Ödipal baba ve tüketemeyen toplum

Yaşadığımız hayat, gereksinimler değil de sözde gereksinimler üretir ve bu anlamda insan sürekli aç kalır. Ulaşılan yapay bir gereksinimin giderilmesi olduğundan da doyum olmaz.

Kahveye gelen adam, ‘herkese benden çay’ diyor ve kahveci herkese çay servis yapılıyor. Bu bonkörlüğünün nedenini de ‘bizim karı hamile’ diye açıklıyor. Eşinin hamileliğinin utancını kolektifleştiriyor ve ‘bizim’ yapıyor. Erkek, eşiyle cinselliğini konuşmaya eğilimli değildir. Kadınlarla cinsellik, başka/öteki eşi olmayan kadınla olan cinsellik olarak anlatılabilir. Bu cinsellikte fallik narsistik bir anlatı vardır. Yani cinsellik üzerinden erkeklik şovu çeker. ‘Bizim karı’da daha çok bir mahcubiyet var. Zaten kolektifleştirmede biraz da arlanmayı pay etme çabası var belki de.

Eşle cinsellik mahremdir ve açık anlatılmaz. Eşin hamile olması ama cinselliği çok belirginleştirir. Yani anlatılmayan anlaşılıyor… Ve belki de mahcubiyetin kaynağı burada. Ayrıca cinselliğin yaşıtlarla daha rahat konuşulduğu ve yaşıt olmayanlarla (özellikle de yaşlılarla) konuşulmadığı bir kültür. Amca ve dayıların da olduğu kasaba kahvesinde ‘benim karım hamile’ sevincini göstermek zor. ‘Karım hamile’ sevinci ikirciklidir erkekte. Bir yandan abartısız ve mahcup sevinç, diğer yandan erkekliğin erkekliğinin nihayet tam onayının sağlanması. Tam erkek olmanın aşamaları var. Erkek doğmak, yani penisin olması, bir erkek ismi almak, yani erkek kimliği. Sünnet olmak, askere gitme ehliyeti/yeterliliği, iş sahibi olmak, yani erkeklik rolü ve vazifesi üstlenmek, çocuk sahibi olmak, yani dölleyicilik. Böylece erkeliğin bütünlenmesi ve tam erkek olmanın sonsuz sevinci.

Sevinç çünkü erkeğin tam erkek olması, çocuk doğurtabilme yeteneğiyle de orantılıdır. Eşin hamileliği, erkekliği yarım olmaktan çıkaran fallik narsistik durum yani. Psikanalizdeki ödipus kuramı, babanın hamilelikten korktuğu, doğacak çocuğun kendisine düşman olacağını da söyler. Ödipus’un babası Laios, eşi İokaste’nin hamile olamaması için uğraşıyor. Türk erkeğinin eşinin hamileliğine sevincinin aslında hamilelikten korkuyu perdelemeye, korkunun üzerini örten bir sevinç olduğunu sanıyorum (Laios korkusu=erkeğin eşinin hamile olmasından korkması).

Her hamilelik ne kadar istense de ömür boyu bir sorumluluk, bağlanma anlamına da geldiğinden tedirginlik de yaratmakta. Kasaba kahvesindeki sevinçle bu tedirginlik görmezden gelinir. Hamile bırakabilen ve korkudan korkamayan kahramandır erkek. Zaten erkeğin kendini kahramanlaştırma eğilimi bu süreçte de gözlemlenebilir. Kadından rol çalar mesela. Doğumevi kapısında beklemeyi ‘kadın bir bekleyen dokuz doğurur’ anlatısına sarılır mesela.

