Erol Köroğlu
İstisnalar Türk ailesi kaidesini bozar mı?
Aile hakkında konuşuyorduk. Devam edelim. Aile çok önemli bir konu. Türkiye’de bakanlığı var: Türkiye Cumhuriyeti Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı. AKP iktidarı, sosyal hizmet politikalarını bu bakanlık ve bakanlığın adandığı aile kurumu üzerinden yürütüyor. Aileyi, Orta Asya Türklüğüne mi, İslam’ın doğuşuna mı, nereye konuşlandığı belli olmayan uzak bir geçmişe endeksleyen ve ta o zamanlardan beri değişmeyen, en doğru haliyle geçmişten bugüne gelen bir sabite, bir değişmez olarak görüyor. Yani ezeli diyemesek bile, bir biçimde ebedi olması için uğraş verilen toplumsal bir birim ya da daha doğrusu, ana toplumsal birim.
AKP aileyi önemsemekte haklı. Aile çok önemli bir kavram ve bir olgu. Sosyal politika üreten her siyasal yaklaşım aileyi önemsemek zorunda. Hatta aile kurumuna en eleştirel yaklaşacak, onu ortadan kaldırmayı hedefleyecek siyasetler bile aileye dikkatle yaklaşmak ve her yönünü anlamak için çalışmak zorunda kalacaktır. Aileye önem vermeyecek, boşlayacak bir sosyal politika yaklaşımı olamaz.
Ne var ki, bu kadar önemli olan aile kurumunun sosyal politikanın tek belirleyicisi, biricik odağı olması da gerekmiyor. Burada bir abartı, hatta belki bir kolaycılık var. Kolaycılık diyorum, çünkü bu tür tepeden aşağıya yönelecek yaklaşımlar sorunlara değil, ifade edilmesi daha kolay olan kurallara dayanırlar. Kuralcılığın en bilinen klişe ifadelerinden biridir, malum: İstisnalar kaideleri bozmaz. Doğrudur, istisnalar kural haline gelecek kadar artana ve yeni kuralı oluşturana kadar öyledir. Fakat kuralın varlığı, istisnanın göz ardı edilebileceğini, görmezden gelinebileceğini, halı altına süpürülebileceğini göstermez. İstisna, kaideyle uyumsuz ilişkisi üzerinden ama özel bir önem gösterilerek ele alınır ve incelenir.
Bu konuda dil çalışmaları alanından bir örnek vereyim: Gramer ya da dilbilgisi dediğimiz alan, bir dilin temel işleyiş kurallarını ortaya koyar. Anadilimizi de, sonradan öğrendiğimiz dilleri de bunun üzerinden çalışarak öğreniriz. Fakat yeni bir dil öğrenen herkes iyi bilir ki, bir yabancı dili çalışırken orta düzeyin üzerine çıktığınızda, karşı karşıya kaldığınız ve öğrenmek için ter dökerek çabaladığınız istisnai kullanımlar artar. O dilde ustalaşmanız tam da bu istisnaları iyi öğrenmenizden kaynaklanacaktır.
Dilin, genel dilbilgisi açısından ince ince açıklanamayan yönlerini ise linguistik, yani dilbilim dediğimiz alan çalışır. Ne kadar ayrıntılı olursa olsun bir dilbilgisi kitabında kapsanamayan bir dil olgusu, yıllarca süren bir incelemeye ve yüzlerce sayfalık dilbilimsel bir doktora tezine konu olabilir. Bu tür çalışmalar geliştikçe, kaidelerden oluşan dilbilgisi kitabı da değişecek ve gelişecektir. Dilbilimsel çalışmaların istisnaların incelenmesi üzerinden geliştirdiği bilginin, "istisnalar kaideyi bozmaz" denerek reddedilmesi mümkün değildir. Kimse de böyle bir şey söylemeye kalkmaz. Gülerler insana!
