeltilebilirlik, vb demek.
Nitekim “sistem” metaforu da evrendeki kaotik karmaşıklığı düzenli ve anlamlı bir karmaşaya dönüştürmek amaçlı modern ve bilimsel bir anlatı biçimidir. Alanına göre bu düzen mekanik, organik, sosyal, siyasi, ahlaki, kültürel, ilkesel, inançsal, ideolojik, düşünsel, değersel, davranışsal, vs. olabilir. Zaten “modern-öncesi” devirlerdeki insan-toplum yaşantılarını geriye dönük olarak okuyup “sistemsel düzenlilik” arayan ve atfeden merceklerimiz de “modern”dir.
Konuyu fazla dağıtmamak için biz yine diğer sistemleri bırakıp, salt sıcak gündemdeki ve son derece somut “seçim sistemimi”z üzerinde çok kısaca duralım.
HANGİ SEÇİM SİSTEMİ?
Biliyorsunuz “demokratik” seçim sistemimizde bugüne kadar değişiklik üzerine değişiklik yapıldı. Fakat demokrasi her defasında seçmenin idrakını ve temsiliyet meselesini zedeleyici düzenlemelerle iktidarlar tarafından araçsallaştırıldı.
Tabii seçim sistemi diyerek “D’Hondt sistemini” anlatacağım beklentisini oluşturmamışımdır umarım. Zaten o konu geçtiğimiz millet vekili seçimleriyle birlikte geçti gitti.
Tekrar gerek olursa konuşuluncaya kadar da tüketildi, unutuldu ve oldu bitti.
Fakat seçim sisteminin pratiklerinde “oldu bitti”ye getirilmiş veya hala aydınlığa kavuşmamış pek çok saptanmış sorun var. Bu sonuçlanmamış, tatminkar biçimde açıklanmamış ve aklanmamış pek çok muğlak durum seçmenin seçim endişesini gidermiyor. Zaten parmak boyası uygulamasının kalkmasından bu yana muhtelif usulsüz uygulamalar geçmiş seçimlerde de rapor edilmişti.
O bakımdan Cumhuriyet’in yüzüncü yıl seçimi öncesi bu şaibeli konuları sıralayıp şimdi asap bozmak anlamsız. Hele seçim güvenliğinin bile sağlanamadığı, oylarına sahip çıkılamayacağı, mutlaka hileyle oy gaspı yapılacağı kanısına varmış bir toplumsal ortamda.
“İSTİKRAR”
Öte taraftan toplumun asabı zaten çoktandır çok bozuk. Zaman zaman “ciddi paranoyaya varan ve komplo kuramlarını da tırmandıran bir siyasi ortam” söz konusu. Dolayısıyla yurt içindeki ve dışındaki kimi gözlemciler Türkiye’nin 13. Cumhurbaşkanı’nın ne kadar sağlıklı bir kararla seçeceğini merak ediyor.
Zaten muhalefet ittifaklarının CB adayı Kılıçdaroğlu da bu kampanyada “Türkiye için Karar Ver” diyor. Çok zor ve çetrefilli de olsa, ülkenin içine saplanmış olduğu bataklıktan çıkabilmesi için “değişim” zaruri diyor. Bozuk düzenin hep birlikte dönüştürülebilmesi için seçildiği takdirde ve Anayasal yetkileri dahilinde tüm toplumsal sistemlerde iyileştirme vaat ediyor. Önceki seçimde olduğu gibi bunun yollarını açacağına söz veriyor. Buna inanarak, özgür iradesine sandığa giderek ve sonra da peşini bırakmayarak sahip çıktığı takdirde baharın gelmemesi için hiç bir engelin söz konusu olamayacağını söylüyor. Bu mesaj son derece açık ve seçik bana kalırsa.
21 yıllık iktidar ve onun başta ekonomik ve hukuki olmak üzere çıkar ilişkileri sarsılsın istemeyen ittifak paydaşları ise, her zamanki gibi “istikrar” kozunu öne sürüyor. Malum, istikrar yukarıda da değindiğim gibi soyut anlamda “sistemik devamlılık” demek. 21. Yüzyılın ilk çeyreği tamamlanmak üzereyken, Türkiye toplumu için somut tercümesi ise şöyle: Özellikle yüzyıllık Cumhuriyet tarihinin son çeyreğinde “sistematik olarak sistemsizleştirilmiş”, yani bozulmuş ve “demokrasiye yaklaşması umulmuşken daha da uzaklaşmış statükonun bekası”.
Fakat iktidar bu kez adamakıllı “el yükseltti”: İstikrardan daha fazlası vaatleriyle tüm ülkeyi mevcut statükonun da gerisine çekeceğinin sayısız sinyalini veriyor. Tabii bunu “gözünü kırpmadan”, yani tıpkı “poker suratı gibi nötr, ifadesiz veya donuk” bir ifade ile yaptığı için, ne muhalefet, ne de toplumun önemli bir kısmı bekleyen felaketin boyutlarını kestirebiliyor. Dolayısıyla sandığa endişelenmeden gidecek seçmenler de yine ikiye ayrılıyor bana kalırsa. İlk grup iktidarın kendilerini de “kurtaracağının” garantisini vererek “göz kırptığı” küçük bir grup “mutlu azınlık”. İkinci grup ise Erdoğan’a gönülden ve körü körüne bağlanmış, onun keyfi ve inişli çıkışlı , “iki dudağının arasında” denilen kararlarına alışmış “bahtsız Erdoğancılar.” Bu da son derece açık ve seçik bana kalırsa.