YAŞAYAMADIĞIMIZ ÇOCUKLUĞUMUZU ÇOCUĞUMUZA YAŞATMAK İSTEĞİ

Çoğumuz mükemmel anne/baba olma derdindeyiz… Bu hedef, üzerinden atlamaya çalıştığımız çıta aslında kendimize kurduğumuz tuzak. Anneli/babalık ideali olmayan bir uğraşı. Winnicott yazmıştı: İyi annelik imkansızdır. Yeterli anne olmak çocuğun sağlıklı gelişmesi için yeterlidir. İyi anne olma isteği tuzak çünkü başarılması mümkün olmadığından anne sürekli suçluluk ve yetersizlik duygusu yaşayabilecektir. Çocuk da anneyle özdeşleşirken yetersiz ve kendisini suçlayan anneyi içselleştireceğinden yetersizliği ve suçluluk duygusunu bilinçötesine kaydedecektir.

Ayrıca annelik yok günümüzde annelikler var. Bir annelik konseptinin ‘doğrusu’ diğer konsepte göre saçma ve ‘zararlı’. Bu durum annede güvensizlik ve anneliğine kuşkuyla bakmaya itecektir. Anne kendisini annelik konusunda yetersiz ve hatalı bulduğunda bu hatayı gidermeyi de deneyecektir ve bunun en kestirme yolu da ‘çocuğu üzmemek’. Bu, çok sıkıntılı bir durum yaratabilir. Çocuğu üzmemek çocuğu şımartmak ve çocuğun her isteğini yerine getirmek biçiminde olabilir… Çocuk korktuğu için ağlıyor. Annenin telaşla çocuğun yanına gitmesini çocuk korkusunun haklılığı gibi anlayabilecektir: "Korkmakta ve ağlamakta haklıyım." Bu korku kanıtlanmış ve haklı bir korku olarak çocukta kalacaktır. Çocukların her isteklerinde yanlarında biten anne çocuğun anneden bağımsızlaşmasını da tehir edebilecektir.

Yetişkin birisiniz ve annenizden/babanızdan bir ricada bulunuyorsunuz. Yapılabilir bir şey. Mesela az bir parayı borç istiyorsunuz. Anne/baba reddediyor. Tepkimiz ne olur? Hayır’ın, reddedilmenin acıtıcı bir yanı var. İşte çocukların bir istediğini yerine getirmediğimizde haklı olarak çocuk da buna tepki gösterecektir. Düş kırıklığı… Belki de öfke. Anne babanın kendisine çok kızacağını düşünen çocuklar tepkilerini içlerine atarlar. İçe atılan öfkeler orada yok olmazlar depolanırlar. İçeride tutulan öfke ya öfke patlamasına döner ya da o kişinin kendisine zarar vermesine yol açabilir. Ya da çocuk düş kırıklıklarına biçim verir, dışa vurur ve ağlar. Çocuğu teselli edebiliriz. Normal tepkimiz budur. Ağlayan çocuğu teselli etmek. Kırılmakta haklıdır.

Tıpkı bizim kırıldığımız gibi çocuk da isteği olamadığı için anne/babaya kırılır. Onu teselli etmek, ona düş kırıklığına verdiği tepkide haklı olduğunu anlatmak gerek. Böylece çocuk tepkilerinden daha emin olmayı öğrenecektir. Bu ama çocuğu teselli ederken de hayır’da direnmek gerek. Onun tepkisini haklı bulmak benim haksızlığım ve o nedenle geri adım atıp hatamı düzeltmem gerektiği anlamına gelmez.

Ayrıntılandırmak, olayı büyüteçle gözlemeyi öğretmek, öğrenirken aynı zamanda da duyguların farkına varmak. Annenin/babanın görevi değil midir çocuğu korumak, teselli etmek? Çocuk haklı… Anne/baba da haklı. Bir tarafın haklı olması diğer tarafı otomatik haksız yapmaz. Birbirine zıt durumlarda bile iki taraf kendi açsından çok haklı olabilir. İşte bu zıtlığa tahammül etmek ve çocuğun da bu durumla baş etmesini sağlamak. Ambivalans toleransı (ikirciklik hoşgörüsü): Olgunlaşmak böyle bir şey…