Halbuki AKP iktidarının da dahil olduğu belirli bir muhafazakâr yaklaşımın aile anlayışı tam da böyle işliyor. Ortada ataerkil ve erkeğin bir hiyerarşinin tepesinde olduğu bir aile olgusu var. Bunun ideal biçiminde ailenin reisi olan erkek, dış dünyanın bütün zorluklarına rağmen ailesinin ekmeğini kazanarak, karısını ve çocuklarını besliyor, büyütüyor, her türlü eğitim ve sağlık ihtiyaçlarını karşılıyor. Eşini hoş tutarken, çocuklarına olumlu bir otorite figürü sunuyor ve hayatını onların ayakları üzerine basmaları için harcıyor. Tabii karısı da evin düzgün işlemesi ve çocukların münasip bir terbiyeden geçmesi için her çabayı harcayan ama kocasını cinsel ve duygusal açıdan eve bağlamak için de her tür önlemi alan bir konumda. Kocanın veziri, aile reisi vekili. Böyle bir ideal ailede çocuklar da, erişkin hale gelip kendi ailelerini kurmak için hazırlanıyorlar. Aile sarmalı bu doğrultuda ilerleyip toplumun temel yapı taşı olurken, bir yandan da vergi veren, emekçi, asker, yeni karı ve kocalar, yeni anne ve babalar üretmeye devam ediyor.
Bu anlayış, aileyle ilgili istisnaları ya da artık bu benzetmeyi aradan çıkarıp olgusal konuşmaya başlamak gerekirse, iki konuyu, birincisi aile kurumu etrafındaki sorunları ve ikincisi aile dediğimiz şeyin tek ve asla değişemez bir biçimde olmak zorunda olmadığını kabul etmiyor ya da edemiyor. Problem de buradan çıkıyor. Pek çoğumuz ailelerimizi seviyor, önemsiyor, onun için fedakârlıklara girişiyoruz. Fakat benim sorunsuz, yani bana travma yaşatmamış bir ailede yaşamış olmam, bir sürü insanın ailelerinde inanılmaz travmalara maruz kaldıkları gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Aile içi şiddet, ensest, her türden istismar bilmediğimiz şeyler değil. Bu sorunların büyük kısmı, bunların kutsal ve değişmez aile algısı nedeniyle görmezden gelinmesinden kaynaklanıyor.
Her şey bir yana, aile ataerkil bir algıdan, erkeğin kadına üstün olduğu noktasından ilerliyor. Bu başlı başına bir sorun. Dünya nüfusunun yarısı kadın yarısı erkek. Siz bir yarının diğer yarıya üstün olduğunu iddia ediyorsunuz. Tabii temel üstünlük sağlayıcı kas gücü; tarihin bir yerinde erkeğin daha güçlü olması kadına boyun eğdirmesine yol açmış. Fakat bugünkü erkek hegemonyasının tek dayanağı bu değil. Maddi güç de siyasal güç de erkeklerin elinde. Ve erkekler bu gücü ellerinde tutmak için bin dereden su getiriyor, nüfusun diğer yarısına neden üstün olduklarına hem kendilerini hem kadınları inandırmaya çalışıyorlar.
Çok açık bir çaba harcadıklarını da söyleyemeyiz, değil mi? Sadece eşitlik diyenlere gülüyor, onları gülünçleştirmek için manevralar yapıyor ve çok zorlandıklarında da, kaşlarını, gözlerini, suratlarını öfkeyle çarpıtıp kendilerini korkunçlaştırıyor, kaslarını ve silahlarını göstererek, şişine şişine ve her açıdan haklı olduklarına inanmaktan çatlayacak gibi "nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdirle uslanmayanın hakkı kötektir" diye babalanıyorlar. Yani sonuçta yine kas gücüne, zor faktörüne gelip dayanıyor ve tıkanıp kalıyoruz.
Ataerkillik "kadın ile erkek eşittir, eşit olmak zorundadır, eşit olacaktır" diye bir kaide geliştiremeyen bir ikiyüzlülük biçimi. Kadınların erkekler tarafından sömürülmesinden vazgeçmek istemeyen, buradaki nemayı kaybetmekten korkan, sonuç itibarıyla sabah kalktığı yatağın çarşafını kadına düzelttirme konforuyla yaşamaya devam etme peşinde olan tiksinti verici bir konum. Yani biz bir yerde, kirli çorabımızı çamaşır makinesine evdeki kadınlar atsın diye üstünlük peşinde koşuyoruz.
Tabii mesele basit değil. Sömürü her yanımıza işlemiş durumda ve ben bunu eleştiren bir erkek olarak bile, bu sömürü düzeninin dışında değilim. Ataerkil düzenin erkeğe sağladığı avantajlardan istesem de istemesem de nemalanıyorum. Ahlaksız bir sömürü düzeninin yeniden üreticisiyim bir yerde. Bununla mücadele etmenin ve sömürü düzenini yıkma ve dönüştürmenin arayışında olmalıyım. Fakat bu bir yana, öncelikle iktidarın bakanlığını kurarak üzerinde toplumu tasarlamaya giriştiği ailenin bu ataerkil sömürü düzeninin üzerine oturduğunu, bu düzeni yeniden üretmek ve devam ettirmek üzere çalıştığını görmemiz gerekiyor.
Bunu gördüğümüzde, ailenin bir çeşitlilik ya da bir çokluk alanı olabileceğini de görmeye başlarız. Pandemi nedeniyle ilk kapandığımız sıralarda, yani 2020 ilkbaharında, Facebook’ta aile üzerine bir paylaşımda bulunmuştum. Onun sonunda şöyle diyordum:
"‘Kutsal aile ideolojisi,’ sadece burada değil tüm dünyada, korona yüzünden evlere kapandığımız şu dönemde aileye aşk ve tapınma mesajları yayıp duruyor. Bu tehlikeli bir şey. Aileyi bir şey, bir nesne, bir put olarak görmemeliyiz. Aile bir süreçtir. Bu anlamda n sayıda aile vardır. Bunların kimisi mutlu, iyi, sağlıklı vb. iken, kimisi öyle değildir. Hatta aynı aile içerisinde bile durum sürekli değişir. ‘Kocam eskiden beni çok döverdi, artık dövmüyor, daha uyumluyuz.’ Bir örnek sadece… İşi bu açıdan görürsek, hane içlerinin de, sokaklar kadar tehlikeli hale geldiğini anlayabiliriz. Aile içi şiddet var, istismar var, çocuğa dönük istismar var… Şimdi o istismarcılar, ‘kutsal aile babaları ya da ağabeyleri’ filan olarak o çocuklarla ve o kadınlarla aynı eve kapandılar. Aileyi bir kurum olarak kim önemsiyorsa, bunu hatırlamalı! Sivil toplum içerisinde dayanışma ağları oluşmalı, önlemler düşünülmeli."
Bunu yazdığım sırada aile içi şiddete karşı başvuru numarası olan ALO 183 ve benzeri resmi ya da sivil toplum yapılarının varlığını paylaşmaya, duyulur kılmaya çalışıyorduk. Aradan geçen dönemde hem kapanmaların hem de genel olarak pandeminin aile içi şiddete nasıl yansıdığına dair ne kadar araştırma yapıldı? Bununla ilgili yeni bilgiler üretildi mi? Bakanlık ya da benzer merciler tarafından çalışma yapılmış ya da akademik araştırmalar gerçekleştirilmiş olabilir. Fakat kamuoyuna pek bir şey yansımadığını biliyoruz. Oysa bu tür çalışmalar, jenerik bir aile olgusunun, yeniden ürettiği ataerkil ideoloji ve kadının sömürüsü üzerinden bu şiddeti de artırdığını gösterebilir. Bilemiyoruz. Bilmemiz, farkına varmamız da istenmiyor. Ailenin istisnalar ve sorunlardan oluşan bir kaide olduğunu anlamamızdan korkuluyor.
Kutsal aile, Türk ailesi, Müslüman ailesi. Bunlar birer mit ve belki daha kötüsü birer put. Tarihsel olarak ortaya çıktıkları, tarihin belirli bir döneminde, Türkiye özelinde oldukça yakın denebilecek bir dönemde, 19. yüzyıl ortalarında benimsenip geliştirildikleri görünmez kılınıyor. Böyle olduğu için, hem var olan aile yapısı içerisindeki sorunların altına süpürüldüğü bir halı işlevi görüyor, hem de beklenti ve gereksinimlere uygun yeni ve çeşitli, çoğul aile yapılarının ortaya çıkmasının önünde bir duvar olarak kullanılıyor.
Kutsal aile miti bir kader değil. Değişebilir. Değişmelidir. Görünmez kılınan tarihselliği, ailedeki değişimin konuşulabilmesi için ilk adımdır. Bunu bu hafta tartışacağımı söylemiştim ama yapamadım. Gelecek hafta bunu konuşalım.
Ezeli ve ebedi görünümlü kutsal Türk ailesinin, ne kadar modern ve modernleşmeci bir tasarım olduğunu konuşmaya devam edelim.