Lafın Belini Kırmak ya da Lafla Bel Kırmak

Kullanışlı bir geçmiş, her kimlik açısından bir zorunluluk. Ancak kimse polisimize, ordumuza laf edemez demekle, bu kurumların geçmişte yol açtığı toplumsal ve siyasal hasar ortadan kalkmıyor ve bugünümüzü etkilemeye devam ediyor.

Sosyal medya, çok önemli ve sadece bireysel değil, toplumsal yaşamlarımızı ve kamusal duruşumuzu belirleyen bir gerçek, bir olgu. Amenna! Bunu reddetmek mümkün değil ve yüzünüzü kamuya dönerek anlama ve anlatma çabasına girişiyorsanız, sosyal medya okuryazarlığınızı geliştireceksiniz. Bu bir zorunluluk artık.

Öte yandan, tüm gerçekliğin sosyal medyadan oluştuğuna, her şeyi buradan yola çıkarak belirleyebileceğinize, siyaseti de iktidar kavgasını da buradan halledeceğinize inanıyorsanız, Fransızcamı mazur görün, geri zekâlının önde gidenisiniz. Çok üzgünüm ağzımı bozduğum için ama yeter yahu! Matrix bir üçleme olarak çevrileli ve çoğumuz tarafından seyredileli kaç yıl oldu? Sanal gerçeklik, oyun dünyası, simülasyon, propaganda, sosyal medyanın olumsuz etkileri, şu bu… Bütün bunları okumadık mı, tartışmadık mı, tartışmıyor muyuz? O zaman neden zavallı sanal gerçeklik unsurları gibi hareket etmekten vaz geçmiyoruz?

Bunun sonu ne olacak? Ortada iletişim diye bir şey kalmadı. Tam bir ahmaklık biçimi olan İstanbul otomobil sürücüleri gibi değil miyiz sosyal medyada iletişim kurarken? Sözüm meclisten içeri, neden ahmak İstanbul sürücüleri? Her vesileyle zattur zuttur korna çaldıkları için. Öfkeliysen, al o yanında taşımayı çok sevdiğin sopayı kardeşim, giriş önünde duran ve senin ilerlemeni ahlaksızca kesen diğer İstanbul sürücülerine. Senin en büyük hakkın bu. Yolunu kesmişler senin. Tabii her an o kadar öfkeli ve gözü dönmüş olmadığın, dayağı yeme olasılığının yüksekliğini de tahmin ettiğin için basıyorsun kornaya. Etrafta hastane mi var, yolda yürüyen engelli ve/veya hasta insanlar mı var, o tıkanıklık zaten zorunlu bir durumdan kaynaklanan yarım dakikalık bir bekleme mi, hiç önemi yok. Bas o kornaya etraftakilerin kulakları patlayana kadar. Hepsinden nefret ediyorsun zaten. Hepsi senin düşmanın.

BİR ZOMBİLAND OLARAK SOSYAL MEDYA

Sosyal medyada da buna benzer bir saldırganlık çok yaygın. Maaşlı trollerden söz etmeye gerek yok artık. Bunlar elbette var ama artık her siyasi görüşün, tarafın parçaları olarak varlar. Ortada bir linç tavrı yürüyorsa, planlı bir grup hareketi görülüyorsa, bunlar kimin trolleri diye bakıyoruz. Ne var ki, artık trol dediğiniz unsurun tavrı, size de yerleşmeye başlıyor. Herhangi bir konuda iki kişi yazışıyorsa, bir anda tanımadığınız bu insanlara sen diye hitap ederek ve onları küçümseyerek, aşağılayarak, ne konuştuklarına, nasıl bir zemin üzerinde ilerlediklerine dikkat etmeden saldırıveriyorsun.

Şu kornacı ahmaklardan farklı olarak, -ki onlar da arabanın kaportasına güveniyorlar öncelikle, kuş beyinleri o kaportanın kendilerini her tür saldırıdan koruyacağına inanıyor- sokakta yürürken veya bir yerde biriyle oturup sohbet ederken bu tür saldırılara o kadar fazla uğramıyorsunuz. Neden? Bunu yapmaya gereken cevabı sözle ya da fiziksel olarak anında verebilirsiniz. Trollemeyi sokakta da yapacak bir sürü kendini bilmez, burnu kırılır diye korktuğu için toplum içinde insanmış gibi yapmaya devam ediyor. Fakat sosyal medyada bir saldırganlık, bir cengaverlik, bir hötzöt

Geçen haftadan iki önemli örnek var. Birincisi kadın milli voleybol takımının başarısı ile ilgili. Özgürlükçü solda duran pek çok insan, işin milli ya da milliyetçi yönüyle ilgilenmeden, bu başarıyı sadece içinde yaşadığımız dönemde değil, cumhuriyetin ilk yüzyılı boyunca her vesileyle ikinci cins haline getirilmiş kadınların başarısı olarak kutladı, memnuniyetini dile getirdi. Buna ilaveten, benim de geçen hafta yazdığım üzere, bu spor başarısı LGBTİ+ bireylerin şiddetle baskılandığı, yasaklamalara ve linçlere gitmek için fırsat kollanan bir konjonktürde elde edildi. Bu başarı üzerinden LGBTİ+ kimlikleri vardır deme şansına sahip olduk bir kere daha.

Özellikle bu başarıyı sosyal medyada mesaj yazarak kutlayan bazı Yeşilsol milletvekilleri, kendilerine yakın olduğu düşünülebilecek başka figürler tarafından eleştirildiler. Daha sınırlı bir kesim tarafından ise resmen linçe tabi tutuldular. Bu konularda konuşmak başka bir şeydir, birilerini zorla susturmak başka bir şey. Birincisi gayet doğal ve yerinde bir eleştiri hakkıdır. İkincisi ise, siyasal zorbalıktır.

Geçen haftanın ikinci örneği, Sezgin Tanrıkulu üzerinden ortaya çıktı. CHP Diyarbakır milletvekili Tanrıkulu bir televizyon programında, TSK’nın AİHM kararlarıyla tescillenmiş Kürt köylerini bombalama ve değişik işkence ve kötü muamele vakalarını söz konusu etti. Bunun üzerine Tanrıkulu’na dönük ivedi bir savcılık soruşturması başlatılırken, sosyal medyada da korkunç bir linçe tabi tutuldu. Üzerine bir de parti sözcüsü, vekilin belgeli dayanıklı sözünün arkasında durmak yerine, linççi gruba katılarak, TSK’ya dönük saldırılarının kabul edilemeyeceğini, bunların yetkili kurullarda görüşüleceğini söyledi. Yani Tanrıkulu’nun disipline verileceğini, belki partiden atılacağını söylemiş oldu.

BAZI İKİLİKLER HAYIRLIDIR

Birkaç haftadır başka konularda yazıyorum ama aslında yaz başından beri burada yayımlanan pek çok yazım, toplumsal bellek kavramıyla ilgiliydi. Orada çeşitli örnekler üzerinden anımsamanın ne kadar karmaşık ve aslında geçmişle değil, özellikle şimdiyle, şu anla ilgili bir süreç olduğunu anlattım. Bu yazıların sonunda, aslında sadece Çanakkale’de şehit olan çocuk askerler militarist propaganda yalanı ve 1915’te gayrimüslimlerin ve hassaten Ermenilerin çocuklarına ne olduğunun özellikle ve özenle anımsanmaması gibi geçmişin alanına değil, aynı zamanda şimdiye de dönük olan bir kavrama gelmiştim: 14 Ağustos 20223 tarihli “Hem Doğru Hem Kullanışlı Bir Geçmiş Bulunur mu Sizde?” başlıklı yazıda ele aldığım, James Wertsch’in Yuri Lotman üzerinden geliştirdiği “doğruluk ölçütü” kavramı. Yazıdan aktaracağım:

“Wertsch’e göre, belleğe bir yandan geçmişin doğru anlatımını nasıl sunduğu üzerinden yaklaşır ve böylece belleği “doğruluk ölçütü” (accuracy criterion) açısından değerlendirmiş oluruz. Diğer yandan, belleğe “kullanılabilir bir geçmiş” temin etmek, yani şimdiki zamanda geçerli olan bir amaca hizmet edecek olay ve oyuncuları anımsamak için de başvururuz. O zaman bellek aynı anda hem doğru temsil hem de kullanılabilir bir geçmiş talebini karşılamak zorundadır.

Wertsch, bu durumu Lotman’ın “işlevsel ikilik” kavramıyla formüle eder. Birbiriyle çelişir gibi görünse de, anımsama sürecinin geçmişi doğru temsil etmesini ve tutarlı birey ve grup kimliklerinin oluşturulabilmesi için kullanışlı bir geçmiş temin etmesini aynı anda bekleriz. (…) Wertsch’in dikkatimizi çektiği işlevsel ikilik doğrultusunda, kullanışlı geçmiş inşasına duyulan gereksinimi de bir olgu olarak kabul etmek zorunda kalıyoruz. Nietzsche’nin eleştirel tarihinin bıçağını her an köklerimize sokarak devam edemeyiz. Belirli bir oranda kullanışlı geçmişe, bir tür uzlaşmaya da ihtiyaç olacak. Dert ettiğim konu tam da bu: İşlevsel ikilik doğrultusunda gerçekten de bir denge kurabilir miyiz? Bir ara yol oluşturmak mümkün mü?”

Aynı yazıda Wertsch’in “ulusal bellek” ile “eleştirel ya da analitik tarih” arasında yaptığı karşılaştırmayı da tartışmıştım. Kullanılabilir geçmiş arayışı, ulusal bellek ile ilgili. Eleştirel tarih yaklaşımı da doğruluk ölçütü ile. Bakın, altını kalın kalın çizmek istiyorum, sadece eleştirel yaklaşan ve doğruluğu ölçen bir tavırla ne siyaset üretiriz ne de demokratik ve barışa dayalı bir toplumsallık. İlla bazı noktalarda tavizler vermemiz, anlaşmamız lazım. Fakat birinden biri yokmuş gibi davranırsak, sosyal medyada karşılaştığımız sefil varoluşa yuvarlanırız.

KATRAN DEĞİL, ÇORBA KAZANI İSTİYORUZ

Tarih kuramcısı Hayden White, Tropics of Discourse başlıklı kitabında şöyle bir söz söylüyor: “Yaşam, bir tek değil de birçok farklı anlam taşıdığında daha iyi yaşanacaktır (1978, s. 50).” Bir Türkiye toplumu varsa, başta devlet olmak üzere bu toplumun tüm kurumları önemlidir. Buna asayiş ve kolluk açısından polis ve asker de dahildir. Beğenelim beğenmeyelim, bunlar bu toplum açısından önemli, değerli kurumlardır. Toplum ya da büyük bir kısmı bu kurumları korumak, önemsediğini göstermek isteyebilir. Bu gayet doğal bir şey. Ne var ki, başta devlet olmak üzere, tüm kurumların bir tarihi de var. Rejim yüz yıl önce kurulduysa, her kurumun da en az yüz yıllık bir tarihi var. Bu tarihin her anı gurur verici değil. TSK’nın 12 Eylül 1980 faşist darbesini gerçekleştirmesini gurur verici bir olgu olarak ortaya koyamazsınız. TSK bu olayda, ülkenin son 40 küsur senesini belirleyen bir toplumsal ve siyasal felaketin baş aktörüdür.

Ayrıca kurumun tamamını kapsamayacak, belirli kişiler ya da oradaki grupların gerçekleştirdiği tek tek olaylar da vardır. Kısacası eleştirel tarih yaklaşımıyla ve doğruluk ölçütü açısından yaklaşınca, eleştirilecek yönleri görürsünüz. Bunları dile getiren bir siyasetçiyi ya da sıradan vatandaşı sosyal medyada linç etmek ya da daha önce pek çok örneği görülmüş olan ve hâlâ görülmeye devam eden yalan yanlış iddianamelerle yargılayıp hapse tıkmak gerçeklerden kaçmak, sorunları bastırmak demektir. Freud kaynaklı “bastırılanın geri dönüşü” sadece insan psikolojisiyle ilgili bir şey değil. Toplumsal sorunların bastırıldıkça daha kötü biçimlerde yeniden ortaya çıktığını biliyoruz.

Kimliklerin ve bunları giyinen bireylerin, bütünlüklerini koruyarak yaşamaya sonuna kadar hakları var. Kullanışlı bir geçmiş, her kimlik açısından bir zorunluluk. Ancak bunun doğruluk ölçütü ile uyumlu olması lazım. Kimse polisimize, ordumuza laf edemez demekle, bu kurumların geçmişte yol açtığı toplumsal ve siyasal hasar ortadan kalkmıyor ve bugünümüzü etkilemeye devam ediyor.

İşlevsel ikilik. Bu kuralı yok sayamazsınız. Ancak bunun farkında olan ve dikkate alanlar geleceğe dönük, umut içeren siyaset üretirler. Diğerleri bir katran kazanını kaynatmaya devam etmekten öteye gidemeyeceklerdir. O katran herkese bulaşır.


Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Erol Köroğlu Arşivi