Kürt sorunu ne midir?

Hiçbirimizin ne vitrin mankeni, ne figüran, ne konuk olduğu, aksine hepimizin birlikte evsahibi ve paydaşı olduğumuz ülkemizde insanca yaşamanın yolunu bulmak, temellerini atmak konumuz.

Kürt sorunu nedir? Var mıdır? Varsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşmesiyle çözülür mü? Yoksa ancak Kürt sorunu çözülürse mi Türkiye Cumhuriyeti demokratikleşir? Hedefi daraltıp, güncellersek Altılı Masa’nın "cumhuriyeti yüzüncü yılında demokrasiyle taçlandırma" amacı Kürt sorununu çözmeyi de içerir mi? Bu yönde doğrudan bir açıklama yapılmasa da HDP, Altılı Masa’ya omuz verir mi? Vermeli mi? Verecekse, neye karşılık vermeli? HDP demek, blok halinde HDP seçmeni de demek mi?

Kürt sorunu ile PKK sorunu bir midir? PKK gerçekten bugün halen varoluşsal tehdit midir? Varoluşsal değil ama bir terör sorunuysa PKK, bugüne dek uygulananlar yerine yahut uygulananların yanı sıra başka yöntemler ve politikalar da önermek bölücülük müdür? Diyelim Türkiye’nin tüm demokrasi eksikleri tamamlandı ancak İmralı’yı ziyaret yani bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı mahkûm olan Abdullah Öcalan’ı ziyaret kimi bürokratların veya o dönemin iktidarının keyfine bağlı, bu durumu "Öcalan’ın canı cehenneme" diyen yurttaşlar dahi kendilerine dert edinmeli midir?

Taksimetreyi ister Şeyh Sait ister Ağrı ister Dersim ister TİP Doğu Mitingleri ister PKK’nın kuruluşundan veya ilk karakol baskınlarından başlatalım, o günden bu yana halen dahi "Kürt sorunu nedir, Kürtlerin derdi nedir" diye sormak abesle iştigal midir? Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının kabaca en az beşte biri Kürt. Bu Kürt yurttaşların tamamının derdi bir örnek midir? Tamamının bir derdi var mıdır ve dertleri, öncelikleri bir midir? Varsa, dünkü dertleri ve bunları çözme talepleri ve yöntemleriyle, bugünküler aynı mıdır?

Bu beylik soruları bunca yıldır boynumda "Kürtçü" yaftası taşımama rağmen kendi kendime yeniden sorma nedenim MSB Akar’ın son Al Jazeera söyleşisindeki "40 yıldır Türkiye'ye zarar veren bu terör örgütüyle savaşma hedefimiz var. Bu örgütle mücadele etmek bizim vazifemiz. (…) Kuzey Suriye'de bulunan tüm terör örgütlerinin birbiriyle bağlantılı olduğunu söyledik. (…) Suriye'nin sınır ve toprak bütünlüğüne saygımız vardır. Bu yaptıklarımız aynı zamanda Suriye ve Irak içindir. (...) Kimsenin bizden hakkımızdan vazgeçmemizi talep etme hakkı yoktur." ifadeleri oldu.

Sözün belki pek değeri de yok biliyorum ama yine de üzerine düşünmenin yararlı bir akıl yürütme sağlayacağını düşünüyorum. Savaşma hedefi ile mücadele vazifesi ne aynı, ne birbirlerinin yerine konulabilecek kavramlar. Terörle mücadele (C/T) silahlı kuvvetlerin başat göreviyse orada isyan bastırma (COIN) vardır, ülkemizi diğer NATO müttefiklerinden ayrıştıran kendine özgü durum esasen budur. Bu durumun vesayete, seçilmeden iktidar odağı, özgül siyasal karşı ağırlık olabilmeye kendiliğinden ortam sağlayan bir tarihsel özelliği de vardır.

