Mahcup kazananlar

Erdoğan son yıllarda sevinme duygusunu da denetliyor, sadece kendisi kutlama yapıyor ve başkasının kutlamasını engelleyerek ‘Beni yenemezsiniz’ duygusu yaratıyor. Bu seçimde de seçilemedi ama muhalefette hâlâ ağır bir yenilgi duygusu var.

Okulda bazı dersler boş geçer. Böyle zamanlarda biraz gürültü olur sınıfta... Sonradan sınıfa adeta baskın yapan öğretmen kimin gürültü çıkardığını öğrenmeden herkesi cezalandırırdı. Kurunun yanında yaşın yanması çok sorun olmazdı. Adaleti böyle gördük, öğrendik biz... Toplu cezalandırma. Adaleti intikam gibi gören en ilkel hukuk anlayışında bile suçluya işlediği suç ceza olarak verilir... Burada yüksek konuşmaya verilen cezaydı sıra dayağı. Okul sosyalleşmenin, dayanışmayla rekabetin vahşice olmaması gerektiğinin öğrenildiği yerdi. En sevdiğim arkadaşımızla dost olup kan kardeşliği sözü verirken derslerde ve sporda birbirimizle yarışmayı ve bu yarışmanın adil hekimleri olan hocaları deneyimleyeceğimiz ortamda adalet duygumuz törpüleniyordu adeta. Hababam Sınıfı’nı keyifle izleyenler yaptığımız yaramazlıklarda şiddetle, zalim olarak çıkıyorlardı karşımızda. Öyle ki otorite ceza verirse haklıdır. Bunu böyle öğrendik. Ve otorite hangi cezayı verirse yine haklıdır...

Seçimlerde ırkçıların Kürtleri toplu halde terörist saymasına çok fazla insanın itirazı yok. Tüm sınıfı suçlu ilan edenlerin geleneğinden gelenler bu durumu çok içselleştirmiş olmalılar... Taraftarı olduğu takımın maçında görev almak üzere atanan hakem ne yapar? Ya bir takımı tutmasına rağmen tarafsızlığını kanıtlamak için tuttuğu takıma daha katı davranır ya da tuttuğu takımı kayırır. Başka ihtimaller de mümkün. Bir arkadaşımın babası öğretmenimizdi. Kendi çocuğuna diğer çocuklardan daha katı davranır ve böylece çocuğunu kollamadığını bize göstermeye çalışırdı. Hukuk, adalet ve deneyimlerimiz böyle oluşuyor. Dedem de sıkça kızına kötü konuşarak gelini ‘terbiye’ ederdi: Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla...

Şiddette başvuran öğretmen kendisine verilen yetkileri kullandığını söylüyor ve yediğimiz dayağın bizim yararımıza olduğu konusunda sonunda bizi ikna ediyordu. Babam hak yolunu göstermek için, annem beni ‘akıllı’ yapmak için döverdi... En yakınlarım en sevdiğim insanlar benim failerimdi. Bana ceza verenler bana hayatı öğrettiklerini söylüyordu... Psikanaliz teorileri şiddetin şiddet doğurdunu anlatır. Benim yakınlarım ise dayağın insanı akıllı yaptığını. Failimi severek öğrendim hayatı... Seçimler, oy verenler... Failini yeniden iktidara taşımak için uğraşan seçmenler... Otorite de bize bizi sevdiği için zulüm yapıyor, bunu bir gösteriye dönüştürüyor hatta. Kürtlerin toplu halde terörist olarak suçlanmaları da onlara iyilik olsun diye... Bu ülkenin Kürtleri nankörler belki de, kim bilir.

Başka bir düşmanımız ise eşcinseller. Kültürün bir özelliği de çok korkulan bir şeyi yaşanabilir yapabilmesidir. Bir şey açığa çıkarılır ama anlamı kaydırıldığından özünden uzaklaşmış gibi görünerek yaşanır... Konu şu: Biz homoerotik bir kültürde yaşarız. Erkek kahvehaneleri eşcinsel barları gibidir. Ama kahvehanelerin eşcinsellikle ilişkisi kesilmiş gibi algılandığından bu durum sorun olarak görülmez. Erkek erkeğe bir durumdur... Erkeklerin muhabbeti iş, politika, spor ve kadındır genelde (belki de bu yüzden biraz da sıkıcıyız). Yani cinsellik. Erkek dostluğu, erkek dayanışması ve muhabbetiyle bu homoerotik ortam maskelenir. Kültür sınırlı bir biçimde homoerotizmi farklı şekilde anlamlandırarak yaşanmasına izin verir. Haremlik-selamlık ayrımından yana olanlar aynı zamanda homoerotik yaşam alanlarının çoğaltılmasını savunuyor. Eşcinsel düşmanlığı yapanlarla eşcinsel yaşam alanlarının çoğaltılmasını isteyenler aynı kişiler... Kültür çok korkutuğumuzu sandığımız homoerotizmin yaşanmasına izin verir ve bunun farkına varmadığımız için korku da yaratmaz. Bu yapay ve düşmanca tutumlar durumu daha karmaşık ve patolojik hale getiriyor.