PSİKOSOSYOKÜLTÜREL SİSTEMLER
Kısacası “istikrar” sözcüğünün genel olarak Türkiye siyasi tarihindeki yeri de bir yana, yarınki seçim bağlamında kullanımı ise hayli “ironik” oldu. Daha doğrusu, ironik demek bile hafif kalıyor. Hemen her doğru, akıllı, iyi, güzel, sağlıklı, normal, ahlaklı, vb kısacası erdem olarak bilinen ve çocuklara belletilen her ne varsa onun bizzat yönetimdekiler tarafından “tersine çevrildiği” ve “projekte edildiği” günümüzde istikrardan söz etmek bir tür “delilik”.
Nitekim bugüne bir yanda muhalefet ve taraftarlarının da uzunca bir süredir “aklımızla alay ediliyor”, “göz göre göre yalan söyleniyor”, “iftiralar, arsızlıklar ve pişkinlikler karşısında çıldırmamak işten değil”, “kafayı iyice sıyırmış bunlar” nidalarıyla gelmedik mi? Diğer yanda da iktidar ve yakın çevreleri “montaj”, “iki keklik”, “bizden önce şu/bu, ör. Esenboğa yoktu”, “entel/dantel”, vb. söylemlerini yarınki büyük seçim gününe kadar sürdürmediler mi?
Yarın gerçekten de pek çok yönden “büyük karar günü”. Zaten Türkiye salt 13. CB başkanını seçmeyecek. Sandığa attığı oylarıyla ülkeyi yönetenlerde tüm bu gözlemledikleri hakkındaki son kararını da ifade etmiş olacak.
Dolayısıyla, benim açımdan gayet net olan bir konu ve bir de önemsediğim soru var ki sizlerin ne kadar paylaştığınızı bilemiyorum. Konu çok basit: Bu bizzat yaşayarak ve acı çekerek tanıklık ettiğimiz “büyük seçim oyunu”nda belli ki iktidar baş oyuncu karakter. Kazanç/kayıp ucunda kendi bekasıyla özdeşleştirdiği ve geleceği zaten ipotekli Türkiye var. Yalaka veya şakşakçı taraftarlar ile birlikte bir kumar oynanıyor. İster poker, blöflü pişti, bezik, kazı-kazan, bahisli iktidar-muhalefet futbol maçı, Cumhurbaşkanlığı at koşusu olsun bu kumar, biçimi önemsiz.
Yarından sonra tüm kartlar, daha doğrusu seçim sandıkları açılınca da bir merakım giderilecek.
Bence seçmen öyle “ikicil referandumcuların formüle ettiği gibi demokrasi isteyen muhalefet ile otokrasi isteyen iktidar” destekçileri şeklinde ayrışmayacak: Tabii kendi tarihsel analizlerimle sürekli güncellediğim “Türkiye’nin dinamik psikososyokültürel gelişim anlatısı”ndaki göstergelerine göre, seçim istatistikleri bana sadece tüm “tabanlı/tabansız partiler”in temsil ettikleri iddiasında veya yanılgısında oldukları seçmenlerin, “kumarbaz ve muhafazakar bağımlılar”, “özgürlük ve özgür irade tutkunları” ve sözünü ettiğim “ipotek altında ezilmiş ve dilemmanın bunaltısını aşamayanlar” olarak ne oranlarda kümeleneceğini gösterecek.
Fakat büyük olasılıkla diğer bir merakım daha uzunca bir süre bekleyecek. Çünkü ister iktidara, ister muhalefete oy vermiş, isterse ikisini de beğenmeyerek oy kullanmamaya karar vermiş yurttaşların sanırım şu soruyu yanıtlamaları zaman alacak: Acaba iktidarın “faiz-enflasyon” ve tüm diğer “irrasyonel” politikalarındaki inatçı tutumu ve son zamanlardaki söylemlerinin ne kadarı kendisinin şahsi, ne kadarı ekibinin kurnaz “araçsal demokrasi akılcılığının” en son model seçim kazanma stratejisi, yani gayet bilinçli ve “rasyonel” taktikleri?
Zira nasıl ki gündelik dilde “sistem” sözcüğünün kendisi var, fakat kavram hakikatte karşılıksızsa, başlıkta ve yukarıda kullandığım “psikososyokültürel” sözcüğü yok derecede çok yadırganıyor. Senelerdir ne zaman kullansam ısrarla parçalanıyor. Oysa bu toplumdaki karşılığı hem hakikatte var, hem de birbirlerini karşılıklı yapan iç içe geçmiş ve entegre sistemik ilişkiler içinde tekrarlanıyorlar.
İşte bu da yarın iki CB adayı arasında yapacağımız seçim sonucunu, bana sadece bir birey-yurttaş bileşeni olduğum toplumun kolektif olarak iyileşmeye, gelişmeye, çağdaşlaşmaya, uygarlaşmaya, demokratikleşmeye, özerkleşmeye ve özgürleşmeye karşı hala ne kadar kaygılı, ürkek, ödlek, bağımlı, edilgen, bebeksi ve muhafazakar yaklaştığını gösterecek. “Değişim” isteyenlerin de salt CB makamına oturacak kişiyi, alışılmış hamaset ve popülist siyaset retoriklerini, araçsal demokrasi aklını değil, tüm bu “görünmez yapısal-sistemik ilişkileri” de değiştirip dönüştürmeleri gerekecek.
Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazdı.