Doğan Özgüden
Melina Mercouri, Never in Turkey!
Sabahın erken saatlerinde dünyada ve Türkiye’deki son gelişmeleri ekranda tararken bir haber beni 47 yıl öncesine götürdü. Yunanlı ünlü film yıldızı, albaylar cuntasına karşı direnişçi ve darbe sonrası kültür bakanı Melina Mercouri ölümünün 25. yıldönümün olan bu 6 Mart günü Yunanistan’da anılacaktı.
Melina Mercouri’yi İnci’yle birlikte ilk kez 1965 yılında İstanbul’da Beyoğlu sinemalarından birinin beyaz perdesinde, Peter Ustinov, Maximilian Schell, Akim Tamirov gibi ünlü oyuncularla birlikte, Topkapı adlı macera filminde mücevher ve erkek delisi Elizabeth rolünde görmüştük.
Filmi yöneten eşi ünlü sinemacı Jules Dassin’di. Filmde Ege Ernart, Senih Orkan ve Danyal Topatan gibi Türk oyuncular da rol almıştı. Müziğini ise ünlü Yunan besteci Manos Hacıdakis yapmıştı.
Topkapı Müzesi’ndeki pahalı bir hançerin çalınmasını konu alan film özel olarak da ilgimi çekiyordu. İstanbul’da Akşam’dan önce Gece Postası gazetesinin yayın yönetmenliğini yaptığım 1964 yılında bu filmin birçok sahnesinin Topkapı Müzesi’nde, Kapalı Çarşı’da ve de İstanbul’un çeşitli semtlerinde çekilmesi büyük olay olmuştu. O sırada gazetede muhabir olarak çalışan dostum Doğan Katırcıoğlu, beraberinde bir foto muhabiriyle birlikte tüm çekimi adım adım izliyor, gazetede iki günde bir çekimle ilgili haber ya da röportajlar yayınlıyorduk.
Önce Yunanistan’da albayların, ardından Türkiye’de generallerin yaptığı askerî darbeler, İnci’yle beni 1972 yılında Paris’teki illegal sürgün günlerimizde Melina Mercouri ve Jules Dassin’le anti-faşist direnişçiler olarak bir araya getirdi.
1967’deki albaylar darbesinden sonra Yunanistan’daki faşist baskıları ve cuntaya karşı direniş örgütlenmelerini Ant dergisinde sürekli yansıtıyorduk. "Komşuda pişer, bize de düşer" misali, Türkiye’de de ABD emperyalizminin hizmetindeki ırkçı ve İslamcı terör örgütlenmesinin Türkiye’yi de bir faşist darbeye sürüklediğini görüyorduk. Bunun içindir ki, dergideki yazılar dışında Konstantin Çukalas’ın Yunanistan Dosyası adlı kitabını Türkçeye çevirterek Ant kitapları arasında yayınlamıştık.
O dönemdedir ki rejime karşı Amerika ve Avrupa’da kampanya yürüttüğü için Melina Yunan vatandaşlığından çıkartılmış, Yunanistan’daki mal varlığına el konulmuştu. Tıpkı 15 yıl sonra faşist Evren cuntasının yurt dışındaki muhalifleri "kansızlar" diye vatandaşlıktan çıkartıp Türkiye’deki varlıklarına el koyacağı gibi…
Beş yıl sonra Paris… 1972… Demokratik Direniş Hareketi adına Başbakan Erim’in Fransa ziyaretine ve Deniz’lerin idam kararlarının Meclis’te onaylanmasına karşı kampanya yürütürken bize en çok yardımcı olanlar arasında, Yunanistan’ın Avrupa Konseyi’nden atılmasında birinci derecede rol oynamış Yunanlı dostumuz Maria Becket de var…
Maria ile tarihsel bir acıyı da paylaşıyoruz: Balkan Savaşları sırasında benim dedemi Yunanlılar, onun dedesini de Türkler katletmiş… Ama şimdi bizler kardeşiz.
Bizim Türkiye’de Yunan cuntasına karşı nasıl tavır koyduğumuzu, bu konuda bir de kitap yayınladığımızı bildiği için, sürgündeki mücadelemizde bize son derece yardımcı oluyor.
Onun aracılığıyla 19 Mart 1972’de Fransız Dışişleri Bakanlığı’nın bulunduğu Quai d’Orsay’da Yunan cuntasına karşı düzenlenen uluslararası konferansa katılmış, koltuklarımızın altında çeşitli dillerde bildirilerle bir toplantı salonundan çıkıp ötekine girmiş, Fransız, İtalyan, İngiliz, İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Kanada, ABD ve Sovyet delegeleriyle konuşarak Türkiye’deki cuntaya karşı da tavır koymalarını istemiştik.
