Nevi EGOsuna münhasır alaturka siyaset

Kılıçdaroğlu’nun “Bay Kemal” söylemi ana rakibini çağrıştırır ve besler. O söylem artık geride bırakılmalı. Geleneksel ve eril egemen toplumun alaturka siyaset biçemi ile kurumsal temelleri sağlam bir demokratik toplum kolay kolay olunamaz.

Önümüzdeki seçimde oyunu İstanbul’da kullanacaklar arasında İETT’nin doğru açılımını bilenlerin sayısı, kurumun 1871’de Sultan Abdülaziz zamanında kurulduğunu bilenlerden çok daha azdır. Kurum Atatürk’ün vefatından sonra İsmet İnönü döneminde (1939) “millileştirilirken” adı da “İstanbul Elektrik Tramvay ve Tünel” İşletmeleri Umum Müdürlüğü oldu. Tabii bazı dönemlerde havagazı fabrikaları (bugünkü Gazhane) troleybüs hizmetleri ve her daim otobüs hizmetleri olduysa ve metrobüs ve metro hatları hızla eklendiyse de kurumun marka adı değişmedi.

Ankara’daki EGO ise 1942’deki kuruluşundan bu yana elektrik, havagazı ve otobüs hizmetlerini veriyor. Zaten onun da değişmeyen adının açılımında hepsi başından beri oldu: Elektrik Gaz Otobüs. Ankaralıların bunu bilip bilmedikleri konusunda tahmin bile yürütmem.

Fakat belki şu hususta iddiaya girebilirim: Şimdiki gençler, hatta belki ilk kez oy kullanacakların ana babaları bile, bunların bizim gençliğimizdeki açılımlarını bilmezler. Yani şimdikilerle kıyaslanamayacak çok uzun kuyrukların olduğu, otobüslere sardalya istifi binildiği, iki yolcudan birinin kapı ağzında şoföre “oradan geçer mi, şurada durur mu?” diye sorduğu, genç kızların ve kadınların taciz edildiği halde tısını çıkaramadıkları, edenlerin çoğunun da (kim bilir belki biraz da bu sebeple!) kızlarının, eşlerinin, bacılarının evde “kapalı” tutuldukları devirde. İETT: “İneklik Etme Taksi Tut”, EGO: “Erken Gel Otur”

Elbette bu yazım İstanbul-Ankara belediyelerinin kurumsal tarihçeleri veya meşhur BB Başkanları hakkında falan değil. Geçmiş ve bugün arasında değişmiş veya zerre değişmeden kalmış hususların karşılaştırmalarını okuyucu kendisi yapar.

EGO; TÜREVLERİ; TÜRLERİ VE PROBLEMLERİ

Bu girizgahı yapış sebebim başka: Üniversitede psikoloji okuduğum o yıllarda başka bölümlerden Solcu ve Sağcı öğrencilerle toplumsal meseleler tartışılırken es kaza EGO diyecek olsam tek anlaşılan yukarıdaki olurdu. Tabii en başta da Marksistler akılları sıra dalga geçerlerdi. Daha sonra hiçbir şey artık tartışılamaz, konuşulamaz, üniversitelerde çatışmalar, boykotlar, ölümler, darbe üstüne darbeler oldu. O günkü Solcu ve Sağcı öğrenciler bugün siyasette, medyada, iş dünyasında çok “meşhur şahıslar” oldu. Ve tabii bugün de artık “ego” aşağı, “ego” yukarı, dillerden düşmez oldu. Daha da önemlisi, aradan geçen onca zaman zarfında en muazzam ahlakî erozyon dinbazlarca din, entelektüel erozyon bilimbazlarca toplum bilim ve politik ekonomik erozyon da gayet iyi bilindiği üzere muhtelif hokkabazlarca siyaset alanında oldu.

Bence daha da vahim olarak, yüzyıldır psikanaliz ve psikoloji bütün bu toplum mühendisliği yapanlarca bir yandan ürkülüp, korkulup, yok sayılıp, ötekileştirilip, arada kalıp ezildi. Bir yandan da en gizemli, mahrem, cazip ve en politik alan olduğundan manipülatif “Foucaultgilci bilgi/iktidar” düşkünlerince ele geçirilmeye çalışıldı, talan ve istismar edildi.

Tabii bence işin en zavallı olan kısmı da, belki hem insan-toplum psikolojisi konularında “uzman” olmayanın kalmamış, hem de bu hızlı vasatlaşma ve popüler kültürde vulgarizasyonunun bilfiil alanın içinden çıkma ve kıyısından köşesinden geçme “ana-akım akademik” veya “merdiven-altı meslekî” uzmanlarca yapılması. Sonuç olarak, toplumda entelektüel sermayenin yayın endüstrisi ile eşitlenmiş ve onun çarkları ile, yalap şalap çevirinin çevirisinin çevirisi ile dilden dile, kulaktan kulağa, suyunun suyu gibi aktarımlarla döndürülüyor olması.

Elbette Latince “ben” anlamındaki “ego” sözcüğü Freud’dan önce de vardı. Freud da nitekim “EGO ve ID” ( Das Ich und das Es / The Ego and the Id) diye yazdı. Fakat ikinciden ayrışarak gelişen ve bozulabilen bu en önemli psişik aparatı farklı anlamlarda kullandı. Tabii yazıda böyle ayrıntılara girmem olanaksız, gereksiz ve faydasız. Fakat anlamlı meseleler olarak gördüğüm bazı notları şimdiden düşmek, bu yazı için de işlevsel olmalı:

(1) “Ben” ve “benlik” farklı kavramlardır. Yani her EGO ve çoğunlukla “ben” değildir.

(2) Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere EGO tarihsel-simgesel anlamda gelişimsel, ilişkisel ve dinamik bir metafordur. Zaten başlıkta EGO türevleri derken kastettiğim de budur. Dolayısıyla EGO’yu genel olarak Türkçe’de “benlik” şeklinde kullanmak daha doğrudur.

(3) EGO Freud’un hem ilk “topografik”, hem de sonraki “yapısal” modellerinde ve psikanalizin gerek kendisinin revizyonlarında, gerekse sonraki tüm kuramsal evrelerinde hep en kilit roldedir.

(4) Öte yandan, EGO’yu sıklıkla yapıldığı gibi “ben” veya “benlik” bile dense “kendilik” (self) ile rastgele veya karıştırarak kullanmak önemsiz bir ayrıntı değil; çok daha büyük bir yanlıştır. Her “self” de kolay, kısa veya kulağa hoş geliyor, vs. diye “öz” şeklinde çevrilmemelidir. Çünkü ona göre (yabancısına ve önyargılısına inanması güç gelecek ölçülerde) siyasî doğurguları ve toplumsal pratikleri de çok farklı ve zararlı veya yararlı yönlerde olur.

(5) Freud’un akranı ve Amerikan pragmatizminin öncüsü olan George Herbert Mead de aynı sıralarda Harvard’da “Ben” (I) ile “kendim” (Me) kavramlarını ayrıştırmakla meşguldü.

(6) Tabii akranı demişken, başka yerlerde yazmış olduğum gibi Psikanaliz Cumhuriyet’in hem akranı, hem de ilişkileri anlamlı. Freud’un “EGO ve ID”i, EGO kavramı ve psikanalitik kuram üzerinde uzun yıllar çalıştıktan sonra ironik tesadüf olarak 23 Nisan 1923’te yayımlandı.

(7) Zaten Cumhuriyet geçtiğimiz bir asır boyunca Atatürk’ün vasiyeti olan demokrasi tacını “aramakla” meşgul iken, Avrupa ve Amerika’daki bugün “ileri demokrasi” denilen ve Yahudi-Hristiyan ahlakî-felsefe-kültürel-bilimsel-toplumsal geleneklerden gelen ülkelerde, birey-yurttaşlar ve toplumsal-kurumlar modern psikolojik bilgi ve toplumsal pratikleri ile farklı biçimlerdeki sekülerleşme, özneleşme, özerkleşme süreçlerinden geçerek geliştiler.

Türkiye’deki duruma yeri zamanı geldikçe bu açılardan geri dönülebilir.

ALATURKA EGO SİYASETİ

Biz şimdi tüm dikkatlerin çevrildiği seçim meselemize dönelim yine. Türkiye CB yarışına şu durumda dört CB adayı şahıs ile giriyor. Yoksa dört farklı “EGO tipi” mi deseydim?

Malum, başlıkta kullandığım ifadenin aslı ve yaygın kullanımı “nevi şahsına münhasır”dır.

Özellikle de Alaturka Başkanlık sistemine geçtiğimizden bu yana ve son yıllarda hızla artan biçimde “şahıs devleti”ne döndüğümüz konuşuluyor. Siyasi analizlerde makamların şahsileştirildiğinin ve toplumsal kurumların özerkleşmesi şöyle dursun, omnipotan yönetsel gücün iktidarın tekelinde, hatta iki dudağının arasında toplandığından öteye geçilemiyor.