YENİLGİ KÜLTÜRÜ

Kahvehanede tavla oyunundan sonra kazanan kişi kazandığını yüksek sesle konuşarak belli eder. Çoğumuz o masaya bakarız. Yenilen yenilmenin mahcubiyetine ilave olarak bizim de o masaya bakmamızdan artan bir mahcubiyetle bize bakıyor. Sonra yenilgiyi kabul etmek yerine tam olarak da yenilmediğini, aslında şansının yaver gitmediğini anlatmayı deniyor: Şansım yoktu, zarım gelmedi diyor. Tavla bir zar oyunudur ve oyun becerinizin ötesinde kazanmak için şansa da bağlı bir oyundur. İşte bu şansa bağlı oyunu oynadığınızda bu faktörü de kabul ederek oynarsınız. Yenen kişi yengisinin yarıya indirilmesine itiraz ederek, kazandığının altını çizmeyi deniyor. Bir kişi yendim derken yenilen kişi de yenilmedim, sadece şanssızdım diyerek yenilgiyi kabul etmiyor...

Futbolda da benzer şeyler yaşanıyor. Her maç sonrası kazananlar sevinç çığlıkları atarken kaybedenler “zemin bozuktu, hakem hakkımız yedi” gibi açıklamalarla aslında yenilmediklerini söylüyor... Lig bitiminde her yıl aynı filmi izliyoruz. Bir takım şampiyon oluyor, olamayanlar da şike vardı, hakem kayırdı, ayağım kaydı, moralim bozuktu gibi bahaneler üreterek şampiyon olanın sevincini gölgelemeye çalışıyor. Bir takım şampiyon, diğer takım gönüllerin şampiyonu, başka bir takım da Anadolu, başka bir takım da Karadeniz’in şampiyonu. Kısacası ligdeki takımların yarısı bir şekilde şampiyon.

Yenilgi kültürümüz yok gibi denebilir. 'Yenildim, kusurlarım, hatalarım, yanlışlarım şurada' biçiminde bir değerlendirme ve analiz yok... Her seçim sonrası hiçbir parti seçimi kaybetmiyor. Partilerin amacı iktidar olmak. İktidar olamayan, bu amacına ulaşamayan bir parti seçimde “kentlerde oyum arttı ve seçimin galibi benim” derken bir başkası “Anadolu’da şahlandık. Biz kazandık” diyor. En çok oy kaybı olan partiler bile “şu kasabada ama oyumuz arttı” diyerek kendini galip ilan ediyor. Durum bu olunca kaybedeni olmayan herkesin galip geldiği bir seçim oluyor. Gelecek seçimde benzer filmler izliyoruz.

Galibiyet kültüründe galip gelmek yeterli gelmiyor. Galibiyetin kutlanması da gerek. Herkes kendini galip ilan edince galip gelenin bu galibiyet şölenine gölge düşürülmeye de çalışılıyor. Son yıllarda toplumda galibiyet kutlamalarında radikal bir değişim yaşıyoruz. Önceleri bir takım şampiyon olur ve kutlama yaparken diğer takımların itirazları cılız olurdu. Galip taraf taraftarıyla kutlamalar yapmayı başarırdı. İslamcılarla değişim başladı... Birkaç kişi toplanıp sahilde akşam eğlendiklerinde devlet müdahale ediyor. Sevinemezsiniz... İnsanlar toplanıp marşlar söyleyerek, kendi yalnızlıklarından kurtulmak için yürüyüş yaptıklarında coplar, biber gazları. Marş söyleyerek, coşkuyla eğlenemezsiniz. Bir konsere gidip şarkıcıya koro halinde şarkı söylemek bile yasak. İlahiler okuyabilirsiniz. Bu serbest. “Padişahım çok yaşa” diye bağırmak serbest... Toplu halde oynamak, halay çekmek, dans etmek, türkü söylemek, eğlenmek, sevinmek, haz yaşamak yasak... Nerede, nasıl, kiminle eğleneceğinize ve coşacağınıza bile otorite karar veriyor.

Yenmek bu aşamada yeterli değildir. Yenen yengisini kutlayarak, şölen yaparak hem kendisine hem de çevresine başarısını gösterir. Böylece galibiyet sembolik olarak da onaylanır. Maçı kazanmanızı yetmez, seyirciyle birlikte kutlar, karşılıklı alkışlar ve sevinç naraları atarak galibiyet mühürlenir. Galibiyetin sosyal onayı bu toplu sevinmeyle gerçekleşir. Kutlanmayan galibiyet bir eksiklik duygusu yaratıyor. Bu eksiklik mağlup olanların duygusudur. Mağlup olanlarda galibiyet eksiktir. Bu eksiklik ve yarattığı duygu galiplerde sanki yenilmişler duygusuna denk düşer bazen.

Erdoğan son yıllarda bu sevinme kısmını sürekli denetliyor. Örneğin mahkemeye taşınmış bir toplumsal olay mahkemeden onay aldığında insanlar bu hukuki başarıyı kutlayamıyorlar. Erdoğan bu kutlamaya izin vermiyor. Ya hemen başka bir dava açılıyor ve başarı gölgeleniyor ya da kutlamaya izin vermeyerek kutlamaya gelenlere müdahale ederek galibiyet duygusu yaşamalarına izin vermiyor. Bunun sonucu olarak her galibiyet sonrası galip gelenler mağlup olmuş duygusu yaşıyorlar. Bu tür olayların tekrarı insanlarda hiç galip gelemeyecekleri duygusu veriyor ve böylece umut yok ediliyor.

Erdoğan birkaç kez kaybetti, ama insanlarda onun yenilmeyeceği duygusu var. Ankara kaybetti. İzmir sürekli kaybediyor. Adana... Antalya... İstanbul. İstanbul’da bu film iki kere oynandı, malum. Ben kazandım, dedi. Kazananlar sevinemedi, çünkü söylenenin yalan olduğunu kanıtlama derdine düştüler. Bunlar kazandı ama oyları çaldılar, dedi. Hırsızın hırsızlığını gizleyebilmesinin en etkili yolu başkasını hırsız tutması, dikkati başka tarafa çekmesidir. Kazananlar çalmadıklarını ispat etmeye çalışırken galibiyetin gölgelendiğini ıskaladılar. Sonra yeniden seçim dedi. Kazananların galibiyet kutlamaları etaplara bölündü, takside bağlandı adeta... Sonra yine yenildi. Ama yenilenler bu kadar suçlamayla baş etmeye çalışıp kendilerini aklarken yenme sevincinden uzaklaştılar. Büyük galibiyetin küçük küçük sevinçleri oldu. Hırsızlık yapmadıklarını belgelerken bunu ispat etmenin sevincindeydiler. Yalanları yalanlarken küçücük sevinçler yaşandı... Erdoğan kazanınca galibiyet kutlaması sahnelenir. İstanbul’dan gelir. Havaalanından kent merkezine kadar konvoylar oluşur, yollar kilitlenir, kornalar çalınır, kitleler mobilize edilir... Yenilenler mahcup, sanki suç işleyenler gibi öfke ve korkuyla evlerine kapanarak bu kalabalıkta kendilerini görünmez kılarlar.

SEÇİMLER VE SEVİNCİN YASAKLANMASI

Aylardır konuşuluyor: “Yenersek sakın ha, sokağa çıkmayın, taşkınlık yapmayın, sevinmeyin, yendiklerinizi kızdırmayın, sinir etmeyin, konsolide olmasınlar... Galip gelin ama yenilmiş gibi davranın, sakın yenginizi kutlamayın.” İktidar aylar önce sevincin önünü kesti. Gezi’den bu yana durum böyle... Seçim oldu. Erdoğan kazanamadı... Muhalefet de mahcup, umutsuz evine çekildi. Erdoğan sadece kendisi kutlama yapıyor ve başkasının kutlamasını engelleyerek ‘Beni yenemezsiniz’ duygusu yaratıyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan seçilemedi... Muhalefette hâlâ ağır bir yenilgi duygusu. Kutlanamayan başarı, sanki başarısızlık var duygusu yarattı.

Yenilgide bireysel sorumluluk almaktan kaçınma eğilimimiz yenilgi kültürü oluşturmakta ve çözümler bulmamıza engel olabiliyor. Başarıya bahane bulmak ya da kutsalı sorumlu tutma eğilimimiz var. Kurbanlar adamak, dualarla kutsaldan yardım istemek. Başarısızlıkları kaderleştirme eğilimimiz ve böylece sorumluluktan kaçınma eğilimimiz var...

Seçimlerden sonra yenilenlerin sevinç nağraları atmaları... Kazandıklarında attıkları naraları yenildiklerinde de atıyorlar. Yenildiklerinde ama acemiler ve her seferinde yenmiş gibi yapıyorlar. Varoluşlarını yenilginin üzerine kuruyorlar. O kadar çok yenildiler ki! Kürt sorununu çözme iddiası, Avrupa Birliğ sözleri vizeler kalkacak, papazı vermek, Emevi Camiin'de namaz kılacağız, Deniz Yücel’i ölsem bırakmam, Alevi çalıştayları ve daha başka onlarca, yüzlerce yenilgi... Her seferinde şansım yoktu, dış güçler, zarım iyi gelmedi, bize çelme taktılar, aldatıldık, ekonomistim... Battal Gazi pozlarında aylarca ekonomiyi kurtaracak, yabancı paralara çelme takacaktı. Yenilgi üzerine düşünmek yerine bahane kültürü oluşturmak...

‘Hata kültürü’ ‘hata yapalım’ anlamına gelmez. Hata kültürü hatalar kaçınılmaz olduğundan hata üzerine kafa yormak, refleksiyon ve böylece gelişmek ve olgunlaşmak demektir. Geç kalmak, unutmak, Freud’un sözünü ettiği ağzından kaçırmak, dil sürçmesi gibi hataları çözümlemek ve anlamak... Hataları anlamaya çalışarak ‘bilinmez olana’ yolculuk yapmak, hatayı terapinin kaçınılmaz bir parçası olarak kavramak ve bundan terapik sonuçlar çıkarmak. Hata kültürü hata yaptığımızı ve gelecekte de yapabileceğimizin kabulüne dayanır. Yani mükemmel olmadığımızı, muhteşemlik iddiamızdan vazgeçmemiz gerektiğini itiraf etmektir. Yani narsizmi normal boyutlara çekmektir...

SEVİNMEKTEN KORKMAK

Nazar konsepti kıskançlık ve hasete karşı korunmayı organize eder. Başarınızda sevincinizi gizlemenizi ve böylece yenilenleri ya da aynı başarıyı göstermek isteyen ama bunu başaramayanları kışkırtmamak ve hatta uyandırmamayı içerir. Mesela okulda başarılı bir çocuk nazarlıkla kendisini kıskananların nazarından (agresyonundan) korunmaya çalışır. Başarı küçümsenerek ya da başarı gizlenerek nazardan korunulur. Mesela sınavda en iyi puanı alan bu başarıyı relative ederek kıskançlıktan korunmayı dener. “Herkes çalışırsa olur” ya da “şansım yaver gitti” diyerek başarıyı bireysel beceriye değil de şansa bağlayarak nazardan korunmayı dener. Ya da başarısından söz etmez ve başarısını gizler. Bizim kuşaktaki birçok insan nazar konseptiyle, yani başarısını ve bunun sonucu olarak da sevinci denetlemeyi bilir.

Başarıyı gizlemek bütünüyle mümkün değildir ve “nazar değmesin”in zıddı bir başka bir tutum ise başarıyı abartılı sergilemektir. Burada bir yandan kendi başarısı abartılırken aynı zamanda ötekinin başarısızlığı daha da başarısız olarak tanımlanarak başarı ile başarısızlık arasındaki mesafe daha da açılarak başarının oranının yükseltilmesi denenir. Mesela sınavı geçen çocuk sınav sorularının beklediğinden zor olduğuna vurgu yaparak başarısının sıradan değil de olağanüstü olduğunu anlatır. Bu tutum bazen başka bir yöne de sarkabilir: başarılı olanın başarısızla alay etmesi, onu küçük düşürmesi, aşağılaması. Maçlardaki tezahüratlarda vardır. Bir taraftar grubu diğer takımı veya bu takımın seyircisini aşağılamak için çoğu zaman seksist ve küfürlü bir söylemle, geçirmek'ten nasıl düzdük’e dönüşen tezahüratlara girişir. Burada kendi başarısına sevinmenin ötesinde ötekini aşağılama vardır. Biz Avrupalı bir takımı yenmeyiz, o takımı ve ülkeyi de dize getiririz (ya da tam tersi).

Sosyalleşmesinde başarıyı ve başarı kutlamalarını böyle içselleştirmiş toplumlar seçimlerden sonra da alışılmış tepkiler gösteriyor... Erdoğan ve Erdoğancıların kutlamaları muhaliflerde bir kutlamayı izleme durumundan öte kutlamalardan da korkmaya dönüşüyor. Ve bu kutlamalar genelde muhaliflerin aşağılanması, değersizleştirilmesi demek de. Erdoğan muhalefeti neyle suçluyorsa o suçu işlemiş demektir. Yani sürekli projeksiyon yapıyor. İstanbul seçimlerinde hırsızlık suçlaması... Muhalefeti her an ısrarla teröristler olarak suçlaması...

BİZ ÖTEKİLER

Yıllar önce tanık olduğum ama anlayamadığım bir olaydan bahsetmek istiyorum. Beni o gün ürküten ve korkutan bir mesele. Bir grup, bir adamı aralarına alıp basbayağı dövdüler. Dayak yiyen adam yabancıydı. Dayak atan grubun tamamı tanışmıyordu belli ki ancak en azından birkaçının birbirlerini daha önceden tanıdığı belliydi. Bu gruptaki yabancılar tanıdık yabancılardır. Birbirlerini görmüşler, karşılaşmışlar, mesela aynı kasabada oturuyorlar ve böylece bir tür tanıdıklar ama kişisel bir ilişkileri olmadığı için de yabancılardı. İşte böyle bir grup radikal yabancı olan, yani kasabalı olmayan bu yabancıyı dövüyorlardı. İki kişi arasında başlayan bir olay biz ve sen arasındaki çatışmaya dönüştü. Kasabalılar yabancının haklı ya da haksızlığına bakmaksızın yabancının suçluluğundan yola çıkarak ona vurmaya başlıyorlardı. Biri ‘Allah’ını seven vursun’ diye bağırarak kutsalı da yanına alıyor ve bu güç dengesizliğini daha da anormal hale getiriyordu. Çünkü bizim kasabada Allah’ı herkes çok seviyordu. Adamı bayağı dövdüler. Tanığı olduğum bu sahne yıllarca hafızamda kaldı. Bu kasabada yetişkinler çocuklarını, erkekler kadınlarını döver, birileri ayırmaya, araya girmeye ve ayırmaya kimse cesaret edemezdi. Bu ailenin iç işiydi ve kimse karışamazdı.

Yıllar önce bir erkek danışmanlık için bana geldi. Berlin’de eşine sokakta hakaret eden bir erkeğe müdahale ettiği için kadından çanta, eşinden de yumruk yediğini, karakolda da ikisinin ortak ifade vererek kendisini suçladıklarını anlatmıştı. Bizim iç işimiz kimse karışamaz. Severiz de döveriz de… Babasını/annesini dayak yediği için şikâyet eden kaç çocuk var? Aile içi suçlarda sorunu aile çözer ve el aleme bu söylenmez. Ailenin şerefi suçları örterek korunur. Kadına şiddette gizli rakamlar, aile içi taciz ve tecavüz… Dayak yiyen kaç kişi ağabeyini şikâyet ediyor ya da edebiliyor?