"Vazife" üstler tarafından yasalar çerçevesinde belirlenir, alta verilir. Bilvesiİe İhsan Oktay Anar’dan alıntılayalım: "Üstün alta yaptırma yolu emir vermekse, altın üste yaptırma yolu bilgi vermektir." Terörle mücadele gibi temel bir konuda hedefi seçimle işbaşına gelen yönetim belirler. Dolayısıyla "savaşmak" herhalde kendi içinde, kendi kendini ilanihaye besleyen bir hedef olamaz. Hedef savaşmaksa, savaş hiç bitmez. Terörle mücadele savaş değildir. Savaş, ülkenin sınırlarını korumak adına silahlı kuvvetlerin işidir. Topyekûn savaş ise ulusun tüm kaynaklarını bir savaş için seferber etmesi ve karşı tarafa kendi iradesini kayıtsız şartsız kabul ettirmeyi amaçlamasıdır. Topyekûn savaşta sivil-asker ayrımı olmaz, herkes askerdir.

Başörtüsü sorunun aşılması laiklik meselesini gizleyemediği gibi, sözleşmeli profesyonel askerliğe geçiş de siyaseten topyekûn savaş durumunu gizleyememektedir. Aynı doğrultuda Kürt sorununun can havliyle güvenlik sorununa indirgenmesi, eski siyasi filizlerin köklenip bugün bir meşe ağacına dönüşmesini de engelleyememiştir. Bilançonun saklanan sayfası böyle olunca kimi çakmak bakışlılar da yeri gelince "askeri konulardır", yeri gelince "hükümetin işidir" diyerek bildiklerini okumaya devam etmişlerdir.

İsyan bastırmanın kitabını belki çelişkili biçimde 1940’tan itibaren "tuhaf" yenilgilere doyamayan Fransızlar yazmıştır. Vietnam’da savaşı kazanıp, kaybetmiş; ardından aralıksız Cezayir’de devam edip, yine savaşı kazanıp, kaybetmişlerdir. Hatta Vietnam’da Çin’in devreye girmesiyle kaybetmiş sayılsalar da, Cezayir’de bu tür bir gerekçeleri de yoktur. Bağımsızlık kararını De Gaulle verip, Fransız halkından geniş destek almış ama Vietnam’dan arkalarında kendilerine destek verenleri yüzüstü bırakma utancıyla gelen askerlerin, subayların, lejyonerlerin bir bölümüne bu dayatmayı kabul ettiremeyince, işin sonu darbe veya kalkışma girişimine dek varmıştır. Alanla salonun kum saatleri farklı çalışır.

Savaşma ve savaşarak kazanma çoğunlukla ardından pazarlığa güçlü elle oturmak içindir. Bu anlaşılabilir. Ancak onyıllardır oturulan maroken koltuklardan haşa kalkılmadan da yapılabileceklerin tamamı yapılmış veya denenmiş midir? Ayrıca oturulan yerlerden yapılacakların tamamı savaşımın sonunu beklemek zorunda mıdır, savaşım süreciyle bağlantılı mıdır? Örnekse anadilde eğitim veya yerinden yönetim gibi konuların TBMM’de ele alınması için illa Kandil’e bayrak dikilmesini mi beklemek gerekecektir?

Masaya oturmak amaçsa hangi muhatapla, nerede, nasıl, kim, kimin adına oturup, neyi konuşacaktır? O muhataplar kimin adına, hangi yetkiyle konuşacaktır? Demek ki teknik ile politik olanı birbirinden ayırmak gerekmektedir. Ancak yukarıda değindiğim "askeri konulardır/hükümetin işidir" oynaklığıyla değil. TBMM’de konuşulacak olan kamu yararına, tüm yurttaşlar, hepimiz için bu ülkenin nasıl daha mutlu, daha iyi yaşanılacak ortak bir vatana dönüştürülmesidir. En uçta, en kenarda köşede "benim de derdim var" diyen de dinlenip, (örnekse Alevi Kürt bir eşcinsel düşünelim) onunda meselesi halloluncaya dek yani başka deyişle sonsuza dek devam edecek bir mükemmelleştirme sürecidir bu. "İyisini bulalım da mükemmeli kusur kalsın" derseniz, ona da katılırım –hedefte uzlaştıysak.

Sanki bir ara, çok uzak olmayan bir geçmişte, Gezi öncesinde kendilerini "ötekileştirilenler" olarak tanımlayan dindarlar AKP ve Kürtler HDP eliyle ve zaman zaman ortaklaşa böyle bir dönüştürme işine girişmiş gibilerdi. Sonra Kürtlerin üzerinden silindir bu defa islâmcıların katkısı ve yönlendirmesiyle geçti. İslâmcılar halen mağdur. Bitmek tükenmek bilmeyen bir mağduriyet ekmeğini yemeğe, "kazanılmış haklar" iddiasını yinelemeye devam ediyorlar. Oysa Kemal Can’ın yazdığı gibi: "Başkalarının formüle ettiği -abartılmış- mağduriyet anlatısı yerine, -Necip Fazıl tarafından müjdelenmiş- saldırgan muktedirlik daha dirençli yapıştırıcı."

Bu bağlamda Kılıçdaroğlu’nun "helâlleşme" yaklaşımı, Lübnan’da Fuat Şahap’ın (Fouad Chéhab) "lâ galip, lâ mağlup" mottosunu andırıyor. Buna karşılık siyasal islâmın belki nazizm yahut baasçılık gibi laik cumhuriyette demokrasiyle, hukuk devletiyle ne denli bağdaşabileceği sorusunun etrafından dolaşılıyor. Kimi demokratlar ve Kürtler de halen enerjilerini adeta mukavvadan kesme bir "kemalizm" öcüsüyle zihinlerinde boğuşmakla tüketiyor. Kazanılmış hak adı altında yirmi yıldır iktidarda olan islâmcıların yeri geldiğinde dipçik ve copla, yeri geldiğinde hile ve desiseyle savunulan ayrıcalıkları anlaşılıyor. Yüz yıldır ihmal ve hakları ihlâl edilen Kürdün, Alevinin ve benzerlerinin payınaysa "kimlik siyaseti yapmama" uyarısı düşüyor.

"Uygarlıkların Batışı" denemesinde Amin Maalouf, Arapların (kendilerine de yönelen) güncel öfkesini Altı Gün Savaşı’nın 1967’de İsrail tarafından kazanılmasının yarattığı aşağılık duygusuna bağlıyor. 1979’da İran Devrimi ve SSCB’nin Afganistan’ı işgali, aynı yıl Thatcher’in ve 1980’de Reagan’ın seçilmeleriyle, 1978’de de Deng’in Çin’de lider konuma yükselmesi gelişmelerini topluca bir tarihsel dönüm noktası olarak değerlendiriyor. 1978’de PKK’nın kuruluşu, 79’da Öcalan’ın Suriye’ye geçişi, 80’de 12 Eylül darbesi ve 84’te Eruh ve Şemdinli baskınlarını, Soğuk Savaş ve Maalouf’un kırılma anı arka planı önünde ele alırsak belki bizim için de karanlıkta kuyruğunu tuttuğumuz fili betimlemek daha kolaylaşıyor.

Kılıçdaroğlu, "Türkiye’yi aydınlığa çıkarmak zorundayız, rayına oturtmak zorundayız. Devletin geleceği tehlikede. Bu olmaz." diyor. Öküzün altında buzağı aramıyorum. "Devletin geleceği tehlikede" derken daha sık kullandığı biçimiyle "ülke elden gidiyor" demek istiyor muhtemelen. Bu bir birlik olma çağrısı. Ancak bu ülkede, bizim ülkemizde "ülkeyi aydınlığa çıkartmak" yahut "devleti yeniden kurmak" ile "devletin geleceğini tehlikeden kurtarmak" ülküleri her zaman örtüşmüyor.

Doğru, en kötü devlet belki devletsizliğe yeğdir. Buna karşılık, daha iyisi bulununcaya dek eldeki demokrasiyi en mükemmel hale getirmek de başat ödevdir. Devletin dönüşmesi, baştan tanımlanması gereği herhalde yadırganamaz. Yüzyıl öncesinden kalma "dirijizm" olarak devletçilik, hele burada bugünün kamuculuğuna denk düşmüyor. Yalnızca iktisaden değil siyaseten de. Nitekim Bekir Ağırdır "Belki 2023 seçimleri bir ara dönemi açacak ve Türkiye gerçek seçimini 2025 gibi bir yakın gelecekte ikinci bir seçimle yapmak zorunda kalacak." öngörüsünde bulunuyor.