Öte yandan, kurumsal ve toplumsal muhalefetin de hem bir yandan toplum kutuplaştırıldı diye iktidarı şikayet ettiğini, hem de sürekli olarak ona simbiyotik biçimde karşıt-bağımlı biçimde “”kişiselleştirilmiş siyaset” yaparak sarmalı sürdürdüğünü defalarca eleştirdim. Nitekim, muhalefetin vaatleri de gerek partiler, gerekse ittifaklar olarak anahatları ile “O’nun yaptığını yapmayacağız, tam tersini yapacağız” minvalinde seyretti. Örneğin sıklıkla “bizim egomuz yok, halk için siyaset yapıyoruz”, “ego ceketimizi çıkardık”, “ego tatmini değil, her şey ülke için” filan denildi.

Oysa gündelik dilde “şahsiyetsiz” veya “kişiliksiz”, “karaktersiz”, “egosuz” gibi ifadeler belirli anlamlarda kullanılsa da, gerçekte bunlarsız insan yok. Dahası şu an Türkiye’de “ego sorunları ve problemleri” yaşamayan kimse yok.

Daha geçen gün, Muharrem İnce’nin CB adaylığını koymasıyla birlikte sosyal medyada iyice alevlenen gerilimli tartışmalarda “ego şişmesi”, “yaralı egonun hıncı”, vb. ifadelere bolca rastlandı. Zaten toplumda siyaset içinde veya dışında dil inanılmaz boyutlarda çirkinleşti ve saldırganlaştı. Sonuçta kişinin “ego sorunlarını” filan bırakıp, onun peşinden sürüklediği kesimle ilgilenilmeliydi. Yani bir twitle de özetlediğim gibi, İnce’nin adaylığından önce de, sonra da.

Dün de Meral Akşener Erdoğan’a “papatya çayı” önerdiği için “bakın ne kadar da esprili yumuşattı” diye alkışlandı. Oysa biliyorsunuz, dilin de “sivri veya yuvarlak”, saldırganlığın da “aktif veya pasif”, siyasetin de “etik, estetik, epistemolojik ve ontolojik bakımlardan toplumsal pratiklerde güçlü olanı vardır.

Siyaset ilişkiseldir. Özellikle de bizimki gibi “malum ve meşru toplumsal ölçütler” bir yana, psikolojik olgunluk ve EGO gelişmişlik düzeyleri veya tipleri açısından son derece heterojen ve kırılgan bir toplumda, popülist medyanın ve siyasetin retorikleri çok daha önemlidir.

Örneğin Kılıçdaroğlu’nun izlediğim iki kampanya videosu için de sonlarına kadar “uygun ve gayet yapıcı ve olumlu” denilebilir. Fakat sondaki ve mutfaktan “kadınlarla konuşmasında” da sürdürdüğü “Bay Kemal” söylemi hem yine “bağlam-bağımlı” olduğu için ana rakibini çağrıştırır ve besler. Hem de arada başka oylar da başka yerlere kaçar. Bu görüşümü de derhal twitlemiş olduğum gibi, o söylem artık geride bırakılmalı. İstemeyerek de olsa tüm liderler retoriklerinin tahrik ediciliğini fark etmeli. O atışma dosyası kapatmalı ve bellekte bırakılmalı. İleriye, geleceğe, Bahar’a dönük mis gibi ve videolardaki gibi umut vaat eden temiz bir dosya açmalı. İçini de gerçekçi terimlerle doldurmalı.

Zaten alaturka başkanlık sisteminden de “Sözüm senettir”, “Namus sözü”, “Sözünden dönen ne olsun”, vb. kişiselleştirilen anlayışla, yani geleneksel ve eril egemen toplumun alaturka siyaset biçemi ile kurumsal temelleri sağlam bir demokratik toplum filan kolay kolay olunamaz. Çok CB yardımcılı ve ittifak parti liderlerinin Meclise girmediği tuhaf bir geçiş sistemiyle, elde GPS pusulası da olsa, parlamento da kolay kolay güçlenemez.

Zira psikoloji güvenlikçilerin, siyasetçilerin, siyasi iletişimcilerin, reklamcıların, işletmecilerin, hukukçuların ve diğerlerinin manipülatif “algı yönetimi”, vb için kullanacağı bir alan değil. Zaten psikolojide “boş yok”. O bakımdan “kaçış” da yok. Dolayısıyla da işte kaçınmaya filan hiç gerek yok. Bunların daha fazla sürdürülmesi Türkiye için artık sadece daha çok ve telafisi olanaksız kayıplar demektir. Hep birlikte yaşayacağız.


Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazdı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aydan Gülerce Arşivi