Sovyet delegasyonu ünlü Sovyet bestecisi Aram Haçaturyan, Bolşoy’un ünlü bale yıldızı Galina Ulanova ve de SSCB Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin adını şimdi anımsayamadığım bir üyesinden oluşuyordu.
Onbeş dakika kadar bir sunuş yaptıktan sonra kendilerine Demokratik Direniş belgelerini vererek SSCB’nin ezilen Türkiye halklarıyla dayanışmalarını beklediğimizi söylemiştik.
Merkez Komitesi üyesi bizi dinledikten sonra şöyle demişti:
"Yoldaşlar, anlattıklarınız gerçekten üzücü. Yüreğimiz sizlerle beraber. Ama SSCB olarak Türkiye konusunda herhangi bir şey yapmamız söz konusu olamaz. Biz SSCB olarak son yıllarda sadece iki ülkenin iç mücadelesinde tavır koyduk, taraf olduk. Biri Güney Afrika, öteki Yunanistan. Ama SSCB’nin Türkiye ile iyi komşuluk ilişkileri, iktidarda kim olursa olsun, bizim bu iktidarı rahatsız edecek bir tavır koymamıza izin vermez. Zaten cumhurbaşkanımız Yoldaş Podgorni yakında Türkiye’ye resmî bir ziyarette bulunacak."
Allak bullak olmuştuk. "Ya hapisteki binlerce solcu, ya işkenceden geçenler, ya idam sehpasının gölgesindeki Deniz Gezmiş…" diye isyan edince, "Tepkinizi gayet iyi anlıyoruz. Ama ülkemizin dış politikası bunu gerektiriyor… Yapabileceğimiz bir şey yok" diye kesip atmıştı.
Sonra bir kağıda SBKP Merkez Komitesi’ndeki adresini yazarak "Yine de siz yayınladığınız bildirileri, raporları bu adrese düzenli yollayın, gelişmelerden haberimiz olsun" demişti.
Odadan herhalde çok berbat bir yüz ifadesiyle çıkmış olmalıyız ki, Maria hemen müdahale etmişti: "Sakın üzülmeyin. Diplomasi alanı bir kurtlar sofrasıdır. Siz görevinizi yapıyorsunuz. Biz neler yaşamadık! Sizler de alışacaksınız."
Ardından üzüntümüzü gidermek üzere bir müjde vermişti: "Sovyetler’i unutun… Şimdi sizi Melina Mercouri’yle tanıştırıyorum."
Bir başka odada Yunan gazetecileriyle ünlü Melina Mercouri… Melina’ya kızgınız, çünkü Albaylar cuntasına karşı tavır koyarak Yunanistan’ı terkettiği halde, bir süre önce sırf tatil geçirmek üzere generaller yönetimindeki Türkiye’ye gitmiş, bu ziyaret de cuntanın emrindeki medya tarafından adamakıllı istismar edilmişti.
Biz içeri girer girmez Melina spektaküler bir tavırla gelip boynuma sarılmıştı: "Biliyorum, bana kızgınsınız. Türkiye’ye gitmemeliydim. Hatamı biliyorum. Ama kendimi affettireceğim. Gelecek sefer bana bir misyon verin, yine turist olarak Türkiye’ye gider, o misyonu yerine getiririm. I’m with you!"
Melina içkiliydi, duygusaldı. Ama sözünde duracağından emindik.
Üzerinden çok geçmemişti ki, bir gün Melina’dan haber geldi. Yakında Türkiye’ye gidiyormuş. Görüşmek için eşi rejisör Jules Dassin’in Rue de Seine’deki bürosunda randevu veriyordu.
Coşkulu Melina’nın aksine Jules Dassin son derece kasıntıydı. Türkiye konusunda da her şeyi iyi bilir havalarındaydı. Bir ara "Paris’teki TKP temsilcisi" Abidin Dino ile dostluğundan bahsetti. Oysa ne Paris’e gelmeden önce son kez görüştüğüm TKP Genel Sekreteri Yakup Demir, ne de yakınlarda görüştüğüm FKP uluslararası ilişkiler sorumlusu Elie Mignot, Paris’te bir TKP temsilciliğinin varlığından bahsetmişlerdi.
Zaten Çekoslovakya Olayları’ndan sonra TİP’teki bölünmede Aybar’ın yanında aldığı tavırdan ötürü kendisinin tamamen Sovyet çizgisindeki TKP’yi temsile devam ediyor olması olanaksızdı.
Ayrılırken Melina’ya Türkiye’den getirmesini istediğimiz şeylerin bir listesini verdik. Çok özel bazı belgelerin yanı sıra Ankara, İstanbul ve İzmir kentlerinin en son telefon rehberlerini de getirmesini istedik. Bunlar Türkiye ile iletişim için son derece önemli kaynaklardı.
Telefon konuşmalarının sağlıklı olması için Melina bir de kod tesbit etmişti: "Sizi aradığımda görüşmemiz için sakıncalı bir durum varsa ‘Never on Sunday!’ deyin. Ben sizi bir süre sonra tekrar ararım…"
"Never on Sunday", yani "Pazarları Asla", Melina’nın Jules Dassin yönetiminde çevirdiği ünlü filminin adıydı.
Söz sinemadan açılınca, Türkiye sinemasındaki ilerici, anti-faşist sinemacı dostlarımız hakkında da bilgi istemişlerdi.
Bittabi en başta Yılmaz Güney… İsrail Başkonsolosu Elrom’un öldürülmesinden sonra THKP-C militanlarını sakladığı gerekçesiyle iki yıl hapse ve sürgüne mahkûm edilmişti. Hapisteydi. Kendisi hapiste olsa bile Yılmaz Güney’in adı ve ünlü yapıtı Umut filmi yurt dışındaki direniş hareketimizin en önemli desteklerindendi.
Yılmaz’ın özgürlüğe kavuşturulması için 13 ülkeden çağrı yapan 170 sanatçı arasında Elizabeth Taylor, Alida Valli, Richard Burton, Agnes Varda, Costa-Gavras, Jean-Luc Godard, Peter Brook, Tony Richardson, Francesco Rosi, Elio Petri, Marco Ferreri gibi şöhretlerle birlikte Melina Mercouri ve Jules Dassin de yer alacaktı.
Melina, söz verdiği gibi, Türkiye seyahatinden istediğimiz birçok belgeyle birlikte İstanbul’un telefon rehberini de getirdi.
1974 yılında albaylar diktasının çökmesi üzerine Melina Mercouri de tüm siyasal sürgünler gibi Yunanistan’a dönecek, 1977’de milletvekili seçildikten sonra Papandreu hükümetinde kültür ve bilimler bakanı olacaktı. Bu görevdeyken Yunanistan’dan kaçırılmış olan Parthenon mermerlerinin geri verilmesi için İngiliz Hükümeti’ne karşı büyük mücadele verecekti. Direniş anıları ise 1988’de "Cuntayla Savaşım" adı altında yayınlanacaktı.
Melina, Yunan kültür bakanı iken de Türkiye’de ağır baskı altında olan demokrat aydın ve sanatçılarla dayanışmasını hep sürdürecek, 1980 darbesinden sonra Evren Cuntası tarafından Türk vatandaşlığından çıkartılan Yılmaz Güney’e sürgündeki sinema çalışmalarında ve cuntaya karşı mücadelesinde hep destek olacaktı.
Daha önce "komşuda pişer, bize de düşer" demiştim.
Evet darbe, daha doğrusu darbeler, Yunanistan’dan sonra Türkiye halklarının başına da indi. Hem de daha hunharca ve vahşice... Cuntalar çekildikten sonra da Özal’ın, Demirel’in, Çiller’in, Yılmaz’ın, Ecevit’in ve de 17 yıldır Tayyip’in çakma "parlamenter demokrasi" dönemlerinde dekreşondolar ve kreşendolarla sürüp gitmekte…
Albaylar cuntasının 1967’de Yunan vatandaşlığından çıkarttığı bir Melina Mercouri, faşist yönetim çöktükten sonra ülkesinin kültür bakanı oldu… Bizde ise Evren cuntasının Türk vatandaşlığından çıkarttığı bir Yılmaz Güney, bir Ahmet Kaya, doğup büyüdükleri toprakları yeniden görebilmek şöyle dursun, bugün Fransa’da Paris komüncüleriyle birlikte ünlü Père Lachaise'de yatıyor…
Tıpkı Nazım Hikmet'in Moskova'daki Novodeviç Mezarlığı'nda yattığı gibi…
Sevgili Melina, Türkiye’den sual edersen, cevabım tıpkı 47 yıl önce Paris’te bana verdiğin "Never on Sunday!" şifresi gibi Never in Turkey!
Sen ülkenin toprağında rahat uyu…