‘Bizim durumumuz iyi değildi. Benim hiç oyuncağım olmadı’. Kahrolası yoksulluk. Sıkça duyarız böyle cümleler. İşte bu yoksulluk ve yaşanamayan çocukluk da bazen durumumuz iyi olunca olumsuzluk olarak karşımıza çıkabiliyor. Çocuklarımızda kendi çocukluğumuzu onarmaya çalışıyoruz. Oyuncağımız olmadığı için çocuğumuzun olması gerektiğinden fazla oyuncağı olabiliyor. Çocuk hem kendisi olup kendi çocukluğunu yaşayacak ve aynı zamanda anne ve babanın çocukluklarını da onaracak bir biçimde yaşayacak. Bir çocukluğa sığdırılamayacak kadar çok çocukluk… Yani çocuk kendi çocukluğu süresince başka çocuklukları da yaşayacak. Bu tür yaşanan çocukluklarda çocuk ilişkilenmeyi, oynamayı, oyunları ve oyuncakları tüketmeyi ıskalayabiliyor.

TÜKETİM DEĞİL ASLINDA TÜKETEMEYEN, İSTİFÇİ BİR TOPLUMUZ

Merak ettiğimiz bir ülkede gezideyiz. Programda onlarca yer var. Yıllarca görmek istediğimiz yerleri görmek yerine yüzümüzü kameraya, sırtımızı da görmek istediğimiz yere dönerek onlarca fotoğraf çektiriyoruz. Görmenin yerini fotoğraf, poz vermeler alıyor. Görmüyoruz, yaşamıyoruz, istifliyoruz. Bu mekânla ilgili anılarımız yok ama çokça fotoğrafımız var. Nostalji ve yücelten bir yerden bakmıyorum geçmişe, sadece belirleme olarak yazıyorum bunları. Bakarak, uğrayarak, fotoğraflayarak sahiplenmek/adeta işgal etmek, yeni bir kolonileştirme yöntemi. Gezi değil de safari dolaştığım yerler. Bir kolonyalist gibi mekânları kendime katıyorum. Yani dünya, talan ettiğim yer. Kullandığım, bakıp geçtiğim ve bolca fotoğraf çektiğim ama tüketmediğim yer. Açlığı olan vahşi bir hayvanın avını yemesi gibi değil de av hayvanlarının tümünü katletmesi ama hiçbirini yiyememesi gibi bir şey…

Yoksul köylülerin/kasabalıların/gecekonduluların hikâyesiydi. Kullandıkları objelerle duygusal ilişki kurmak. Bu insanların genelde gecelikleri ve gündüzlükleri aynıydı. Yazlıkları ve kışlıkları da. Giydikleri gömlekle uzun bir ilişkileri vardı ve bu gömlekle hikayeleri. Eskidiğinde yamalanırdı. Bu gömlekle çekilen gençlik fotoğrafları, bu gömlekle sakallı, traşlı halleri vardı. Eskidiğinde bu gömleği çöpe atmak adeta bir ayrılıktı. Gömlek kullanılan ve tüketilendi.

Avrupa ülkelerinde artık nesneler tüketilemiyor. Tüketim toplumu denilse de tüketilemeyen/tüketemeyen bir toplum. İstifçi (Messie-Syndrom) bir toplum. Günümüzde insanın eskitemeyeceği çok eşyası var ve bu eşyaların çoğuyla ilişki kurmaya zamanı ve psikolojik kapasitesi yok. Yani tüketiciden çok istifçiyiz. Asıl sorun tüketememekte. Burada istisna ise prestij objeleri, marka eşyalar. Burada ilişki eşyayla değil de eşya üzerinden başkasıyla ilişkiyi regüle etmekte. Son yıllarda yazdıkları Türkçeye de çevrilen Byung-Chul Han bir kitabında internette ünlü olan influencer’lerin ürün reklamı yaparak insanları ‘ölesiye tüketime’ teşvik ettiklerini yazar. [1]

Sanıyorum ‘tüketim’/’tüketim toplumu’ tanımlamalarındaki yanılgı burada da var. Satın almak ve tüketmek aynı şeyler değil. İnsanlar ölesiye satın alıyorlar ama tüketemeden ölüyorlar galiba. Kozmetik ürünlerini yüzlerce ‘fenomen’ pazarlıyor. Satın alınan ürün tüketilemeyecek kadar çok yani. Satın almak için insanlar birbirleriyle adeta yarışıyorlar. Buradaki rekabet yatay. Yani insanlar kendi statülerindeki ya da kendileriyle benzer toplumsal pozisyonlardaki ötekilerle rekabet ediyorlar. Yani çocuklukta yaşanan ve halledilemeyen kardeşlik kıskançlığının yeniden alevlenmesi gibi…

Heveslenilerek alınan eşyalar. Yıllardır okunmak için bekleyen kitaplar. Bu kadar yıl okunmamışsa okunmaya değer değildirler ya da okunma önceliği yoktur. Ama çöpe atılamazlar. ‘Belki bir gün işimize yarar’dan kurtulamamak. İndirimli satış kampanyaları. Uyanık ve akıllı olma konseptlerini de içeriyor. Kapitalizmi sürekli aldatabilecek uyanıklıkta olmak… Kapitalizmden kâr etme, kâr avcılığı… Alınan ve tüketilemeyen objeleri biriktiriyoruz çünkü verdiğimiz paranın boşuna gitmesi, tüketememe burukluğu. Bilim insanları son yıllarda insanlığın ürettiği çöpün ciddi bir sorun olduğunu yazıyorlar. Tüketilemeyen obje dağları oluşuyor adeta. Bazı objelerden ayrılamıyoruz, çünkü tüketemediğimiz için çöpe atmak, sembolik olarak radikal kurtulmak zor geliyor.

Tüketememeye rağmen alışveriş yapmak. Alışveriş anlık ve geçici bir sevinç yaratıyor. Alışveriş bir etkinlik, adeta bir event, bir eğlence, bir mutlu olma biçimi. Önemli bir şeyi kaçırmama telaşı. Byung-Chul Han başka bir kitabında teşhir etme obsesyonundan söz eder(=Ausstellunggszwang).[2] Bir eşyayı alıp sergiledikten/kullandıktan sonra çekiciliği yitiyor. Kullandığımız an etkisini yitiriyor. Yani tüketmeye imkân olmuyor. Yeni bir obje ilgi odağı olabiliyor. Sürekli aç ama doymayan insan tipolojisi. Kullanıldığı anda insanla obje arasına mesafe giriyor, arzulanmaktan çıkıyor. Sevgilisiyle öpüşen birinin aynı anda başka birine bakması, arzulaması gibi bir şey. Böylece insan tüketim değil de alışveriş bağımlısı olabiliyor. Bağımlılık, birine/bir şeylere muhtaç olmak agresyon yaratıyor. İşte bu agresyon rekabette, sahip olma yarışında gözlenebiliyor. Ayrıca bu durumun utandıran yanı da var. Ama utanma duygusu deforme edilerek, tersine çevrilerek gururlanma/hava atma biçimine dönüşebiliyor.

BAĞLANMA KORKUSU MU, YOKSA BAĞLANMAYI BİLMEMEK Mİ?

Çocukluğundan başlayarak çeşitli ayrılıklar yaşıyor günümüz insanları. Çocuk, kaçınılmaz olarak hayatına giren insanlara (kreş öğretmenleri, bakıcılar, öğretmenler) duygusal bağ da kuruyor ve bu insanlar birden bir daha geri dönememek üzere bu insanların hayatından çıkarak gidiyorlar. Bu gidenlerin, yani sembolik ölümlerin acısının yaşanmasına ve yasının tutulmasına zaman ve duygusal mekânlar da yok. Böyle sosyalleşen insanların bir yandan duygusal bağlanma özlemleri artarken, aynı zamanda bağlanma korkuları da büyüyor. Winnicott, ayrılıklarda (mesela anne bir yere gittiğinde) bebekte stabil olmayan iç annenin (temsilcisinin) de kaybolduğunu/var olamadığını ve böylece iç dünyada kocaman bir boşluğun olduğunu ve bu boşluğu bebeğin facia gibi yaşadığını yazar.[3]

İçerideki boşluk, psikolojik strüktürlerin oluşmasına engeldir, içteki iç anne/bakıcıyı da birlikte götürür. Yani giden bakıcılarda bebekten bir şeyler de birlikte gider. Çocuklukta yaşanılanlar, derin ilişkilenme, bağlanma geleneği ve sürekliliği oluşturmuyor. İnsan ilişkilerini üçe ayırıyorum: Tanıdıklar, arkadaşlar ve dostlar. Sevgili ilişkisi dost ve arkadaş olma ilişkisi de. Dost olabilmek için ama ilişkide sürekliliğin olması ve bu süreklilikte derin bir güvenin de oluşması gerek. İlişkilerdeki kopmalar ve sıkça bitişler işte bu sürekliliğe ve dostluk kültürünün ve geleneğinin oluşmasına izin vermiyor. Bağlanma korkusu olarak tanımlanan hikâyenin arkasında aslında bağlanmayı bilmeme, bağlanma acemiliği ve bağlanma geleneğinin olmaması da var. Bilmemek de ayrıca insana ürkütücü geliyor. Az bağlanırsam ayrılık da az acı verir.

Göçebeler, yerlilerle yüzeysel ilişkilenirler. Yerli birine bağlanmak, göçebeliği sonlandırır. Bağlanmak göçebeliğe tehdittir. Göçebelerin de bağlanmak gibi bir gereksinimi var ve göçebe kültüründe de bu gereksinim giderilir, çünkü göçebeler kendi aralarında sıkı bağlarla bağlanırlar ve göçebe kültüründe adeta bu bağlardan kurtulmak (otonomi) ihanet gibi algılanır. Göçebeler kendi aralarında adeta birbirlerine kenetliyken, yerleşik kültürdeki insanlarla yüzeysel hafif bağlar kurarlar. Günümüzde göçebe kültürüne benzer yüzeysel/yapay bağlanma kültürü var. Sosyal medya yüzlerce ‘arkadaş’a imkân sunuyor. İlişki görmek, tanımak, ilgilenmekle değil de parmağımızla dokunarak başlıyor. Bu kadar kolay kurulan ilişki de bir parmak dokunuşuyla bitiyor. Engellemeler sembolik olarak öldürmek, yok saymak demek. Bu yazdıklarımla ‘durum kötü’den çok yaşadığımız durum çok farklı ve bizim duygusal donanımımız bu durumla baş etmeye henüz yetmiyor galiba. Her şey çok hızlı. İlişkinin, kültürün oluşmasına ve derinleşmesine olanak vermiyor…

Mesela bir evde otururken canınız helva istiyor. Oral bir arzu. Bu arzunun giderilmesi bir süreç. Evde malzemeleri kontrol etmek, malzeme için alışverişe gitmek, eve dönmek, helvayı pişirmek ve servis etmek. İşte bu süreç arzunun oluşmasıyla giderilmesi arasında bir zamansal mesafeyi şart koşuyor. Arzunun doyurulması kaçınılmaz olarak tehir ediliyor. Arzunun doyumu adeta projeleniyor ve bu süreçte arzu ve arzu etrafında oluşan duygular da algılanıyor/yaşanıyor. Mesela düş kırıklığı, arzudan vazgeçme. Arzu var ama bunu giderecek koşullar yok (malzeme, para gibi). Üzüntü, arzuyu gidermenin başka yöntemlerini arama, yaratıcılık gibi. Günümüzde bu süre çok kısaldı. Telefonla yemek ısmarlanabiliyor ve kısa zaman sonra da yemek yenilebiliyor. Sürece dair duygulanmalar ortadan kalkıyor. İşte bu durum her arzuyu sansasyona çeviriyor.[4] Sosyal medyada paylaşılan yemek fotoğrafları adeta bu sansasyonun belgesi gibi.