Selo yatsın. Kavala bizim ‘terör destekçi’miz. Kimse karışamaz, biz istediğimize terörist deriz. Size ne? Onlara istediğimizi de yaparız. Kimse de karışamaz. Onlar ‘bizim’ teröristimiz. Biz bize konuşurken Berkin Elvan teröristtir, başkası sorduğunda iç işimiz, dış güçler, size ne... Zaten eşini ve çocuğunu döven kişi de ‘bizim’ olma özelliğinden ötürü de doğru yapmıştır ve kanıt ve belgeye gerek yoktur. Bu konularda adaletten, hukuktan yola çıkılmaz. Evrensel hukukta önce suç tespit edilir, suçlu bulunur, suçlunun o suçu işlediği kanıtlanır ve bu suçluya yasalara göre ceza verilir… Bu anlattıklarım hikâye… Birileri masa başında veyahut bilgisayarda kimin suçlu olduğuna mahkeme olmadan karar veriyor. İHA'lar da bu suçlu kabul edilen insanları öldürüyor. Mahkeme, belge, kanıt, suç, suçlu... Gerek yok, hukuka, mahkemeye de gerek yok. Terörün en önemli özelliği hukuku tanımamasıdır. Hukuku dışarıda tutan eylemler terör eylemleridir. İHA’larla, SİHA'larla övünenler hukukun üstünlüğünü de savunuyor bu ülkede. Hukuku, adaleti ortadan kaldıran, insan öldürme yoketme aletleriyle gurur duyanlar ülkesi… On binlerce insanın adalet diye haykırdığı bir ülkede hukuku konuşuyoruz. Bizim İHA'mız, bizim bombamız, bizim teröristimiz, kime ne…

SUÇ ORTAKLIĞI ÇOCUKKEN BAŞLAR

Çocuktan al haberi” deriz. Yetişkinlikte yitirilen nedir peki? Anne telefonda çok sevinmiş gibi yaparken hareketleri, jest ve mimikleriyle hoşnutsuzluğunu gösteriyor. Biraz sonra konuklar geliyorlar. Anne konuklara çok sevindiğini söylediğinde çocuk keyifle annesini düzeltmeyi, ona yardımcı olmayı deniyor: “Hayır annem sevinmedi, çok kızdı” diyor... Anne çocuğun ‘yanılgısını düzeltme’yi deniyor. “Hayır oğlum, çok sevindim” diyor. Çocuk bu kez algılamasında ısrar ediyor. Anne kestirip atıyor “Anneler yalan söylemez.” Yalan söyleyen annelerin sıkça tekrarladığı bir cümledir bu... Çocuklar bizim gibi değildir. Yalan söylemekte usta değillerdir. Yalan söyleyen, annesini düzelten çocuğu annenin dürüstlüğünden ötürü ödüllendirmediğini, hatta çocuğu yalanını ortaya koyduğu için cezalandırdığını bile düşünebiliriz.

Bir dönem sonra çocuk yalan söylemenin kötü/günah olduğunu ama buna rağmen bazı yalanların yalan sayılmadığını kavrar. Bu türden numaralar, manipülasyonlar çoğalınca ne olur? Çocuk etik oluşturmakta zorlanır. Anneye kendini tabii yaparak annenin öfkesinden korunmaya çalışır. İtaat eder, biat eder. Kendi olmaktan vaz geçer. Ailesinin kopyası olur... Çocuğun yücelttiği ideal anne çocuğun hayal aleminde yok olur. Bu, çocuğun iç dünyasındaki anne resminin de kaybolması, kısacası facia demektir.

Annenin/babanın davranışları ile söyledikleri arasındaki farklılıkların çocuk yaşta anlaşılamaması çocuğun içinde bilmeceler çöplüğü oluşturur. Annenin çocuğa öğütlediği ile yaptığı arasındaki uçurumun çocuğun iç dünyasında bir karmaşaya yol açar. Çocuk bir yana yönelerek bu belirsizlikten çıkar. Yani anneyi taklit eder, annenin dediklerini üstlenir. Burada amacım anneyi suçlamak değil. Kolektif kültürde açık ve direkt olmak agresyon kabul edildiğinden küskünlüğe yol açar. Mesela anne misafire uygun olmadığını söylediğinde misafir bunu kendisinin bütün olarak reddi olarak değerlendirir ve bunun ilişkiyi sonlandırmak için yapıldığını sanarak o kişiye küser. Çocuk zamanla ima yoluyla ve dolaylı anlatımı öğrenir.