Yönetimin mükemmelleştirilmesi sürekli değişip, dönüşen, "ilerleyen" bir süreç. Murat Sevinç’in öğrettiği "yaşayan anayasa" kavramını böyle anlamak mümkün. Örnekse metal şırınga üretirken plastik tek kullanımlık şırıngaya geçişi, film rulosu ithal edip satarken dijitale geçişi, cep telefonu yaparken akıllı telefon çağının başlamasını, F-16 ile uçarken F-35’in açtığı çığırı ıskalarsanız, çuvallamanız kaçınılmaz. 2022’de dahi, "siyasetin gereği" kisvesiyle tek beden tepki "Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz" kalmışsa, devlet-i Osmani nasıl, neden ve kaçınılmaz biçimde çöktü, laik cumhuriyet nasıl ve neden kuruldu anlaşılamaz.

Bugünden bakışla, ne Vietnam ne Cezayir’in değindiğim "halk kurtuluş mücadelelerinin" sonunun hayırlı bittiği, mücadele dönemi vaatlerinin yerine geldiği iddia edilebilir. Determinist yaklaşımla "ama başka türlüsü de mümkün değildi" de denebilir. Biz burada ne sömürgecilikten ne son noktası konulmuş bir anlatıdan söz ediyoruz. Üzerini örtüp, ezberlerimize sığınarak öğrenmeyi reddettiğimiz cumhuriyet tarihimizi anlamak için önde gelen anayasa hukukçularımız rehberlerimiz olabilir. Hiçbirimizin ne vitrin mankeni, ne figüran, ne konuk olduğu, aksine hepimizin birlikte evsahibi ve paydaşı olduğumuz ülkemizde insanca yaşamanın yolunu bulmak, temellerini atmak konumuz.

Sanki birbirimizden habersiz yazarken göz göze gelmişiz gibi Levent Köker de "Kürt sorunu, Kürt kimliği ile ilgili bir siyasi sorun niteliğinde değil mi? Kürt sorununun çözümü Anayasa’daki anadilinde eğitim yasağının kaldırılmasından, Anayasa’nın değiştirilmesinin yolu da siyasetten geçmiyor mu?" diye soruyor. Galiba başlangıç noktası bu ön kabulden geçiyor. İşe "açın Türkiye’nin önünü" diye değil "açın siyasetin önünü" diyerek başlamak gerekiyor. Sanıyorum bunu en gür sesle dile getiren de Edirne’de çile dolduran Selahattin Demirtaş. Demirtaş bu tutumuyla bana göre "yerli/mecazi Mandela arayan varsa, yüzünü bu yöne –Batı’ya ve bana- dönsün" de demiş oluyor.

Hariciye ağzıyla "işlem paragrafı" kabilinden dış politikada sözü sürekli S-400 ve Akkuyu’ya bağladığım gibi burada da benzer bir somut deneme yapmaya çalışarak bitireyim. Genelkurmay Başkanı Org. Akar’ı MSB atamakla sivilleşme sağlandı, "vesayet" bittiydi biliyorsunuz. Şimdi Genelkurmay Başkanı Org. Güler’e 72 yaşında emeklilik değişikliği getirilerek, beş yıl daha aynı konumda kalmasının önü açıldı. MİT Başkanı Hakan Fidan’ın görev süresi ise oniki yılı devirdi. Dışişlerini bakanlık olarak ayağa kaldırmak görece kolay, belki en kolayı. Altılı Masa veya CHP-İYİP çekirdeği bugünden MSB, Genelkurmay, MİT’le "ne yapacağını" ve buraları "kimlerle yöneteceğini" düşünmeye başlasa sanırım yararlı olur.

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aydın Selcen Arşivi