Burada başka bir sorun var (ya da başka bir gelişme). İnsanın arzularını dış güçler, kişinin dışındakiler, dışarıdakiler belirliyor. Mesela arkadaşlarla izinde uyumaya hazırlanırken izlediğimiz filmde bir yemek sahnesi var. Filmdekiler keyifli bir biçimde yemek yiyorlar. Burada Psikanalist Michael Ermann’ın sözünü ettiği medyal/medyatik özdeşleşmeye benzer bir durum var.[5] Medyatik uyarılma. Biz uyumaya hazırlanıyoruz. Gereksinimiz uyku. Bu sahne ama bizde başka bir arzuyu uyarıyor. Yemek. Uyumak yerine kalkıp yemek yapıyoruz. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün.

Cinselliğin hayatımızda olması gerektiğinden fazla yer tutması biraz da cinsel uyarılmaların yoğunluğuyla da ilgili. Kendimizden yola çıkarak değil dış uyarıyla oluşan arzular. Burada arzumuzla yaşadığımız arasında bir duygusal mesafe var. Dış uyarmayla oluşan arzu. Bazen de bu tür uyarılar bastırdığımız arzuların ortaya çıkmasını sağlayabilir. Her gün onlarca uyarı ve uyarıdan kaynaklı arzular ve bu gereksinimleri giderme çabasındayız. Kendimize yabancılaşma oluyor.

Arzuları doyurmanın orgastik hazzından çok teşhir ederek başkalarında haset uyararak yaptığımız şeyin çok değerli olduğu duygusu yaşamaya çalışıyoruz. Haset bir eksikliğe, bir yetersizliğe işaret eder. Birinde olan bende yoktur ve bu olmayanı edinme arzusu hasedin kaynağı. Birilerinin bana hasedi benin yaptığımı, yediğimi, yaşadığımı değerli kılıyor. Yaptığım eylemin ‘doğruluğunu’ bana kanıtlıyor ve ben böylece bakasının onayıyla kendimi iyi hissedebiliyorum. Sosyal medyada ‘beni beğenin, bana imrenin, beni takdir edin’ dilenciliklerimiz biraz da bununla ilgili.

YURTTAN SESLER KOROSU

Nazizm ve faşizmin başarısının radyo ve radyo üzerinden yapılan propaganda olduğunu yazan düşünürler var. O zamanlar insanların hayatında radyo vardı… Ve radyo çok kıymetli bir aletti. Radyo güç demekti. Radyo sahibine güç katıyordu. Bu kıymetli alete dokunmak sadece otorite/gücün sahibine verilen bir haktı. Ajans ritüeli vardı. Yurttan sesler… ‘Arkası yarın’lı programlar. Nostalji ya da geçmişi romantize etmek değil de anımsatma amaçlı yazıyorum bunları. Bu kıymetli alet süslenir, baş köşeye, herkesin ulaşamayacağı bir yere yerleştirilirdi.

Sonra televizyonlar. Sadece önemli ve güç sahibi olanların açabilme hakkı olduğu o kıymetli aletler. Evin geliniydi sanki. Üzeri dantelle örtülen. Önce üzerindeki örtünün yani duvağı açılan ve ritüele dönüşen televizyonlar. Bir aletin bulunması, halka gelmesi, yaygınlaşması zaman alıyordu. Değişim ve kullanımın yaygınlaşmasındaki yavaşlık o alete ait kültürü de oluşturacak zamanı sunuyordu. Şimdi kullandığım aletlerin işlevlerini öğrenmeden yenisi geliyor. Sürekli yeni. Bu hız ve yeniler çoğumuzun ustalaşmasına izin vermiyor. Çoğumuz sürekli öğrenci, sürekli acemi. Bir şeye alışıp kullanmaya başladığımızda eskiyor o alet. Kısacası objelerle ilişkilenmek bu objelerin kültürünün oluşması imkansızlaşıyor.

BEBEKÇE EVRENSEL ORTAK DİL

Kreşte başlayan ‘sürekli yeni’ objelerle de sürüyor. Bağlanmak, sahiplenmek, kendine eklemlemek zorlaştığı dönemler. Her şey değişirken insanı çocuklaştıran (regresyon) bir kültür. Burada uzun uzun anlatmayacağım. Psikanalizde ‘geçiş objesi’ (Winnicott’un çok önemli bir konsepti. Ama burada sadece değinip geçeceğim) olarak bilinen bir olgu var. Çocuklar kendilerine bir oyuncak seçerek bu oyuncağı obje (anne) yerine koyarlar. Her yerde elimizden bırakamadığımız telefonlar. Telefon sadece iteletişim aracı değil aynı zamanda insanı sürekli ve her yerde denetleme aracı. Telefon teslimiyet aleti. [6] Telefonunu adeta eşi gibi gören (tuvalete, yatağa, en mahrem alanlarına bile telefonuyla giden) ve ilişkisini adeta erotize eden kişi aynı zamanda telefonunu fetiş bir alet de yapıyor.

Kişi yaşadığı bu durumu ‘özgürlük’ sanıyor da. Elinde telefonuyla meşgul ya da kulaklıklarıyla müzik dinlediğini gösteren birinin bize verdiği mesaj ‘beni rahat bırak’tır da. Bu tür görüntülerle çevresine kişi duvar örer ve mesafe koyar. Ötekine konulan mesafeye karşın kişinin telefonla ilişki daha da samimi olur. Bu kadar mesafeye kişi neden gereksinim duyar? Bu mesafe ilişkilenmekten kaçınmak için de kullanılır. Her ne kadar bu kişiler ‘beni rahat bırak’ mesajı verseler ve kendileriyle baş başa kalmak istediklerini gösterseler de çoğu kez bu insanlar kendilerinden kaçıyorlar bu tutumla.

Geçiş objesi olarak kullandıkları müzik, telefon kendileriyle aralarına koydukları engel de aynı zamanda. Telefonla baş başa olmak yetişkinlik olabileceği gibi aynı zamanda insanı çocuklaştırır da. Zaten telefonlardaki emoji olarak bildiğimiz semboller sistemi ‘bebekçe’ dilini kullanır. Bebekçe evrensel bir dildir. Davranış bilimciler canlıların yavrularının (özellikle memeli hayvanların) bebeklerinin gözlerinin büyük olduğunu ve bu büyük gözlerin agresyon azaltan bir etkisinin olduğuna dikkat çekerler. Vahşi hayvanların yavru avlarına saldıramadıkları sıkça gözlemlenir. Kocaman gözler ve agresyon azaltan etkisi. Bebekçe dilinin bir özelliği.

Bebekler sese ve ışığa tepki verirler, dikkatlerini çeker. Oyuncak endüstrisi işte bebekçenin bu özelliğini kullanır ve bebek oyuncakları renkli ışıkları olan ve ses veren oyuncaklardır. Bebek oyuncaklarında yüzdeki bazı organlar abartılı (mesela gözler büyüktür) vurgulanırken bazı organlar ya gösterilmez ya da çok hafif çizilir (ağız bir çizgidir. Ağız ve göz çizgilerinin durumuyla da psikolojik durum ifade ediliyor). Burun, ağız bir çizgidir mesela. Eğer kirpikler belirginse başka organlar mesela çene sadece bir çizgidir.

