Aydan Gülerce
(Otoriter) babalar ve (Anasının gözü, kuzusu, gülü ve başka) oğullar
Bilmem Sonora Smart Dodd adını duymuş muydunuz? 113 yıl önce bu Amerikalı kadın, babası beş kardeşini ve kendisini annesiz büyüttüğü için “Anneler Günü var da neden Babalar Günü olmasın” demeseymiş sanırım ben de duymamış olurdum. Gerçi Dodd’ın önerdiği gibi babasının doğum günü olan 5 Haziran’da değil, ilk kez 19 Haziran’da kutlanabilmiş yaşadıkları Washington eyaletinin Spokane şehrinde. 1966’da ABD Başkanı Lyndon Johnson, Haziran’ın 3. Pazarı olarak resmen ilan etmiş.
Malum, kapitalist düzen ve küreselleşmeyle birlikte Babalar Günü hızla dünyaya yayıldı, pazar biraz daha genişledi. Bizde de 80 darbesinden, yani ülke küçük Amerikalılaşmaya başladığından bu yana kutlanıyor.
Bu sene başta ekonomisi olmak üzere pek çok toplumsal göstergesi berbat durumda olan memlekette hediye satışları nasıl olmuştur sizce? Zaten sezonun bence hedef kitlesi en kapsayıcı ve göz yaşartacak kadar duygulandırıcı reklamı bile ”ikinci el eşya satışı” ile ilgili.
Kısacası yarın kim babasını ne yaparak sevindirir, nasıl duygulandırır, nasıl hatırlar, hele bu yazım kimleri ne sebeple kızdırır, hiç bilemem.
“BABA-OĞUL”
Her neyse, yazının konusunu en az üç hem son derece genel, evrensel, soyut ve geniş zamanlı, hem de oldukça belirli, yerel, somut ve güncel sebeple seçtim:
Birincisi, her ailede bir biyolojik/psişik baba ve henüz/hiç “baba” olmasa da ölünceye dek kendisi “erkek evlat” kalacak oğul mutlaka olduğundan, belki birilerinin bir işine yarayabileceği için.
İkincisi, seçimden beri özellikle de muhalefete oy vermişlerde yaşanan büyük düş kırıklığından sonra, CHP’de “değişim” söylemleri yoğunlaştıkça Kılıçdaroğlu-İmamoğlu arasındaki parti başkanlığına odaklı tartışmalar “baba-oğul” ilişkisine benzetilip daha da bir merak uyandırdığı için.
Kılıçdaroğlu “İmamoğlu ile baba-oğul gibiyiz” ifadesini de kendisi ilk kez Aralık’ta kullandı. Hatırlarsınız; İmamoğlu’nun “ahmak davası” yargı kararı üzerine Saraçhane mitingini Akşener’den değil de, Davutoğlu’ndan duyup, paldır küldür Berlin’den dönüşünün ertesinde, İmamoğlu ile TBMM’de görüşmeleri sonrasındaki CHP grup toplantısında.
Ben de onun öncesinde, 20 Aralık’ta yazdığım şu twiti hatırlıyor ve aynen alıntılıyorum:
“Ekrem İmamoğlu, Kemal Kılıçdaroğlu 14 Aralık'ta Berlin'i kendisine tercih etmiş gibi algılamış, Kılıçdaroğlu da kendini dışta bırakılmış gibi, burukluk hissetmiş olabilirler. İmamoğlu’nun, hem iktidar için, hem de muhalefet için, çünkü Türkiye için "büyük lokma" olduğu doğru.
Fakat bu Ödipal "baba-oğul" dinamiklerini "hizipçilik", "arkadan bıçaklama", "nankör evlat", "kulak çekme", vb fantazilerle yorumlayanlar ve tartışmaları ısrarla CB adaylığı meselesine çekmeye çalışanlar kendi projeksiyonlarını ivedilikle gözden geçirmeli. Bugün CHP, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu kadar, 6’lı Masa ve Türkiye de sınanıyor. "Güven tazelemesi" zorunlu!”
Zira bugün de, tıpkı o günkü gibi yapılan spekülasyonların, niyet okumaların, yorumların, kişiselleştirilen ağır eleştirilerin ve önerilerin haddi hesabı yok. İki farkla:
Adaylık koltuğu Cumhurbaşkanlığı makamından CHP genel başkanlığına değişti. Özgür Özel’in de 3. isim olarak devreye girmesiyle (kötü ve nankör evlatçı, iyi ve cici evlatçı, üvey veya yetim evlatçı, vs) kafalar daha da karıştı. Tabii partide genel başkanlık makamına pekala oturabilecek Oğuz Kaan Salıcı gibi başka “oğullar” da var.
Tüm bu olasılıklar şimdilik, yani önümüzdeki günlerin bazı belirsizlikleri ne şekilde gidereceğine bağlı olarak değerlendirilmek üzere, parantez içinde kalmalı. Hatta başlıktaki parantez içindeki oğulların hangisine denk geldiği de okuyucunun kendi hayal gücüne bırakılmalı.
Elbette, Kılıçdaroğlu gibi bugün Kılıçdaroğlu’na ve CHP’ye kaçıncı “hançer darbesini” indirmiş olan Abdüllatif Şener’in de kendi “Ödipal baba-oğul dinamikleri” var. Hatta geçersiz oyun çıkmadığı sandığa Barış Pehlivan’ın akıl yürütmesi gibi oyunu Erdoğan için kullanmamış da olabilir. Fakat ve ne yazık ki sıklıkla yapıldığı için hep eleştirdiğim gibi, siyaset de tüm yapısal-sistemik sorunlar gibi böylesine kişiselleştirilmemeli.
O halde eski twit ve yazılarım bugün daha bile geçerli olduğu için, yine bazı kavramsal ayrıştırmalara da kısaca dikkat çekmeli.
PSİKANALİZ, SOSYAL DÜZEN VE SİYASAL İKTİDARIN ERKİ
Örneğin, salt dikkat çekmek için (Wittgenstein’vari) işaret ettiğim “Ödipal baba-oğul dinamikleri” ifadesinden kimin ne anladığı da belirsiz. Zaten toplumda ve artık günümüzde karşılığı da olmayan sözde “psikopolitik açıklamalar” havada uçuşuyor.
Dolayısıyla, bu Babalar Günü yazısının üçüncü sebebi de bu: Gerek kültür endüstrisinde, gerekse geleneksel ve sosyal medyada,..." psikanalizin hem bilinçli/bilinçsizce yok sayılarak veya bilgisizce istismar edilerek tepe tepe kullanımlarından geçilmediği ve işe yarayabilecekken işlevsizleştiği için.
Açıkçası, bunların siyasi analizlerde popülist “toptancılık” kadar “ucuz işportacılık” yaklaşımlarıyla entelektüel pazarda havalı satışlarını bireysel/kolektif demokratikleşme açısından zarar verici buluyorum. Dahası, naçizane görüşüm demokrasi şöyle dursun, faşizme göz göre göre, davetiye çıkarıcı ve adım adım getirici oldukları şeklinde.
Tabii ki tweet atmak da duvara konuşmaktan neredeyse farksız. Orada veya belki şimdi olduğu gibi burada da bu karmaşık konuları yazmak zor. Kimi zaman hem etik değil, hem de çok saçma. Ne demek istediğini kendin bilerek, “aynı dili” konuştuğunu varsaydığın hedef okuyucuya “kendi kendine konuşmak” gibi yazmak ise çok çok zahmetli bir iş. Üstelik iletişimsiz, etkileşimsiz ve son derece “asosyal” bir sanal kamusal alanda.
O bakımdan, ana konuyla ilgili bir iki minik ve genel sorumluluk notu ötesine geçmek de kanımca gereksiz.
Her şeyden önce ne Sofokles’in Ödip’i psikanalizle, ne psikanaliz Freud ile, ne de Freud ortodoks psikanaliz ile özdeş. Zaten klasik psikanaliz de Ödip karmaşasından ibaret olmadığı gibi, klasik psikanalizde bile “Ödipal meseleler” salt erkek çocuğun bilinçdışı iğdişlik kaygısına, vs. işaret etmez.
Öte yandan, o çatışmada bile karışık duygular salt babayla değil, her iki ebeveyn ile yapılan psişik ve ilişkisel ontolojik pazarlıklarla yaşanır. Kuramsal anlamda ve eşzamanlı olarak, bir yandan babayla rekabet ve özdeşim süreçleriyle özneleşme, diğer yandan anneyi şeyleştirme ve ret gerçekleştirilir.
Ayrıca, özneleşme de salt bireysel ve iç (özel) kişiliksel değil, aynı zamanda da kolektif ve dış (kamusal) sosyokültürel bir olgudur. Fakat her iki süreç de öznel ve olumsaldır.
Freud Babanın Yasası kavramı ile ataerkil düzenin tarihsel toplumsal yaşamda inşasını ve sürdürülüşünü açıklar. Tıpkı biyolojik cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsellik meselelerinde yapılan karışıklıklar gibi, erkin taşıyıcısının da sadece nesnel anlamda penis (varlığı/yokluğu) olduğu düşünülüyor.
Oysa daha sonra Lacan bu yasayı Babanın Adı şeklinde düzenin yöneticisi ilkesi olarak ve fallusu (yani nesneyi ve onun sahibi gerçek babayı değil) da ataerkil otoritenin erkinin temsili simgesinin bir aşkın göstereni (transcendental signifier) olarak Sembolik alana taşıdı.
Fakat her halükarda, her iki cinsiyetten çocukların öznelliği sadece Baba simgesiyle pazarlıklarla gelişemez. Özellikle de bizim gibi sınır kolektif karakterli bir toplumda simgesel Anne ile de hesaplaşmadan ve özerkleşmeden, sembolik mantıksal düzende yerini bulmadan, toplumda demokratikleşme ve özgürleşme gerçekleşemez.
ERİL İKTİDAR, DİŞİL MUHALEFET
Kaldı ki iktidar/güç tanımı gereği eril, muhalefet de dişil kavramlardır.
O halde 100. yılının, 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna gelmiş şu ülkeye kapalı gözleri ve kafaları açıp, tekrar tekrar bakmalı: Eril egemen şu toplumda başı veya bacağı ister açık olsun, ister kapalı; kadının hala siyasette, kamusal ve yönetsel düzende, ne adı var, ne de sanı.
Kadını, gencini, kız ve oğlan çocuğunu yok sayan, onun öznelliğine saygı duymayan, farklılığına değer vermeyen, anlamak üzere dinlemeye bile çalışmayan, üstüne üstlük ezen hiçbir ülkede muhalefet zaten asla erk sahibi filan olamaz. İktidara bağımlı, edilgen, ezilen ve kaybeden olarak kalır. Onun bekasını kolaylaştırır ve sürdürür.
Öte yandan, çok eski tarihlerdeki anaerkil geçmiş bir yana, bu otoriter baba ve cemaat kültürlü toplumda ana-kadın özel alandaki siyasi yaşamda hala en güçlü konumdadır. Dişil güç farklıdır.
Ulus-devlet düzeninde, hele parti devletinden ve değil otoriter, artık otokrat yönetimden filan da söz eden, iktidar karşısında sözde demokrasi isteyen muhalefetin de en büyük gücü ulus-anada, yani toplumsal muhalefettedir.
İktidar nesiller arası tarihsel aktarımlarında el değiştirir. Fakat muhalefet ister imrenme, ister haset, kıskançlık, intikam, güç açlığı, kendini ispat, rantsal veya bambaşka sebeplerle , iktidarın erkine göz diker, onu devirmek takıntılı kalır ve toplumsal muhalefetle dayanışmayı ihmal veya berbat ederse, başarısızlığa mahkum kalır. Asla ondan özerkleşemez, özgürleşemez, kısacası toplum da demokratikleşemez.
Edilgen ve ezik halk da gökten zembille 3 demokrasi elması düşecek diye bekler durur; biri erkeğe, biri kadına, biri de çocuğa.
Sanırım şimdilik bu kadarı da güncel siyaset söylemlerine uyarlamak ve muhalefet eleştirileri ne eklemlenmek için yeterli olur.
Türkiye’nin Babalar Günü kutlu olsun!
Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazdı.