Jestin yazgısı ve portakallı kek

“Yapacağın bir şey yok, dünya böyle, başını belaya sokma” çağında jest-beden, bize bir tutumu, savaşmaktan vazgeçmemenin haysiyetini, suçlansa da hapsedilse de dimdik bir duruşun ihtiyacımız olan tek şey olduğunu hatırlatacaktır.

Portakal kokusunun çağırdığı çocukluk, bir güney şehrinin henüz boş arsalarla dolu bir mahallesine, portakal bahçelerinin yürüme mesafesinde olduğu zamanlara aitti.

Mevsimlik işçilerin çadırlarının, ilkokul bitmeden çalışmak için kaybolan çocukların kokusu da o zamanlarındı. Onları Orhan Kemal okumayı bilmeden öğrenmiştim ve bu tür bir öğrenmenin ne demek olduğunu şimdi daha iyi anladım: Çocuk öğrenmesi. Buz kalıpları götürülen çadırların kokusu, oradaki çocuklarla birlikte oynamaları kesintiye uğratan tuhaf bir uğultu; farkın kavram öncesinde, bedende bıraktığı kesiklerin acısı, bir şeyin tam olarak içe sinmeyişin yavaş yavaş yerleşmesinin tarihi.

Portakallı kek için portakalları rendelerken, bunlar kamyonlarla güneyden geliyorlar dedim Şaşkın'a, arka arkaya kamyonlara yüklenmiş narenciyeler; bir defasında otoban yokken- yollarda arkalarına takıldığımız kamyonlardan biri kaza yapmıştı ve her tarafa portakallar, limonlar dağılmıştı. Sonra ne olduğunu hatırlamıyorum ama sonsuz kamyonlar sonsuz kasalar taşımayı hep sürdürdü güneyden.

On dört yaşındaki çocuğun, narenciye paketlerken elbisesini makineye kaptırıp öldüğünü öğrendiğimde, portakallı kek mutfakta soğuyordu. O çocuğu çocukluğumdan hatırladım, bir gün aniden okula gelmeyi bırakırdı, o yaşın arkadaşlık duygusunda her şeyin sonsuza kadar süreceği sanısı olduğu için bir süre çok acı çekilir, birlikte gülüştüğünüz, yiyecek paylaştığınız birinin kayboluşu burnunuzda bir koku bırakırdı, ıslak taş, biraz da tebeşirle karışık silgi kokusu. O çocuğu kendi çocukluğumdan hatırladım, çoğu zaman bir traktörün arkasına tıkış tıkış biner, meyve, sebze ya da başka şeyler toplamak için ailesiyle birlikte bir yerlere giderdi. Fabrikada paketleme işinde ölmediğinde, o tekinsiz araçların yaptığı kazalarda ölürdü. Hep devrilirdi onları taşıyan araçlar, kamyonlar ise şehirlerimize portakal taşımayı sürdürürdü.

“Ben” dedim” portakallı kek yaparken, o portakallar için çocukluk arkadaşım öldü”, ben büyüdüm onlar hiç büyümedi, kamyonlara portakal yetiştirmek için çocuk elleri kanla dolana kadar çalışmak zorundalardı. Şimdiki zaman hep geçmiş oluyor, o çadırdaki çocuklardan biri öldüğünde, geçmiş genişleyip her şeyi içine alıyor, portakal kokusunu, tebeşirle karışık silgi kokusunu, ıslak taş kokusunu.

Mutfakta portakallı kek var, onu yiyebilecek kimse kalmadı aniden, arkadaşı yeni kaybolmuş çocuk, keki görürse ağlamaya başlar.

Bir kalıp keke bakıp ağlayan birini görürseniz, çocukken öğrendiğini asla unutmayan biri olduğunu anlayabilirsiniz. Pamuktan nesnelere sizin gibi bakamayacak, daha çok başlangıçta nelere mal olduğunu bildiği için önüne konulan meyvelere bakışı ürkek olacaktır. Sonra bu “çocuk öğrenmesi” başka bilgilerle örtülerek kaybolabilir ve bütün kayıplarını unutan biri, onlara besin olarak, ihtiyaç olarak herkesin baktığı gibi bakabilir. Bazıları ise sonsuza kadar unutamayacağını bilir.

Bazıları ise bu bilgiyi incelterek, keskinleştirerek bir “duruş kılıcı”na çevirir, jestlerin modasının geçtiği bir çağda, unutulmuş pek çok şeyi hatırlayanın sezgisi, -eğer bir kalıp kek önünde ağlamayı aşmışsa-, adalet için savaşmanın bilgisine dönüşür, bütün haksızlığa uğramışlar için tarlalardan, yoldaki kazalardan, fabrikalardan, maden ocaklarından, kimsenin uğramadığı mezarlardan yürür ve yutkunmadan bakamadığımız “barbarlık nesnelerine” karşı bedenini bir silaha dönüştürür. Jest, bedenin dışavurumu olmaktan çıkıp, bedenin kendisiyle birleştiğinde bir “jest-beden” çıkar karşımıza.

Bir duruşun sürekliliğini tesis edebilmenin belki de tek biçimidir bedeni jeste çevirmek, acının bilgisini bir hafıza kaybına yerleştirmeden yaşanamayan bir çağda, “her şeyi de çok kafana takıyorsun, takma” çağında, “yapacağın bir şey yok, dünya böyle, başını belaya sokma” çağında jest-beden, bize bir tutumu, savaşmaktan vazgeçmemenin haysiyetini, suçlansa da hapsedilse de dimdik bir duruşun ihtiyacımız olan tek şey olduğunu hatırlatacaktır.

Bu insanlardan birinin mahkemede söylediklerini takip ederken, nasıl dik duruyor di mi dedim Şaşkın'a, “haksızlığa uğramış, tırmalayacak tabii, doğal davranış bu, diklik ne” diye cevap verdi, olması gerekeni hatırlatıyordu bana, bense ona en doğal karşı çıkma biçiminin artık nasıl sıra dışı bir hale geldiğini asla anlatamayacağımı biliyordum, ne insan dilinde ne kedi dilinde.

On dört yaşındaki çocuk, bir fabrikada, akşam saatinde, narenciye paketlerken öldüğünde, beş çocuk sığındıkları evde yanarak öldüğünde, küçük bir çocuk hapishanede kendini astığında, bütün bunlar durmadan haber diye önümüze düştüğünde, fabrikada, madende, inşaatta ölen babalarının arkasından çocuklar ağladığında, çocukluk zamanlarının portakal kokusu kan kokusuna dönüştüğünde, geriye bütün çocukluk arkadaşları ölmüş birinin ıssızlığına düşüldüğünde, bir kalıp kek başında ağlamaya başlandığında, onların hepsi için savaşan, mücadele eden jest-özneler gelsin aklımıza, bir “fazla” olarak değil Şaşkın'ın dediği gibi olması gereken olarak, bir tutum sahibi olmanın bizi insan yapacağı o bölgenin kokusunu duyarak. Fabrikada ölen çocuğun adı Dicle Nur'du. Bütün haksızlıklar için mücadele edenin adı ise Selçuk Kozağaçlı'ydı.

Her şeye itiraz ediyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi