Erol Köroğlu
Ötekini dinleyen biz
Geçen hafta yazımı şöyle bitirmiştim:
"Konuşmalıyız, tartışmalıyız, birliğin yollarını aramalıyız. Birlikte ses vermeliyiz. Aklımızı uykudan uyandırmalıyız. Dili kurmalı, dertlerimize sahip çıkmalıyız. O zaman farklı bir gelecek hayal edebilir ve bunu kurarız.
Toplumun olmadığı yerde, tebaa ya da mücrim kılındığımızda, artık biz olmayacağız.
O zaman, toplum yaşamalı.
Onu yaşatmalıyız.
Nereden başlayalım?"
Bu elbette tek kanaldan ve bir örnek biçimde yapabileceğimiz bir şey değil. "Şuradan başlayalım" deme imkânı bulacak olsak, yine de eşgüdüm içeren bir eylem oluşturamayız. Zebellah devletin "ya tebaa olacaksın ya da mücrim" dayatmasına karşı çıkarak o dar çerçeveyi kıran ve bundan farklı ve yeni bir çerçeveyle toplumu var etmek, bunun için bir "ilerici siyaset" üretmek isteyenler bir çokluk. Bu bir eksiklik, bir sorun da değil. İşin doğası bu. "Biz" çok, çoğul, çokluk. Bu çokluğun oluşturacağı birlik müşterekler, ortaklıklar üzerinden olacak. Farklarımızı ve kendine özgülüklerimizi baskılamayan, silmeyen, ötekileştirmeyen bir birliğe ihtiyaç var.
Acaba bu imkânsız mı? Bir tutarsızlık, saçma sapan bir hayal mi? Öncelikle bunu sorgulamalıyız. Bir "biz anlatımız" olmalı ve bu anlatının dayanacağı bir "biz anlayışı."
Bu konuda, daha önce Yaşar Kemal’in "Bir Ada Hikâyesi" roman dörtlüsünü incelerken kullandığım İsrailli anlatı kuramcısı Uri Margolin’den destek alma niyetindeyim.
Margolin, "Çoğul Söyleyiş: Dilbilgisinden İdeolojiye" ("Telling in the Plural: from Grammer to Ideology", Poetics Today 21:3, Fall 2000) başlıklı makalesinde bu konuyu ele alır. Kolektif anlatı özneleri ve kolektif anlatıları tanımlar, betimler ve bunlarla ilgili çeşitli tipolojiler sunar. Margolin’e göre, anlatıda başkahraman rolü bir kolektif özneye aitse, bir kolektif anlatıyla karşı karşıyayız demektir. Fakat her topluluk kolektif özne haline gelemez.
Mesela, Orhan Kemal’in ünlü Bereketli Topraklar Üzerinde romanının 14. bölümü tamamıyla Doğu ve Güneydoğu’dan çoluk çocuk Adana’ya çalışmaya gelen mevsimlik işçilerin bir iş bulana kadar hep birlikte yaşadıkları üzerinedir ama anlatıcı bu topluluk değil, bunlara dışarıdan bakan bireysel bir anlatıcıdır. Kolektif anlatının ortaya çıkabilmesi için, kolektif anlatıcının, ortak grup niyetlerine sahip olan ve bunları hep birlikte gerçekleştirmeye çalışan bir çoğul özne ya da ortak bir kimlik duygusuna sahip bir "biz-grubu" olması gerekir.
Bu tür bir anlatı baştan sona "yaptık-ettik" ile ilerlemek zorunda değildir. Anlatının içinde illaki bireyler de olacaktır. Ancak bu bireyler de topluluğun üyesi ya da grupta belirli rolleri üstlenen toplumsal özneler olarak anlamlı hale gelecektir. Bu doğrultuda anlatı, "bir-bütün-olarak-grup" ve "grup-üyeleri-olarak-bireyler" kutupları arasında gidip gelerek ilerler.
Margolin, bir biz anlatısıyla karşılaştığımızı nasıl anlayabileceğimizi de tartışır. Bunun en önemli göstergesi, anlatıdaki kahramanlara yönelik perspektif olacaktır. Bir biz anlatısında kahramanların eylemleri, özerk ve benzersiz bireylere ait olarak değil, belirli bir grup üyelerinin toplumsal rolleri olarak anlam kazanır.
Bu noktada bir örnek vermek gerekirse, Yaşar Kemal’in "Bir Ada Hikâyesi Dörtlüsü"nde, 1924 ve 1925 civarında, Kurtuluş Savaşı ve Türk-Yunan nüfus mübadelesinin hemen ardından Kuzey Ege’de kurmaca bir Karınca Adası’nda bir araya gelen mübadil ve göçmenlerden söz edebiliriz. "Bir Ada Hikâyesi," hepsi son on yıldaki savaşların getirdiği çeşitli felaketlerin ardından bu adada bir araya gelen farklı bireylerin belirli bir kolektiviteye mecbur oluşlarını anlamaları ve bu anlayışın üzerinden eylemde bulunmalarının anlatısıdır.
Fakat bu eylem bir örnek bir eylem olmayacaktır da. Çünkü grubu oluşturan her bireyin zihinsel etkinliği farklı farklıdır; farklı düşünür, farklı duygulanır ve farklı algılarlar. Bu doğrultuda Margolin, bir kolektif anlatıda gruptaki bireylerin ortak bir durum ya da olaya eşgüdümle değil, farklı bireylerin eşeylemiyle (coaction) yaklaşacaklarını söyler.
Eşgüdüm, ancak bireylere ait zihinsel etkinlikler dil düzlemine aktarıldığında, konuşma-tartışma süreci sonunda oluşabilir. Nitekim "Bir Ada Hikâyesi"nin geçmişe ait bireysel öyküler ve şimdiye ait nesne ve eylem betimlemeleri dışında, önemli bir bölümü bu sürecin anlatımıyla geçer. Ortaya bir durum çıkar, topluluğun bireyleri bunu bireysel olarak algılar, bu algılamalar dile getirilir, dile getirilen görüşler çarpışır, ayrışır, birleşir ve eşgüdümlü eyleme yol açar.
Margolin, kolektif anlatının ne türden kolektif anlatıcılarla gerçekleştiğini de tartışır ve beş ayrı gruptan söz eder:
- Birinci grup, belirli bir özelliğe sahip ya da belirli bir koşulu yerine getiren bireylerden oluşur. Örneğin bir üniversitedeki fotoğrafçılık kulübü üyeleri, fotoğrafa duydukları ilgi açısından bir araya gelirler ve bunun dışında da pek bir ortak yönleri yoktur.
- İkinci grup, kısa bir süreliğine bir araya gelerek eylemde bulunan birbirlerinden tamamıyla ayrı bireylerin oluşturduğu genellikle rastgele bir oluşumdur. Bir yağmalama olayı bu grubun bir örneğidir.
- Üçüncü grupla kolektif anlatı ortaya çıkmaya başlar. Bunlar, ortak eylemler sergileme yeteneği olan gruplardır. Yaşar kemal’in roman dörtlüsünün ikinci romanı olan Karıncanın Su İçtiği’ndeki Baytar Cemil’in Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Rusya’daki esaretten memleketi Van’a dönerken yolda karşılaştığı, savaşta yok olmuş çeşitli etnik kökenli ailelerden geriye kalan, terk edilmiş çocuk sürüleri bu grubun ideal örneğidir. Aileleri ölen ya da katledilen çocukların varkalmak üzere oluşturdukları bu grup bireylerden oluşur ve aslında belirli bir hiyerarşiye de sahip olsa gerektir. Ancak bu grupta bireylerin var olduğunu bildiğimiz halde, kolektif anlatıda bireysel sesleri ayrıştıramayız.
- Cemaat dediğimiz grup. Buradaki herkes ortak ve toplu bir kimliği paylaşır. Grup üyeleri arasında dayanışma ve aidiyet güçlüdür. Kendilerini diğer cemaatlerden ayırırlar. Grup kimliğinin önemli dayanakları ortak geçmiş duygusu ve paylaşılan ritüellerdir. Pek çok etnik ya da dinsel cemaat bu alana örnek olabilir. Ancak "Bir Ada Hikâyesi"ndeki Karınca Adalılar cemaati, var olan geleneksel cemaatlerin parçalanmasının ardından, grubu oluşturacak bireylerin çabasıyla nasıl yeni bir cemaat ve buna uygun bir kolektif anlatı üretildiğini örnekler.
- Son grup, bireyselliği yok eden ya da soyut kılan en aşırı uçtur. Burada grup artık "bir kuruluş, bir örgüt; yükümlülükler ve yönetmeliklerin, konumlar ve rollerin, kontrol ve sınırlamanın sistemidir." Buradaki bireylerden birini alıp yerine bir başkasını koyabilirsiniz; hiçbir birey topluluğun eylemini tek başına etkileyemez. Her tür rol önceden belirlenmiştir. Elbette bu topluluklar bireyler olmadan var olamaz ama grup doğası gereği özne olma isteği ya da toplumsal kimlikle ilgili pazarlık arzusu reddedilir. "Paket olarak alacaksınız, tek tek vermiyoruz," der bu grup. Orwell’in 1984’ündeki Okyanusya ya da pek çok Kurtuluş Savaşı romanı ya da filminde görülen "millet tahayyülü" bu grubun örnekleridir.
Margolin’in sözünü ettiği son üç grup ilerici siyasetin yeniden çerçeveleyici dili açısından çok önemli. Leviathan’dan Behemoth’a, zebellaha dönüşen devlet, bizleri bir deli gömleğine benzeyen son gruba tıkmaya çalışıyor. Mücrim ile tebaa karşıtlığı içerisinde, hem yerleşik medyası hem sosyal medyası üzerinden çılgınca bir algı yönetimi aracılığıyla, dili ve söylemi tepemize cop gibi vura vura bizi sindirmeye çalışıyor.
Yani ben edebiyatçıyım, mazur görün, biraz fazla edebiyat teorilerinden söz ediyor olabilirim ama kendi çalışmalarımda çok önemsediğim Rus edebiyat kuramcısı Mihail Bahtin’in dil ya da söylemle ilgili yaptığı bir ayrımdan da söz etmeden duramayacağım. Bahtin "babanın sözü" diye bir şeyden söz eder. Katı bir sözdür bu, buna karşı çıkamazsınız. Ya kabul edersiniz ya da bu diyardan gidersiniz. Bu bizim Türkiye’de, sadece AKP iktidarıyla değil, çok öncelerden itibaren bildiğimiz, gına getirdiğimiz şey, malum.
Bahtin, babanın sözünün karşısına "içsel olarak ikna edici söz"ü koyar. İçsel olarak ikna edici sözün yarısı söyleyene, yarısı dinleyene aittir, der Bahtin. Yani burada anlamı sabitlemek mümkün değildir. Her ne söylerseniz söyleyin, karşıya ulaştığında mesajın yarısı kaybolmuş olacak. Karşıdan gelen de size böyle ulaşacak. İşin doğası budur. Bir ortak noktaya ulaşmak için sizin sözü mükemmelen ortaya koymanız yetmeyecek. Sözünüzün yarısını muhatabınızın neden anlamadığını ya da almadığını da anlamak zorundasınız. Anlaşmak için sürekli bir çaba gerekecek. Ve tekrar ediyorum: İşin doğası bu. Başka bir yol yok.
Eğer bunu kabullenirsek, Margolin’in sözünü ettiği üçüncü aşamadaki mağdur ve madun siyasal topluluktan dördüncü aşamadaki birlikte eyleyebilir yeni ve olumlu bir cemaate dönüşmek için önümüzde bir yol açılmış olur. Beşinci aşamadaki deli gömleği topluluğuna dönüşmemek, zebellahın oyuncağı olmamak ve şimdimiz ile geleceğimizi yeniden çerçeveleyebilmek için gidebileceğimiz tek yol da budur.
Margolin’in sözünü ettiği eşeyleme ihtiyacımız var. Eşitliğin ön planda olduğu ve herkese tam özgürlük şiarıyla oluşacak bir ilerici toplum idealini hep birlikte hedefliyorsak, o zaman soru ve sorunlarımızı yeniden çerçeveleyerek ifade etmeli, bir araya gelip konuşmalıyız. Ne, ne zaman, nerede, ne yönde ve hangi yollar üzerinden önemli?
Toplumu yaşatmak için nereden başlayalım?
Dinlemek diyebilir miyiz?