Şunu anlatmaya çalışıyorum: Emojiler. Bebekçenin evrenselleştirilmesi ve bebekçe üzerinden çok insanla sınırlı iletişim imkânı sunuyor. Bir Japon’la Kanadalı aynı filme/fotoğrafa bakıp bu emojilerle bebek diliyle iletişim de kurabiliyorlar. Ortak dili konuşamayan iki farklı ulustan insana emojilerle/bebekçe dili (sembolleri) sınırlı bir ilişki olanağı sunuyor. Konuştuğumuz dilden vazgeçerek bebekçe üzerinden iletişim. Bebekçe çok soyut ve derin iletişime izin vermiyor ama yüzeysel bir iletişim mümkün. Kısacası yetişkinleştikçe çok insanla iletişim kurmak için çocuklaşıyoruz da. Sosyal medyanın bu kadar revaçta olmasının bir nedeni de dilinin basitleşmesi ve bu basitleşmenin katılımcı/(bebekçe) konuşan sayısını çoğaltması. Telefonu olan herkes haberci/gazetecei, tik tok’ta herkes programcı.

İletişimde performatif bilgilendirme (performative Äusserungen [7]) olarak adlandırılan bir mesele var. Yapay, yalancı iletişim. ‘Merhaba’ diyen kendisine verilecek cevabı da biliyor: Merhaba. ‘Nasılsınız’ sorusu gerçekten karşıdakinin nasıl olduğunu merak etmekle ilgili değil… Sosyal medya iletişimleri de böyle. Merhaba denilsin diye birine merhaba demek. Birlerini beni beğensin diye beğenmek. İşte bu tür iletişim bile bebekçeleşiyor. Merhaba mrb selam slm olabiliyor. Dil şifreleniyor. Bazı emojileri anlamak da zor… Bebeklerde ‘lallen’ (la la la ya da le la la le gibi anlamı olmayan ama anlamı varmış gibi de algılanan sesler) denilen, hiçbir anlamı olmayan ve bebeğin konuşmayı denerken ürettiği sesler ve bu seslerden üretilen yeni sözcükler. Sosyal medya kendi dilini de oluşturuyor. Yani lallen yapıyoruz… Yeni bir dil adeta.

Laf uzadı... Psikanalist Massimo Recalcati, günümüzde insanların iki yalana inanmaya meyilli olduklarını yazar.[8] Narsistik yalan: Kişinin bağımsız, özgür, otonom olduğu. İkinci yalan ise, insanın çaba göstererek iyiye, mutluluğa, huzura kavuşabileceği. Bu durum ama kişideki eksiğe, olmayana da işaret eder. İyi ve güzel, henüz ulaşmadığınızdadır. İşte bu anlatı, insanı sürekli yeniyi aramaya yöneltir ve aynı zamanda kişi mutsuzluk ve huzursuzluğundan da kendisini sorumlu tutar. Yaşadığımız hayat, gereksinimler değil de sözde gereksinimler üretir ve bu anlamda insan sürekli aç kalır. Ulaşılan yapay bir gereksinimin giderilmesi olduğundan da doyum olmaz. Beslenmenin ve diyetin sürekli gündemde olması… Sürekli karnımızı doyurma telaşımız ve sistemin ürettiği yoksulluk…


Şahap Eraslan kimdir?

1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berlin'de çalışıyor.

KAYNAKÇA

[1] Infokratie, 2012, 2. Basım, Mattes&Seitz Verlag, s. 16.

[2] Transparenzgesellschaft, 2017, 5. Basım, Mattes&Seitz Verlag, s.22.

[3] Von der Heilkunde zur Psychoanalyse, 2020, 2. Basım, Psychosozial Verlag, s. 48.

[4] Martin Dornes, Die Modernisierung der Seele=Ruhun modernleşmesi, 2012, Fischer Verlag, s. 103.

[5] Über mediale İdentifizierung, 2003, Forum der Psychoanalyse, Sayı 2/3.

[6] Byung-Chul Han, age. S, 12.

[7] Robert Pfaller, Erwachsenensprache= Yetişkin dili, 2017, Fischer Verlag, s. 70.

[8] Lob der Vergebung=bağışlamaya övgü, 2015, Klett-Cotta Verlag, s. 25.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi