Süreyya Karacabey
Konuştuk rahatladık
Ülkeye ait bir roman yazacak olsaydım, kesinlikle şu eski Rus romanlarında-özellikle Dostoyevski'de karşımıza çıkan karakterleri buraya uyarlardım.
Taşkın anlatma arzularına yazınsal bir sınır getirilmeyen bu kişiler, olay örgüsünün akışını sekteye uğratacak kadar uzun konuşurlar. Trajik durum böylece bir farsın içine doğru yuvarlanır, bu durumu teknik olarak problemli gören eleştirmenlere göre roman için fazla teatral ama tiyatro için de fazla dağınıktır malzemeyi işleme biçimi.
Benim için bir sorun yok, tam aradığım model diyebilirim bu taşkın, kimi zaman kendi yolundan başka yollara sapan bu konuşma hallerine. Durumları hakkında konuşmayı saplantı haline getirmiş bu insanları Dostoyevski'nin uydurduğunu hiç sanmam, daha ölçülü kullanılsa bile pek çok Rus yazarda karşımıza çıkar bu tür figürler. Çehov'da da vardır bu kişiler, eylemsizliğin sakatladığı durumun bir dışavurumu olarak durmadan açıklama yaparlar. Bir örnek vereceğim. Vanya Dayı'da Sonya, Astrov'a “yaşamdan hoşnut değilsiniz demek? “ sorusunu sorar, Astrov açıklamasını “çoktandır sevmiyorum hiç kimseyi” diye bitirir ve devam eder:
“Hiç kimseyi. Eski anılarımızın hatırına, dadınıza biraz yakınlık duyuyorum sadece. Köylüler çok tekdüze, gelişmemişler, pislik içinde yüzüyorlar...Aydınlarla da geçinmek çok güç. Yoruyorlar insanı. Bütün o sevimli tanıdıklarımız çok sığ düşünüyorlar, duyguları çok yüzeysel, burunlarının ötesini gördükleri yok, tek sözcükle aptal hepsi. (...)”
Bu biçimde uzatır konuşmayı, Çehov'un diyaloglarına “sözde/güya diyalog denmesinin nedeni budur.
Geçen gün konuşmaktan öleceğimizi sanınca aklıma geldi bu, mevzu sıkıntısı çekilmeyen memlekette ortaya atılan her gündem maddesi hakkında ürettiğimiz söz öbeklerine-kendiminki de dahil- azcık uzaktan bakınca, televizyonlarda, videolarda yapılan konuşmaların çokluğuyla birleştirince, amanın dedim, hareketi sakatlıyoruz kurguda olduğu gibi. Akışın berrak biçimde gidişine imkan yoktu, durduruyor uzun uzun açıklıyor ve bunu yaparken de muhtemelen neyi niye yaptığımıza ilişkin yalın bilgiyi gözden kaçırıyorduk.
Edebiyatta oyalanma sanatı en sevdiklerimdendir, başkalarına sıkıcı gelen uzun konuşmalara, taşkınlıklara pek itirazım olmaz ama bu birikmiş söz dağının önümüzde nasıl yükseldiğini aniden net bir biçimde görünce ciddi bir kaygı ya kapıldım. Tıpkı bir Rus karakteri gibi bu kaygıyı en uzun yoldan anlatma isteği duyunca, durumun vahametini kavradım. Yürümemiz gerekiyor yoldaşlar diye seslendim karakterimin havasına kapılıp. Burada fazla oyalandık, ikinci yüzyıla girdik, atımızı bağladığımız ağaç bile değişim gösterdi kaç defa. Biz ise sırasıyla sahneye çıkıp önce meselenin nasıl ele alınması gerektiği hakkında, sonra usul hakkında, sonra tekrar başa dönerek ele alma biçimimizin açmazları hakkında, sonra tekrar usulün hataları hakkında konuşuyorduk.
En son Asya tipi üretim biçimini anlatan birini dinlerken uyumuştum, ardından bir siyasetçinin seküler çağa girdik, az kişi oruç tutuyor tespitiyle yerimden fırladım. Eyvah dedim, seküler çağın ne zaman başladığına ilişkin uzun bir konuşmaya girişiriz şimdi.
Bir şeyin kendiliğindeki sadelik nasıl olur diye düşünüyorum, hatta kimi zaman “Rab ol dedi ve oldu” sözündeki pratikliğe hayranlık duyuyorum. Güya bilmenin yerini yapmaya bıraktığı bir zamana girmiştik, kuram bile kendini pratikten ayıran mesafeyi sorguluyordu, bu konuda yığınlarca metin yazılmıştı. Yani pratik bilme ‘önemlidir'i kanıtlamak için de çok konuşulmuştu. Bir şey değişmemişti aslında bu defa uzun konuşmalar, konuşmanın gereksizliği üzerine yapılmıştı.
Yazmak istediğim romanı hayal edin, hiç devinim yok, değişim yok sadece çeşitli sınıftan ve cinsiyetten insanların uzun uzun konuşmaları var. Konuşmalar kategorik olarak birbirinden ayrılmış, hepsinin ait olduğu bir düşünsel bağlam var, gelip sadece o bağlam üzerinden konuşuyorlar. Mekan olarak Roma Çeşmesi'ni düşünmüştüm ama yerli olmadığı için vazgeçtim, kurumuş bir göl ya da yıkılmış bir bölge olabilir.
Buradaki karakterlerin çıkış noktası ise bir değişim yaratmak olsun ve en çok kullanılan kelime değişim olsun. Atmosfer herkesi sıkıntıdan gebertecek kadar karanlık. Bu karanlığı yaratacak yazınsal teknik ise sürekli başa dönmek olacak. Herkes bu dünyada ne öğrendiyse, yenisini asla dinlemeden- onu çeşitli biçimlerde tekrar edecek. Kimse birbirini dinlemediği için bir geçişkenlik ya da akışkanlık olmayacak. Yöntem olarak yazgının kördüğümü denenecek.
Yazınca görürsünüz nasılsa, fazla uzatmayayım ama manzarayı lütfen hayal edin: Bir günbatımında yüzyıldır yaşanan şeylerin dökümü yapılıyor, karakterler yüzyılın başında savundukları şeyleri birazcık güncellemeyle savunmayı sürdürüyor ve aynının tekrarı denilen şey anlatıya bir ritim katıyor. Arada insan olmayan bir figür, “bunlar olup bitmiş miydi yoksa yeni mi başladı” diye soruyor. Ona kimse cevap vermiyor.
Taşkın bir söz selinin ortasında hayatta kalmaya çalışan insanlara bakıyoruz, sonra söz seli bir anafora dönüşüyor ve karakterler finalde türü tükenmiş canlıların maketleriyle birlikte bir dönme dolapta dönmeye başlıyorlar. Her yere kelimeler saçılıyor, kelimeler anlam dışılaşana kadar minik parçalara bölünüyor ve “konuştuk, rahatladık” sözü ışıklı bir pano biçiminde fonda belirirken, her şey yıkılıyor.
Strindberg'in Rüya Oyunu'ndaki Tanrı İndra'nın Kızı, bize de bakıp “yazık olmuş insanlara” demeden henüz, ilerleyelim yoldaşlar, azcık kıpırdayalım belki bir şeyler değişir.
Süreyya Karacabey: Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.