İYİ Parti'nin ağırlığı ve yüzleşme

Yüzleşme, insanın o acıların içinde seslenen çığlığını kameralar karşısında bir başkasına öfke olarak çıkarmakla olmuyor, başkalarının acılarını kendi acıların kadar sahiplenmekle oluyor.

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Salı günü, gazete ve televizyonların Ankara temsilcileriyle bir araya geldi. 
Bu toplantının, yerel seçimler arefesinde siyasi parti liderlerinin gazetecilerle yaptığı buluşmaların aksine çok çok daha ağır bir havada gerçekleştiğini söyleyebilirim. 
Meral Akşener ve kurmaylarının, neredeyse iki saate yakın açıklamalarının satır araları, Türkiye siyasi hayatının neredeyse tüm travmalarını, yüklenmiş önümüze koymuştu. O ağırlık, içinde bulunduğumuz alelade otel odasında, mikrofonu eline kim alsa birinden diğerine, bir hayalet misali gezinip duruyordu…  
12 Eylül’den, mübadeleye; Çanakkale’den, gayri müslümlere kadar… 
Misal, Tunç Soyer’in CHP’nin adayı olması konusu gündeme geldiğinde, Meral Akşener 12 Eylül sürecini hatırlatıverdi hemen. Ardından da "Ben o günlerde yargılanmadım ama yargılanan, işkence gören biri var" diyerek, sözü kurmaylarından Musava Dervişoğlu’na verdi. 
Dervişoğlu, "Sadece ben değil o dönemi ülkücüsü de devrimcisi de Milli görüşçüsü de yaşadı" dedi. "Tek tek ne oldu anlatmayacağım" demesi dikkat çekiyordu. Ama ses tonu da yüzünün hali de söylemediklerine tercüman oluyordu. 
Ardından gazetecilerin sorularıyla sıra adayların kökenleri ile ilgili başlayan tartışmaya geldiğinde, aynı ses tonu ve yüz hali Meral Akşener’e geçti. Akşener, köken tartışmalarına çok tepki gösteriyor. 
Çünkü kendisi de bu köken tartışmalarının hedefinde olmuş bir isim. Yunanistan’ın Drama ilinden Türkiye’ye geri gönderilmiş bir ailenin çocuğu Akşener. Akşener, hikâyesini, şöyle anlatıyordu: 
"Benim annem tarafı Karaman’dan gönderilmiş Avşar. Babamın ailesi Diyarbakır’dan gönderilmiş Türkmen. Üniversite mezunu profesör bir babanın ortaokul mezunu oğlunun kızıyım ben. Lise mezunu bir annenin ilkokul üçe kadar okuyabilmiş kızının, kızıyım ben. Bunlar Türk. Kucağında bir bebek, sırtında bir bebek, elinde bir çocuk yürüyorlar, kar içinde, çamur içinde. Kolları yoruluyor, birinden birini bırakmak zorunda kalıyordu anne diğer ikisini kurtarmak için. Bu düşmanlığın arkasında ne var? Biz ne yaptık, geldik, ürettik, cümbür cemaat çalıştık. Şehirli ananem tütün kırdı, bunlar yaşandı…" 
Akşener, ailesinin yaşadığı bu zorlu yolculuğu anlatırken, birden susuyor ve "Biz bunları hiç konuşmadık, konuşmuyoruz" diyordu.
Ne Dervişoğlu 12 Eylül’ü, ne Akşener mübadele süreçlerini konuşmaktan yana değil. 
Konuşmayınca da böyle oluyor; 
Her suskunluk, her geriye atma işte böyle yıllar sonrasında bir otel odasında konuşmanızı durduruyor, o kelimeler boğazınızda bir yumruk oluşturuyor, 
Herkes susuyor. 
Türkiye gibi ağır travmalara sahne olan toplumların, acılarını iyileştirebilmek için ellerinde bulunan iki yöntem var. Biri onarıcı adalet; ki bunun gerçekleşmediği ortada, diğeri ise yüzleşme… 
Türkiye, her ikisini de gerçekleştiremediği için bugün İzmir’in Seferihisar Belediyesi'nde bir isim telaffuz edildiğinde; 640 kilometre ötedeki Ankara’nın merkezindeki bir siyasi aktör yutkunuyor; Ankara’da eski bir belediye başkanı milletin kökenine laf ettiğinde 340 kilometre ötedeki Kocaeli’de bir mübadil "Biz size ne yaptık ki" diye başını eğebiliyor… 
Bu alelade otel odasında olduğu gibi, 
12 Eylül’den, mübadeleye; hatta Çanakkale’den, gayri müslümlere kadar travmalar mikrofonu eline kim alsa; bir hayalet gibi içine giriyor, çığlık olup yükselmek istiyor. 
Tek bir konu hariç: 
Kürt meselesi… 
Meral Akşener, konu ne zaman Kürtlerden açılsa ya HDP’yi suçlayarak ya da "terör örgütü" diyerek, konuşuyor. "Sizin Kürt seçmene vereceğiniz bir mesaj yok mu?" sorusunu bile havada bırakıyor.
Yüzleşme, 
İnsanın sadece kendi hikâyeleriyle, kendi acılarıyla, o acıların içinde seslenen çığlığını kameralar karşısında bir başkasına öfke olarak çıkarmakla olmuyor, 
12 Eylül’le, mübadeleye, Çanakkale’nin gayri Müslüm şehitlerine kadar Kürt meselesine empati duyabilmekle, başkalarının acılarını kendi acıların kadar sahiplenmekle oluyor. 
Hâl böyle olunca, otel odasındaki hayalet de çığlık olup yükselmektense, "Biz bunları hiç konuşmadık, konuşmayacağız"a dönüyor; 
Siyasetin en sihirli değneğine sahip olsanız da sizi bir çığlık yükseltmektense, elinizi kolunuzu bağlayıp, yutkunmaya mahkûm ediyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Sibel Hürtaş Arşivi