Führer/lider bir kez yalan söyler. İlk yalan şaşırtır. Sonra bir daha söyler, bir daha, bir daha... İş çıkmaza girer : İdeal olarak bildiğimizle reel kişi arasındaki fark açılmaktadır. Burada lideri terk etme ve Führer’den bir kopuş olabilir. Eğer bu kopuş başarılamazsa daha sonra kişi farkı kapatmak ve otoriteye sadık kalabilmek için içinden gelen seslere kulağını kapatır. Bu aşamadan sonra gelen enformasyonlar ona ulaşmaz. Bugün bu insanlarla konuşurken bu insanların otoritenin ardından gitmesini onlardaki enformasyon eksikliğiyle açıklamak anlamsız. Her şeyi bizden daha iyi biliyorlar. Onlar kendi aralarında bizden daha çok kötülüğü görüyorlar... Küçük çocukların annenin söylediği yalanı yalan olmaktan çıkardığı gibi bir durum. Otorite yalan söylüyorsa, mutlaka bir bildiği vardır ve grubun yararınadır bu. Sokakta dayak yiyip ama kocasını (failini) koruyan kadın gibi... Bize karışamazsın. Bize kötü diyemezsin. Biz kendi aramızda kendimize bir şey söyleme hakkına sahibiz. Bizim hırsızımız, bizim kötümüz ve biz kimseye laf söyletmeyiz...

Çocuk terapilerinden biliyorum. Anne/baba çocuğun olumsuz yönlerini anlatınca çocuk savunmaya geçer, ebeveyni susturmayı dener. Bunu başaramadığında kulaklarını kapar... Eğer anlatılanı benim dinlememi istiyorsa kulağını kapatıp anlatılanı duymamayı denerken aynı zamanda gürültü çıkararak benim de söyleneni anlamamı engellemek ister... Bugün iktidara oy verenlerle konuşurken aynı fenomeni yaşıyoruz. Söylenene kulaklarını kapatıyorlar. Bağırıp çağırıyorlar ve söylenenleri başkalarının da anlamasını engelliyorlar. Korku filmlerinde çocuklar korku sahnelerinde gözlerini kapatırlar. Böylece kendilerini korurlar. Onların görmedikleri sanki yokmuşçasına davranırlar. Belgeler, itiraflar... hepsi anlamsızlaşır. Kulakları kapalı, gözleri kapalı insanlara konuşuyor duygusu oluşuyor...

Anne yalan söylediğinde çocuk anneyi düzeltmeye çalışırken annenin ‘terbiyesi'nden sonra o da realiteyi kabul eder. Daha sonra annenin söylediği yalanın yalan değeri yoktur. Burada anne/çocuk suç ortağı olurlar. Çocuk annenin bir dönem sonra yalancı şahidi olur... Artık ortak suç üzerinden aralarında bağ oluşur... Biri sokak röportajında hiç kimseyi dinlemiyor, bakar kör resmen, bağırıyor: Size reisi yedirmeyiz... Kanibalizm... Yamyamlık... Yediğimiz bir şey değerlidir ve biz sindirerek o değerli besini kendimize katarız. Bu arkaik çığlık... Muhalefet için tiksinti objesi olmuş bir kişiyi değerli saydığımız, kendimize katmak istediğimizi sanmaları... Muhalefet yemek değil (oral bir yakınlık değil) kurtulmak (anal bir konu) istiyor.

Tarihte ve bugün de olanları hepimiz biliyoruz. Bunu itiraf etmek, suç bilinci oluşturmak istemiyoruz. Soygun, hırsızlık, adam kayırmacılık... Bunları bilmeyen kaldı mı? Faillerin arkasına gizlenmeye çalıştığı ucuz gerekçelerden yeteri kadar sıkıldık. Anne de çocuğunu yaşken eğiyor. Çocuğunu dövmeyi hak sayan anne faildir... Ama "anne hem sever hem döver de..." Gerçekliğimiz, sevgimiz, aşkımız bile böyle başlıyor. Biz ve siz olmak ve suç bilincinin olmaması. Biz kendi içimizde, kendi seçimimizde istediğimiz yaparız ve dış güçler karışamaz... Biz ve sizin kutuplaştırılması değil sorun sadece düşmanca kutuplaştırılması. Biz ve siz’in ortak dili kaybetmiş olması...

Seçimler ikinci tura kaldı, bunun yarattığı duyguları hiç hafife almamak gerekir. Yine de seçimin bu ikinci etabını da tamamlamalı, hep birlikte başaracağımızı tekrar hatırlamalıyız. “Yenilen güreşçi güreşmeye doymazmış”... Bu öyle bir durum değil, açlığa, yenilgiyi inkara dair bir şey değil bu... Umut bir çok insan için hayal dünyasındaki ihtimallerle de ilişkili... Zulüm varsa umuttan başka bir seçenek yok bizim için ve umuda ve mücadeleye mecburuz biraz da...


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi